E

Ğ

E

R


İ

N

S

A

N


İ

S

E

N


Ö

L

M

E

Z

S

İ

N


K

O

R

K

M

A
Uzumbaba Anasayfa Hacıbektaş logo Pirsultan semahÜzümbaba_forum
Anadolu Aleviliği(özelyazı)

Bir Alevi Dedesiyle söyleşi

Alevi Başkaldırıları

Osmanlı Arşivi

Cezalandırmalar1

Cezalandırmalar2

Alevilik Araştırmaları Üzerine

Alevi İslamcı Olamaz

'Hava Kararırsa Oteli Ateşe Verecekler

Pirsultan Kürt direnişçisi?


Pirsultan şiirleri ve türküleri(diğer sitemde derlenmiştir, okuyabilir ve dinleyebilirsiniz)

Kürt ırkçılarının Alevi kültürüne saldırıları devam ediyor

Aziz Nesin`in Madımak katliamından bir gün önceki konuşması

2 Temmuz..Madımak..Tıklayınız..

Temmuzda küçük bir araştırma! Medyamız ne kadar duyarlı idi?

Alevilik İslamın içinde mi yoksa dışında mı sorusu tuzak ve kasıtlıdır

Hacı Bektaş Veli Bir Batıni Dai'siydi

Hak'ka yürümek

Medyada Muharrem ayı

Alevilerin ilk siyasal partisi (Türkiye) Birlik Partisi

Aleviliğin Osmanlı dönemi yazılı kaynakları

Kızılbaşlık ve Kızılbaşlar

Osmanlı'nın şeytanı Cumhuriyet döneminin gericilik simgesi: Saz

Anadolu aleviliğinde ocak sistemi ve dedelik kurumu

Alevilik kaynağı kökleri ve gelişimi İ.Kaygusuz

İnanç düşünce ve siyasal tarih bağlamında Alevilik İ.Kaygusuz

Hacı Bektaş Veli'nin Yaşadığı Tarihsel Ortam

Ali Balkız:'Sivas'ta Ergenekon mu gizlendi'

Nejat Birdoğan Söyleşi

Maraş katliamı (24 aralık 1978)

Çorum katliamı(1980)

Malatya olayları katliamlar(1975-80)

Aleviliğin kökeni tartışması

Babailer - Anadolu Devriminin Kavşak Noktası

Hacı Bektaş ve Babai Ayaklanması

Princeton Üniversite konferas metni(Zülfü Livaneli)

Pir Sultan'ın Şah İsmail değerlendirmesi

"Kılıcından Kızılbaş kanı damlayan" Yavuz

Alevi Açılım

Hacıbektaş-ı Veli Türbesinde bulunan semboller ve anlamları

Cumhuriyet tarihinin Alevi katliamı belgeselleri
Maraş katliamı belgeseli
Çorum katliamı belgeseli
Sivas Madımak belgeseli

Dışarıdan Alevilik hakkında bakış açıları için birkaç örnek:


The Alevis of Turkey-Tina Hamrin Dahl

The Alevi and questions of identityw Roman"-Tina Hamrin Dahl

A Surviving Neoplatonism: on the Creed
of the Bektashi Order. Conversations
with a Mursit


Religious Courts Alongside Secular State Courts:
The Case of the Turkish Alevis


Dosyalara dön

KIZILBAŞLIK VE KIZILBAŞLAR

11 Ekim 1999 tarihinden başlayarak üç gün, Hürriyet gazetesinin "Basın Dünyası" köşesinde, Nejat Birdoğan'ın Müdafaa-i Hukuk Dergisi'nden alıntı yazısı yayınlandı. Anadolu halk hareketlerinde ilginç bir davranış olarak sunulan ve "Başını Alıp Gitmek" başlığını taşıyan yazı, Anadolu Alevi halk hareketlerini hafife alan; yanlış değerlendirmelerle kafa karıştıran tutarsızlıklar dolu bir yazıdır. Bilimsellikten uzak, derlemeci zihniyetiyle tarihe yaklaşımdır. Yazar birbirini çağrıştıran, ama çoğu birbirinden uzak ve başlıbaşına inceleme ve araştırma konusu olan tarihsel olayları, öyküleri, kişileri ve kurumları peşpeşe sıralamış. Sonra dönüp bu karışıklığa uygun bir başlığı yaraştırmış: Başını alