Aşağıdaki yazı dizisi dört
bölüm olarak Vatan gazetesi´nde yayınlanmıştır:
16.10.2010
'Anadolu İslamı ve Alevilik'
Hacıbektaş'ta suç işlenmediği
için...
Zülfü Livaneli'nin
verdiği konferansın tam metni... Bir kültür ve sanat insanı
olarak benim rüyam; her türlü değer ve ölçünün merkezine
'insan'ın yerleştirildiği bir dünya yaratılmasıdır...
Gerekli teşekkür cümlelerinden sonra konferansıma bu cümleyle
başlamıştım.
Princeton Üniversitesi'ndeydim. Pencerelerdeki vitraylara Albert
Einstein'ın e=mc2 formülü işlenmişti. Bu dahi bilim adamının
ders verdiği salonda bulunmak heyecan verici bir deneyimin tam
ortasında olduğumu hatırlatıyordu.
O salonda çeşitli uluslardan profesörlere ve öğrencilere Ahmed-i
Yesevi'yi, Hacı Bektaş-ı Veli'yi, Manikeizmi, Mazdekçiliği,
Bogomilleri, Alevilik'teki tanrı kavrayışını anlatıyordum. Zaten
bu ilginç Anadolu inancını anlatmak neredeyse misyonum haline
gelmişti.
Harvard, İllinois, Michigan, Pennsylvania, Stuttgart
üniversitelerinde, UNESCO ve Avrupa Konseyi salonlarında,
Versailles Buluşmaları'nda da sunmuştum bu alandaki
çalışmalarımı. Çünkü Anadolu İslamı'nın bu aydınlık yüzünün
dünyada daha çok tanınması gerektiğine inanıyordum.
Oysa Alevi değildim. Sünni bir ailede doğmuş ve son derece
dindar olan ailemde İslam'ın en aydınlık yüzünü görerek
büyümüştüm.
Bir Savcı oğlu olarak Kuran kurslarına gönderilmiş, boynumdaki
hamaylıda taşıdığım Elifba cüzünü ezberlemiştim. Daha sonra
Ankara'da İngilizce eğitim veren Maarif Koleji yıllarımda, hakim
emeklisi Hacı dedemin sıkı bir dini eğitiminden geçmiştim. Benim
ailemde İslam, iyi insan olmak, temizlik, güzel ahlak, kimseye
kötülük düşünmemek, Allah korkusu ve Peygamber sevgisi anlamına
geliyordu.
Belki de bu nedenle küçük yaşlardan itibaren önce sezgiyle,
sonra akılla, bilgiyle ve mantıkla Alevi felsefesini kendime çok
yakın bulmuştum. Çünkü izm'ler arasında, beni en çok anlatan
kavram olduğuna inandığım 'hümanizm', bu inancın temelini
oluşturuyor ve yüzyıllar boyunca ezilmiş, iftiraya uğramış
olmaları içimde Alevilere karşı derin bir sevgiye ve dayanışma
duygusuna yol açıyordu.
Bu konuda yerli ve yabancı yayınları okudukça ilgim daha da
arttı. Osmanlı fetihlerine imza atan Yemiçeri
ortalarının Pir Hacı Bektaş değil miydi?
Bektaşi-Aleviliğin kurucusu Hacı Bektaş Ahmed-i Yesevi'nin
talebesi değil miydi? Anadolu'nun ve Rumeli'nin
Türkleştirilmesinde bu inanca bağlı 'kolonizatör Dervişler'
büyük rol oynamamış mıydı?
Osmanlı'nın kuruluşunda bu inancın önemli bir rolü yok muydu? O
zaman niye Yavuz Sultan Selim'den sonra imparatorluğun Araplaşma
dönemi başlamış ve Anadolu Alevileri katledilmişti?
Bu soruya basitçe, İran tehdidinden dolayı cevabı verilebilir.
Şii İran Şahı'nın, Anadolu'daki Alevileri kullanarak Osmanlı'ya
bir tehdit oluşturduğu söylenebilir.
Ama burada da garip bir durum var.
Yavuz'la savaşan İran Şahı İsmail, Hatayi mahlasıyla (bugün de
türkülerini dinlediğiniz) şu şiirleri yazıyordu:
Ezel bahar olmayınca
Kırmızı gül açmaz imiş
Kırmızı gül açmayınca
Sefil bülbül ötmez imiş
Şiir şöyle bitiyordu:
Dost dosttan ayrılmayınca
Dost kıymetin bilmez imiş
Şah İsmail'in bugün yazılmış gibi duran temiz bir Anadolu
Türkçesine karşılık, Osmanlı Sultanı Yavuz Selim'in şiiri
şöyleydi:
merdüm-i dîdeme bilmem
ne füsûn etti felek
eşkimi kıldı füzûn giryemi hûn etti felek
şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân
bir gözleri âhûya zebûn etti felek
İkisi de çok güzel şiir ama bir hangisi Türkçe'ye daha yakın?
İran Şahı'nınki değil mi?
Yani İran Şahı Türkçe, Osmanlı Sultanı ise Farsça kelimelerle
şiir yazıyor. Sadece bu örnek bile, ulus-devlet çağından sonra
yetişmiş olan bizlerin, tarihi bu gözle anlayamayacağımızı
göstermiyor mu?
Karl Marx "Fatih ülkeler, fethettikleri ülkelerin kültürlerinin
etkisi altına girerler" der.
Bence Osmanlı İmparatorluğu'nda olup biten bir parça bu sözle
açıklanabilir.
Arap yarımadası fethedildikten sonra Arap etkisi artmış, gözden
düşen Aleviler ise kıyımlara uğratılmış, dağlara kaçmak zorunda
bırakılmış ve haklarında binbir iftira üretilerek 'İslam dışı,
ahlaksız' bir topluluk olarak tanıtılmaya çalışılmıştı.
Bugün skandal yaratan açıklamalar aslında birer gaf değil,
yüzyılların kafalara yerleştirdiği bu iftiraların tortularıdır.
Bugün bazı Müslümanlar 'Kızılbaş' kelimesini ensest anlamında
kullanarak büyük bir günah işlemektedirler.
Çünkü Kızılbaş, 15. Yüzyıl'da Şeyh Haydar tarafından, kendi
yolunu izleyenlere önerilen bir 12 dilimli kırmızı bir
serpuştur. 12 dilim de 12 İmam'ı temsil etmektedir. Bu serpuşu
başlarına takanlara, Osmanlı deyimiyle Alici Türkmenlere
Kızılbaş denilmiştir.
Princeton Konferansı metnine giriş olarak yazdığım bu satırlara
bazı bilgiler daha eklememe izin veriniz.
Son günlerde televizyonlarda Alevilik konusunda birçok
tartışmaya rastlıyorum. 2010 yılında bu konuda hala kulaktan
dolma bilgilerle konuşulması açıkçası üzüyor beni. En iyi
niyetli olanlar bile Alevilerin Hz. Ali'yi, Hz. Muhammet'ten
üstün tuttukları gibi yanlış kanılara sürüklenebiliyorlar.
Alevilerin yüzyıllardır 'Medet Allah, Ya Muhammed, ya Ali'
demeleri bile bu yanlış inancı silmeye yetmiyor.
Gelin büyük Alevi ozanlarından Teslim Abdal'ın bir deyişine göz
atalım isterseniz.
Sen hak peygambersin şeksiz gümansız
Sana uymayanlar dimsiz imansız
Teslim Abdal neyler dünyayı sensiz
Adı güzel, kendi güzel Muhammed.
(Geçenlerde din ağırlıklı bir radyo bu dizeleri Yunus'a
malediyordu. Doğru değildir.)
Alevi kültür geleneği o kadar güçlüdür ki arabesk akımlar bu
topluluklar arasında yaygınlaşmamıştır. Kültürlerinin en önemli
ögelerinden biri olan bağlamayla kendi deyişlerini, nefeslerini
icra ederler. Hacı Bektaş-ı Veli'nin 'İncinsen de incitme!'
öğüdüne uyarlar.
'Can'a değer verilir...
'Can' a değer veren, insanı insan olduğu için önemseyen bir
inançtır. Bu konferans metnini yayınlamamızın nedeni, bu konuda
eğriyi doğrudan ayırmak ve Aleviliği elden geldiği kadar nesnel
biçimde anlatma ihtiyacından kaynaklanıyor.
Bir not da konferansta kullandığım 'cemaatçilik' kavramı
üzerine.
Bu günlerde Türk basınında cemaat kelimesi çok moda. Oysa ben bu
konferansı 2001 yılında vermiştim ve dünyadaki cemaatleşme
olgusundan söz ediyordum. Konferansın güncel siyasi gelişmelerle
bir ilgisinin bulunmadığını belirtmek isterim.
İyi okumalar.
Aleviler, ibadetlerini saz eşliğinde söylerdikleri semahlar ve
bunlara uygun danslarla yapıyorlar. Hem de kadın erkek bir
arada.
YARIN:
1- Anadolu Aleviliği hangi yüzyılda ortaya çıktı?
2- Ahmet Yesevi Anadolu'yu nasıl etkiledi?
3- Hacı Bektaş Veli'nin sırları nelerdir
--------------------------------------------
Vatan
gazetesi´nden 17.10.2010
Anadolu Aleviliği nasıl
doğdu?
Zülfü Livaneli'nin
dünyanın en önemli üniversitelerinden Princeton'da verdiği
konferansın tam metninin 2. bölümü:
Dünün özeti
Zülfü Livaneli'nin
dünyanın en saygın üniversitelerinden biri olarak gösterilen
Princeton Üniversitesi'nde 2001 yılında verdiği "Anadolu İslamı
ve Alevilik" konferansının tam metnini dün yayımlamaya başladık.
Livaneli'nin Princeton Üniversite'sinde verdiği konferanstan,
dün gazetetemizde yayımlanan bölümün özeti:
* Bugün Türkiye mahkemelerinden 27 bin cinayet davası
görülmekte. Çeşitli nedenlerle adam öldürmenin makul
görülebildiği ve hatta zaman zaman insana şan ve şeref
kazandırdığı geleneklere sahip olan Türkiye için şaşırtıcı bir
sayı değil bu. Çünkü din uğruna, vatan uğruna, namus uğruna ve
ideoloji uğruna, hatta erkeklik uğruna cinayet işlenmesi
geleneklere göre pek de ayıp sayılmıyor. Diğer suçlar ise
cinayetle ölçülemeyecek kadar fazla sayıda. Ve ne yazık ki bu
durum sadece Türkiye'ye özgü değil. Dünyanın değişik bölgeleri,
suçtan ve şiddetten arındırılamıyor. Son zamanlarda Amerikan
halkını dehşete düşüren okul cinayetleri bunun göstergelerinden
biri. Şimdi size Orta Anadolu'da bir kasabadan söz etmek
istiyorum. Bu kasabanın adı Hacı Bektaş. Adını 13. yüzyılda
Horasan'dan gelerek buraya yerleşmiş manevi bir otorite olan
Hacı Bektaş'tan alıyor. Her yıl ağustos ayında bu kasabaya 500
bin kişi geliyor. Türkiye'nin her yöresinden Hacı Bektaş'ı anmak
için bu kasabaya gelenleri ağırlayacak otel yok. Sıcak havada
kadınlar, erkekler, çocuklar ağaçların altında yatıyorlar.
Sularını, ekmeklerini bölüşüyorlar. Ve günlerce süren bu
festival sırasında hiç "suç" kapsamına girecek bir fiil
işlenmiyor. Ne hırsızlık var, ne kavga, ne yankesilicik, ne ırza
tecavüz, ne hakaret.
* Şimdi işin en can alıcı bölümüne geliyorum. Bu kasabada
yıllardır hiç suç işlenmediği için Türkiye Cumhuriyeti Adalet
Bakanlığı 1995 yılında aldığı bir kararla hapishaneyi kapattı.
Çünkü işlevsiz bir bina olarak boş duruyordu. Jandarma ve polis
defterleri de tertemiz. Çünkü işlenmiş bir tek suç kaydı yok.
Suçun her gün arttığı bir dünyada, Türkiye'nin tam ortasındaki
bir kasaba nasıl oluyor da şiddetten yüzde yüz arınabiliyor?
Suçun her çeşidini dışlayabiliyor? Bu sorulara verilecek cevap
tek kelimelik: Kültür!
* Bu insanların geleneksel kültürleri onları suçtan koruyor.
Hacı Bektaş'ın geleneği suç işlemelerine engel oluyor. Irk, dil,
din ve cinsiyet ayrımını ortadan kaldırıyor. Bugün Türkiye'de
onun yolunu izleyen milyonlarca kişi, "insan kardeşliği"
düşüncesinde birleşiyor. İbadetlerini saz eşliğinde söyledikleri
semahlar ve bunlara uygun danslarla yapıyorlar. Hem de kadın
erkek bir arada. Kadınları çarşaf içinde değil. Dört kadınla
evlenmelerine de hiçbir zaman izin verilmemiş. Bırakın dört
kadını, ikinci bir kadın almak bile "yol düşkünü" olmak sonucunu
doğuruyor. "Yol düşkünü", işlediği herhangi bir suçtan dolayı
toplum dışına itilmek anlamını taşıyor. Şarap yapmayı
biliyorlar, içki içiyorlar. Şenlikleri ve törenleri Dionysos bağ
bozumu ayinlerine çok benzeyen bir coşkunlukta. 21. yüzyıla
aktarılan ve bugün de milyonlarca kişi tarafından devam
ettirilen bu barışçı kültür nasıl oluşturuldu, nasıl gelişti? Bu
soruların cevabını bulmak için 700 yıl öncesine, 13. yüzyıla
gitmek gerekiyor.
YESEVİ DÜŞÜNCESİ, DERVİŞLERLE
ANADOLU VE BALKANLARA YAYILDI
Hümanist ögelerle İslamı karıştırarak, Ortodoks İslam
anlayışının dışında bir akım geliştiren Ahmed-i Yesevi'nin
öğretisi gezici dervişlerle Anadolu ve Balkanlara yayıldı.
Yesevi'nin öğrencilerinden biri de Hacı Bektaş'tı... Hümanizm ve
hoşgörü öğretisinin yüzyılları aşan gücü böyle ortaya çıktı...
Bugün Anadolu'da 23 milyon Alevi bu öğretinin izinde...
Anadolu Aleviliği 11. yüzyılda Anadolu Selçukluları döneminde
ortaya çıkmış ve 13. yüzyılda gelişmiştir. Bu dini akımın doğuşu
ve yayılışındaki en büyük etken Horasan'dan Anadolu'ya geçen
gezici dervişler olmuştur. Bu gezici dervişlere Türkistan
Erenleri, Horasan Erenleri ve Rum Erenleri denilmektedir.
Türkistan Orta Asya'da, Horasan İran'dadır. Rum deyimi ise
Anadolu'yu, yani Doğu Roma topraklarını anlatmak için
kullanılmaktadır.
Bu erenlerin en önemli pirlerinden birisi Ahmed-i Yesevi'dir.
"Türkistan'ın doksandokuz bin pirinin piri" denilen Ahmed-i
Yesevi'ye, Horasan'daki yetmiş yedi bin pirin de bağlı olduğu
Vilayetname gibi kaynaklarda yazılıdır. Rum'da yani Anadolu'da
da 57 bin pir vardır.
Hümanist ögelerle İslamı karıştırarak, Ortodoks İslam
anlayışının dışında bir akım geliştiren Ahmed-i Yesevi,
yetiştirdiği öğrencileri, bu anlayışı yaymak üzere çeşitli
ülkelere gönderiyordu. İlk başta heteredoks bir inanç biçimi
olarak görülen Yesevi düşüncesi, bu gezici dervişler yoluyla
Anadolu ve Balkanlara yayıldı. Yesevi'nin öğrencilerinden Hacı
Bektaş, Orta Anadolu'ya bugün Hacı Bektaş kasabası olan Suluca
Karahöyük'e geldi. Otman Dede ve Baba İshak Amasya'ya Sarı
Saltık Bulgaristan'a Dede Kargın Antalya'ya yerleşerek öğretiyi
yaymaya başladı. Aradan yedi yüz yıl geçmesine rağmen
Yugoslavya'da, Arnavutluk'ta, Bulgaristan'da büyük bir Alevi
kitlesinin yaşamakta oluşu ve Anadolu'da 23 milyon Alevi'nin
varlığı bu etkinin gücü hakkında bir fikir verebilir sanırım.
Hacı Bektaş ve Mevlana...
Ahmed-i Yesevi'nin öğrencilerinin 13. yüzyılda din fanatizmine,
cinsel ayrımcılığa ve ırk ayrımına karşı çıkışları nasıl
açıklanabilir? Belki de bunun cevabı, Anadolu'nun karmaşık
dinsel ve ırksal yapısında gizli. O yılların Anadolu'su Moğol
saldırıları altında karmaşık ve çalkantılı bir dönem yaşıyordu
ve birçok din, ırk bir araya gelmişti. Belki de hoşgörülü
olmaktan başka bir çareleri yoktu. Bir arada yaşamanın ve
birbirini öldürmemenin tek yöntemi olarak gezici dervişlerin
temsil ettiği hümanizm ve hoşgörü öğretisine sarıldılar. Ahmed-i
Yesevi öğretisinin yüzyılları aşan gücü böyle ortaya çıktı. Ama
bu inancın oluşmasında, 13. yüzyıl öncesi Mezopotamya ve İran
kültürünün de büyük etkileri olabilir.
Mesela M.Ö 600 dolaylarında İran'da yayılmış bulunan Zerdüşt
(Zarahustra) dini de Spenta Mainyu adlı iyilik ve Angra Mainyu
adındaki kötülük ruhlarına sahipti. Bu, Alevilerin etkilendiği
Şamanizm'e çok yakın bir inanç formuydu. 5. yüzyıl sonlarında
yine İran'da ortaya çıkan Mazdek akımı da iyilik ve kötülük
arasındaki mücadeleye inanıyordu. İyi aynı zamanda ışıktı, kötü
ise karanlık.
Işık Tanrısı'nın
7 veziri ve 12 ruhsal varlığı vardı. Bu sayılar Alevi
inancındaki kutsal 7 sayısına ve 12 İmam'a tekabül ediyor.
Mazdekçiler insan öldüremezdi. Düşmanlarına karşı bile iyi ve
kibar olmaları öğütleniyordu. Bu dinin kurucusu olan Mazdek,
insanlar arasındaki kavgayı ortadan kaldırmak amacıyla bütün
malların ortak kullanılması ilkesini ortaya atmıştı. Bu dinin 8.
yüzyıla kadar devam etmiş olduğunu biliyoruz.
Eşitlikçi mezheplerden biri de Güneydoğu Anadolu'da Samsat'ta
ortaya çıkmış bulunan Heretik Hristiyan mezhebi Bogomillerdi.
Umberto Eco'nun kitaplarında geniş yer ayırdığı Bogomiller,
insanların eşit doğduğunu ve sevgiliden başka her şeyin
paylaşılması gerektiğini düşünüyordu. Onlar için İsa sadece bir
melekti. Bogomiller Samsat'tan, Batı Anadolu'daki Alaşehir'e
geçtiler ve oradan da Akdeniz üzerinden Güney Fransa'ya
ulaştılar.
Pirene dağları üzerinde inşa ettikleri kalede yaşayan
Bogomillerin buradaki adı Cathar Şövalyeleri oldu. Yunanca
cathar (arınma) kelimesinden ilham almışlardı. Bogomillerin
macerası Montsegur Kalesi'nin, Fransızlar tarafından kuşatılarak
ortadan kaldırılmasıyla sonuçlandı. Daha sonra İtalya'ya geçen
bazı Cathar şövalyeleri de bu ülkede yitip gittiler ve 15.
Yüzyıl'dan sonra adları duyulmaz oldu. (Bazı kaynaklara göre
Balkanlardaki Boşnakların kökeni Bogomillere dayanmaktadır.)
Yine Ortadoğu inançlarından olan ve bugün de süren Yezidilik,
şeytana tapınma olarak tanındı.
Şeyh Adi bin Misafir'in önderlik ettiği Yezidiler, aslında
şeytanın Tanrı tarafından affedildiğine ve en büyük melek
olduğuna inanıyorlardı.
Bu birkaç akımdan söz etmemin nedeni, o dönemde Anadolu'da
uçuşan fikirleri ve kök salmış dini inançları biraz gözümüzde
canlandırabilmek ve Ahmed-i Yesevi dervişlerinin yarattığı
hümanizmin izini sürebilmektir. Bu dervişlerin bir kısmı, gezici
halk şairi olarak dolaşıyor, halka şiirler okuyorlardı. Sözel
edebiyat olarak günümüze ulaşan bu şiirlerin çoğunun 6 heceli,
bazen de 6 ve 5 heceli olduğu görülüyor. Bu da bana dervişlerden
yüzyıllarca önce Anadolu'da dolaşan ve heksameter olarak
adlandırdığımız 6 heceli Homeros şiirleri okuyan gezici ozanları
düşündürüyor. Bu ozan ve dervişlerin söylemlerinde hümanizm çok
açık ve net biçimde ortaya çıkıyordu.
Hacı Bektaş bir şiirinde şöyle diyordu:
Hararet nardadır, sacda değildir
Keramet baştadır, tacda değildir
Her ne arar isen kendinde ara
Mekke'de, Kudüs'te, hacda değildir
Aynı dönemin büyük şairi Yunus Emre ise şöyle demekteydi:
Sen kendine ne sanırsan
Ayruğa da onu san
Dört kitabın manası
Budur işte var ise..
Yine aynı dönemde, Orta Anadolu'da Konya'da yaşayan, Alevi
inancıyla ilgisi olmamasına rağmen hümanizm bakımından benzerlik
gösteren Mevlana Celaleddin Rumi insanlara şöyle sesleniyordu:
Gel, gel!
Ne olursan ol gel!
Kâfir, putperest, ateşe tapan mecusi olsan da gel!
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da gel!
Bizim kapımız ümit kapısıdır
Nasılsan öyle gel!
Bu insanların hepsi din büyükleri olarak tanınıyorlardı. Ve
ilginç bir şekilde bugün de böyle algılanmaktadırlar. 13.
yüzyılda bu şiirleri yazan kişiler, Türkiye'de her mezhepten,
her inançtan milyonlarca insan tarafından kutsal kişi olarak
saygı görmektedir.
Hoca Ahmet Yesevi kimdir?
Büyük Türk Mutasavvıfı Ahmet Yesevi, Kazakistan'ın Yesi
şehrinde, yaygın görüşe göre 1093 yılında doğmuş ve 1166 yılında
ölmüştür. İlk mürşidi Arslan Baba olmuş, sonra Yusuf-i
Hemadani'ye intisap etmiştir. Yesevi, Arapça ve Farsça'yı çok
iyi bilmesine eserlerinde rağmen Türkçe'yi seçmiştir. Yesevi,
eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyet ile uzlaştırmaya
çalışan, İslâm'ı yeni kabul etmiş insanlara bu dinin sıcak,
samimi, hoşgörülü, insan ve tanrı sevgisine dayalı gerçek yüzünü
tanıtmıştır. Anadolu'ya hiç gelmemiş olmasına rağmen Anadolu'da
da tanınan ve sevilen Ahmet Yesevi, yaygın olan kanaate göre,
Mevlânâ, Yunus Emre ve Hacı Bektaş-ı Veli gibi Anadolu
ekollerini ve Aleviliği etkilemiştir. Ahmet Yesevi, Divan-ı
Hikmet adıyla yüzyıllar sonra derlenecek olan Hikmetleri
aracılığıyla Türklere İslam'ı kolaylaştırarak benimsetmiştir.
Bunun için İslam inancını, Türk gelenek, inanç ve yaşam tarzı
ile uygun biçimde sentezleme yolunu seçmiştir. Üstelik bu yolu
seçen kimi din alimleri sapkınlıkla ve dinden çıkmakla
suçlanmasına rağmen Yesevi başarıyla tarikatını kurmuş ve
geliştirebilmiştir. Eski Türk inanışlarından, adetlerinden bir
kısmını İslam dininin içine dahil ederek, dinlerini yeni
değiştirmiş olan Türk topluluklarına dinin özünü yani felsefi
yönünü anlatmıştır. Ahmet Yesevi'nin müridleri ve takipçileri
ölümünden önce ve ölümünün sonrasında, 12.Yüzyıl ortalarından
itibaren diğer bölgeler gibi Anadolu'ya da gelerek görüşlerini
yaymaya devam etti. Yesevi'nin Türk tasavvuf edebiyatının çok
önemli ve bilinen en eski örneklerini içeren şiir kitabı Divan-ı
Hikmet, İslam'ın esaslarının yer aldığı temel eseri Akaid ve
öğrencileri tarafından yazılıp kendisine mal edilen Fakrname
adlı 3 eseri vardır. Adının verildiği ve Türkiye ile Kazakistan
Cumhuriyetlerinin kurduğu uluslararası özerk statüye sahip ortak
devlet üniversitesi olan Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası
Türk-Kazak Üniversitesi, Kazakistan'ın en prestijli üniversitesi
olarak kabul edilmektedir.
YARIN: * Hacı Bektaş Veli'nin sırları neler? *
Şair Nesimi'nin neden derisi yüzülüp, öldürüldü? * Alevi
ahlakının temel ilkesi nedir
--------------------------------------------
Vatan gazetesi´nden 18.10.2010
Aleviler neden iftiraya
uğradı?
Livaneli'nin dünyanın en önemli üniversitelerinden Princeton'da
verdiği konferansın tam metninin 3. bölümü:
Alevi toplulukları
üzerinde her yüzyılda baskılar uygulanmış, kitle halinde
öldürülmüşlerdir. Kadın erkek eşitliğine inanmaları, kadınlarını
peçe altında saklamamaları da çeşitli iftiralarla
karşılaşmalarına neden olmuştur. Oysa Alevi ahlakının temel
ilkesi; eline, diline, beline sahip olmaktır.
Anadolu Aleviliği'nin kurucusu olarak Hacı Bektaş gösterilir.
Her yıl Ağustos ayında 500 bin kişinin anmaya gittiği bu bilge
adamı anlatan efsaneler, onun Anadolu'ya bir güvercin kılığında
geldiğini anlatır. Burada hem Şaman inancındaki kutsal kuş
motifine hem de barış temasına gönderme yapılmaktadır.
Efsanedeki barış vurgusu, kuşku götürmeyecek kadar açıktır.
Çünkü güvercin kılığındaki Hacı Bektaş, bugün kendi adını
taşıyan kasabanın üstüne geldiğinde, yerdeki bir kadın
"üstlerinden bir er geçtiği"ni söyler.
Bunun üzerine şahin kılığına giren Kara Donlu Can Baba adlı kişi
güvercinin peşine düşer. Güvercin silkinerek insan olur ve
şahini boğazından kavrar.
Şahin, "İnsan insana zulmeder mi?" diye sorar. Hacı Bektaş'ın
ona verdiği cevap, efsanenin amacını açıklar niteliktedir.
Der ki: "Ben Anadolu'ya gelirken, bulabildiğim en masum
yaratığın kılığına girdim. Güvercinden daha masumunu bulsaydım o
kılığa girerdim."
Dostluk, komşuluk temaları...
Aleviler'in yarattığı güçlü edebiyat içinde yer alan bütün
efsaneler, şiirler ve özlü sözler, barış, masumiyet, dostluk,
şiddet karşıtlığı, komşuluk, eşitlik, sevgi temalarını
işlemektedir.
Şimdi kısaca Aleviliğin temel inancına bakalım. Konumuz teoloji
olmadığı için, üzerinde çok çalışılmış olan inanç konularına
derinlemesine girmeyecek ve sadece özetlemekle yetineceğim.
Alevi inanç felsefesinin en önemli ilkesi "oluşum"dur. Tanrı'nın
ilk biçimi, (Budizmde olduğu gibi) insanlar tarafından
tasarlanamayacak bir özdeşliğe sahiptir. Tanrı çeşitli evreler
geçirmiştir ve (Hegelci mantıkta olduğu gibi) kendine
yabancılaşarak evrende, doğa ve insan biçiminde tezahür
etmiştir. İnsan olmadan, Tanrı'nın olması mümkün değildir.
Bu yüzden insan, Tanrı'nın bir yaratısı, Tanrı'nın yeryüzündeki
belirtisi ve dolayısıyla Tanrı'nın kendisidir. Ademin yeryüzüne
sürülüşü bir cezadan çok terfi anlamı taşır, çünkü dünyada bir
bedene sahip olmuştur. Alevi araştırmacısı Anton Josef Dierl
bunu şöyle yorumlamaktadır:
"Düşünen insanda Tanrı, bu evrendeki kendi bilincine varır. Bu
nedenle insan, daha doğrusu kamil insan yeryüzündeki gerçek
Tanrı'dır.
Kamil insan, sıradan insanların uyması gereken kuralları
belirleme hakkına sahiptir. İnsan, ruhsal varlığı ile
meleklerden daha aşağı bir kademededir.
Ama bu ruhsal varlık, çok değerli olan insan bedeniyle
birleşince bir melekten daha yüksek düşünme kapasitesine sahip
olabilir. Bu yeteneğe ulaşmış olan insanlar kamil insan
mertebesine yükselir. Bütün bu nedenlerle insan bedeni,
cinsellik ve sanat Aleviliğin mutlak olarak olumladığı
değerlerdir."
Genç Abdal şiirinde diyor ki:
"Tanrı'yı sevenler Tanrı ile beraberdir, onlar Tanrı'nın
içindedir, onlar tanrıdır."
Bu tip düşüncelerin, Ortodoks İslam sayılan Sünni mezhebi
üyelerini çok kızdırdığı kolayca anlaşılabilir.
Bu düşünceleri taşıyan şair Nesimi, 1714'de Halep'te derisi
yüzülerek öldürülmüştür.
Alevi toplulukları üzerinde her yüzyılda çok büyük baskılar
uygulanmış, kitle halinde öldürülmüşlerdir. Kadın erkek
eşitliğine inanmaları, kadınlarını çarşaf ve peçe altında
saklamamaları da çeşitli iftiralarla karşılaşmalarına neden
olmuştur. Anadolu'daki Sünni Müslümanlar Aleviler'i
ahlaksızlıkla, ensest ilişkilerle suçlamışlar ve bu söylentiler
Alevilik karşıtı bir propagandanın aracı olarak kullanmışlardır.
Oysa Alevi ahlakının temel ilkesi; "eline, diline, beline sahip
olmak"tır.
Bu ilkeler elle yapılacak hırsızlık, dövme gibi kötülüklerden
uzak durma, dille hakaret edip yalan söylememe ve cinsel olarak
tecavüzde bulanmama anlamına gelir. Aslında bu üç kural da
Aleviliğin kökleri hakkında bilgi vermektedir bizlere. Prof.
Irene Melikoff bu üç kuralı eski Mani dinine bağlar.
Ağzın, elin ve kalbin mühürleri vardır, Mani inancında. 8.
Yüzyıl'da Mani dinine sahip Uygur metinleri bu kuralı "üç damga"
olarak adlandırıyor.
Orhun yazıtlarında şöyle deniliyor:
"Bugüne kadar etle beslenen halk , bundan böyle pirinçle
beslenecek; öldürmenin kınandığı ülke, iyilik öğütlenen ülke
olacak."
Dünün özeti
Anadolu Aleviliği 11. Yüzyıl'da ortaya çıkmış ve 13. Yüzyıl'da
gelişmiştir. Bu dini akımın doğuşu ve yayılışındaki en büyük
etken Horasan'dan Anadolu'ya geçen gezici dervişler olmuştur. Bu
gezici dervişlere Türkistan Erenleri, Horasan Erenleri ve Rum
Erenleri denilmektedir. Türkistan Orta Asya'da, Horasan
İran'dadır. Rum deyimi ise Anadolu'yu, yani Doğu Roma
topraklarını anlatmak için kullanılmaktadır. Bu erenlerin en
önemli pirlerinden birisi Ahmed-i Yesevi'dir. "Türkistan'ın
doksandokuz bin pirinin piri" denilen Ahmed-i Yesevi'ye,
Horasan'daki yetmiş yedi bin pirin de bağlı olduğu Vilayetname
gibi kaynaklarda yazılıdır.
Hümanist ögelerle İslamı karıştırarak, Ortodoks İslam
anlayışının dışında bir akın geliştiren Ahmed-i Yesevi,
yetiştirdiği öğrencileri, bu anlayışı yaymak üzere çeşitli
ülkelere gönderiyordu. Yesevi düşüncesi, bu gezici dervişler
yoluyla Anadolu ve Balkanlara yayıldı. Yesevi'nin
öğrencilerinden Hacı Bektaş, Orta Anadolu'ya bugün Hacı Bektaş
kasabası olan Suluca Kara höyük'e geldi. Otman Dede ve Baba
İshak Amasya'ya Sarı Saltık Bulgaristan'a Dede Kargın Antalya'ya
yerleşerek öğretiyi yaymaya başladı.
Yedi yüz yıl geçmesine rağmen Yugoslavya'da, Arnavutluk'ta,
Bulgaristan'da büyük Alevi kitlesinin yaşamakta oluşu ve
Anadolu'da 23 milyon Alevi'nin varlığı bu etkinin gücü hakkında
bir fikir verebilir sanırım...
YARIN: Alevilerin ibadetleri ve 'müsahip'
geleneği...
--------------------------------------------
Vatan gazetesi´nden
19.10.2010
Aleviler, çağdaş
yaşamı destekledi
Aleviler Kurtuluş
Savaşını'da Cumhuriyeti de destekledi
Anadolu'da bir direniş hareketi öğütleyen Mustafa Kemal Atatürk,
Hacı Bektaş'a vekalet eden manevi liderden destek aldı.
Cumhuriyet döneminde Aleviler, laikliğin, Atatürk reformlarının,
kadın haklarının, çağdaş yaşam biçiminin ve daha sonra da sosyal
demokrat hareketlerin yanında yer aldı
ALEVİLERİN toplu ibadetlerine 'cem ayini' denilmektedir. Bu
törenlerde insanlar birbirlerinin yüzlerini görecek biçimde,
daireler oluşturarak otururlar. Camide namaz kılan Müslümanların
birbirinin arkasına sıralanması ve önündekinin sırtını görmesi
Alevi anlayışına uygun değildir. Bu yüzden kutsal sayılan kadın
ve erkek yüzleri birbirini görebilmelidir. Cem töreni dini lider
'dede' tarafından yönetilir. Dedeler genellikle saz çalarlar.
Saz Türklerin Orta Asya'dan getirdikleri 'kopuz' denilen
çalgının gelişmiş biçimidir. Uzun saplı bir telli enstrümandır.
Bu çalgı eşliğinde eski ozanların şiirleri seslendirilir,
Muhammed'e, Ali'ye ve 12 İmam'a dua edilir, topluma öğütler
verilir. Törenin belli bir bölümünde kadın ve erkekler birlikte
'semah' denilen dansı yaparlar. Bu dans, turna kuşunun
hareketlerini andırması bakımından ilginçtir. Alevilikteki ruhun
göçü ve başka bedene girmesi 'reenkarnasyon' inancına göre bu
ruhları taşıyan kuş, turnadır. Turna bir çeşit kutsal kuştur.
Çünkü en yükseklerde uçar ve ruh göçünün taşıyıcılığını yapar.
Turna Semahı da bunu anlatan bir rakstır. Cem törenlerinden
bazılarında ben de bulundum. Özellikle Doğu Anadolu'daki Keşiş
Dağları doruklarında, modern dünyayla pek az ilişkisi olan
karlarla kaplı Hınzoru köyündeki cem töreni, geçmiş yüzyıllardan
bu yana pek az değişiklik göstermiş olabilir. Cemin en ilginç
bölümlerinden birisi 'özünü dara çekmek' (kendini dar ağacına
asmak) olarak adlandırılan öz eleştiri töreniydi. Suç işlemiş
bir kişi toplumun önüne çıkarak bu suçunu itiraf ediyor ve sonra
dede tarafından kendisine bir ceza veriliyordu. Kiliselerdeki
günah çıkarmayı hatırlatan bu gelenek, her bireyin kendi
kendisiyle hesaplaşması sonucunu doğuruyordu. Verilen cezalar
genellikle toplum yararına yiyecek temini gibi cezalardı. Daha
önce de belirttiğim gibi insan öldürme ve cinsel suçlar
kesinlikle bağışlanmıyor o kişi toplum dışı olarak ilan
ediliyordu.
Cemin bir başka bölümünde birbiriyle çözemedikleri sorunları
olanlar, bu sorunları dedenin ve toplumun önüne taşıyorlardı.
Birbirleri aleyhinde yaptıkları şikayetler, köyün tanıklığı ve
dedenin kararıyla çözümleniyordu. Alevi inancının en önemli
kurumlarından birisi "müsahip" geleneğidir. İki insan birbirinin
müsahibi olunca, ölene kadar bir çok yükümlülükler üstlenir.
Müsahip kurumu insanlar arasındaki arkadaşlığı pekiştiren ve
toplumda dayanışmayı artıran bir işleve sahiptir.
Fransa Bilimsel Araştırmalar Merkezi'nden antropolog Altan
Gökalp, bu kurumu Fransız İhtilali'nden Saint Juste'ün
oluşturduğu mahalle dayanışması fikrine benzetmektedir. Anadolu
Aleviliği Ali ve onun soyundan gelenleri kutsal sayar. Bu yüzden
çoğu zaman İran'daki Ali taraftarı Şii'lerle karıştırılırlar.
Oysa Alevilik, Şiilik'ten çok farklı bir şeydir. İran'daki Şii
yönetiminin katı din kurallarına sahip olduğunu ve camilerde
namaz kılmak gibi dini ibadete çok bağlı bulunduğunu, kadınların
kapalı gezdiğini ve alkol kullanmanın yasak edildiğini
biliyoruz. Oysa daha önce de belirttiğimiz gibi Alevilerde
bunların hiçbiri yoktur. Aleviler öncelikle kutsal kitap
Kuran'ın bugünkü biçimine inanmazlar. Onlara göre, içinde çokça
Ali'den bahsedilen gerçek Kuran yazılmamış, daha sonra da üçüncü
halife Osman tarafından yazılan Kuran ise Muhammet ve Ali
düşmanlarının istedikleri gibi manipüle edilmiş, bir çok yeri
değiştirilmiştir.
13 Yüzyıl'daki mucize
Bu anlayışların neden merkezi Osmanlı idaresi tarafından hoş
görülemediği kolayca anlaşılabilir. Çünkü Osmanlı sultanları,
çok geniş bir alana yayılan imparatorluğu yönetebilmek için katı
din kuralları olan ve bir nevi İslam Ortodoksluğu sayılan Sünni
mezhebini tercih etmişlerdir. 13. Yüzyıl sonunda imparatorluğu
kuran Sultan Osman ve Orhan'ın Alevi-Bektaşi inancına yakınlığı
ve Yeniçeri Ordusu'nun Hacı Bektaş'a bağlı olması bu gerçeği
değiştirmemiştir. Özellikle 16. Yüzyıl başlarında İran'da
yönetimi ele alan Türk asıllı Şah İsmail'in Anadolu Alevileri
arasında çok sayıda taraftar toplaması, padişah Yavuz Sultan
Selim'i çok rahatsız etti ve İran-Osmanlı savaşı öncesinde
Anadolu'da çok büyük bir Alevi katliamı yaşandı. Hayatta
kalanlar dağlara çekilip, saklanarak ibadet ve yaşamlarını
sürdürmek zorunda kaldılar. Bu savaşı Osmanlıların kazanması da
Alevi inancının bir yönetim biçimi haline gelmesini engelledi.
Yüzyıllarca baskı altında kalan Alevi-Bektaşi anlayışı, 20.
Yüzyıl başlarında Jön Türk hareketinin kendilerine ilgi
duymasıyla tekrar gün ışığına çıktı. Ve Anadolu'da bir direniş
hareketi öğütleyen Atatürk, Hacı Bektaş'a vekalet eden manevi
liderden destek aldı. Cumhuriyet döneminde Aleviler, laikliğin ,
Atatürk reformlarının, kadın haklarının, çağdaş yaşam biçiminin
ve sonra da sosyal demokrat hareketlerin yanında yer aldılar.
Mevlana'yı, Hacı Bektaş'ı, öğrenciler aracılığıyla Anadolu'yu
çok etkilemiş olan Ahmed-i Yesevi'yi, Tapduk Emre'yi, Şeyh
Edbali'şi, Ahi Evran'ı düşünün. Biz 13. Yüzyıl'da bir mucize
yaşadık. Ne yazık ki bu mucize 21. Yüzyıl Türkiyesi'ni yeteri
kadar aydınlatmıyor. Çünkü gözlerimizi kapatıyoruz.
Sevgili dostlar,
Konferans metnine gösterdiğiniz ilgiye teşekkür ederim. Bazı
okur mesajları dolayısıyla açıklama yapmak gerektiğini
düşünüyorum.
1- Bir okurumuzun belirttiği gibi Hacı Bektaş,
Ahmed-i Yesevi'nin doğrudan öğrencisi değil, o yolun, o
öğretinin takipçisidir. Konuşmanın aslı İngilizce olduğu ve
Türkçe'ye çevrildiği için, 'öğrenci' 'o yolun öğrencisi'
anlamında kullanılmıştır.
2- Bu bilgelerin genel kaynağı Batınilik'tir.
3- Bir okurumuz Şah İsmail'in şiirinin bugünün
Türkçesine çevrildiğini sanmış. Yayınladığımız dizeler şiirin
orijinalidir. Çünkü Şah İsmail, Hatayi mahlasıyla ve Anadolu
Türkçesiyle yazmaktadır.
Bir başka şiirinde şöyle der:
Hatayim gördüm düşümde
Hiç hata yoktur işimde
Baykuş mezarım başında
Dertli dertli öter birgün
4- Bu konferansı yayınlamamızın nedeni mezhep
kavgalarını alevlendirmek değil, tam tersine Sünni, Alevi ya da
başka inanca mensup bütün yurttaşlarımıza, Anadolu'da bir
zamanlar yaşanmış olan Hacı Bektaş-ı Veli, Mevlânâ Celaleddin-i
Rumi, Yunus Emre, Ahi Evran, Şeyh Edebali döneminin, kardeşlik
ve insanlık duygularını hatırlatmaktır. Mesele suç işleyerek,
adam öldürerek ya da bunları teşvik ederek, iftiralar atarak,
şiddete başvurarak 'şu veya bu' olmak değil, her şeyden önce
temiz, ahlaklı bir insan olmaktır.
5- Bazı okurlarımızın, konferans metninin tamamını okumadan,
sadece o gün gördükleri yazıya dayanarak yorum yaptığı belli
oluyor. Oysa konuşmanın tamamında bir mantık silsilesi vardır.
Zahmet edip bütününü okurlarsa memnun olurum.
-BİTTİ-
|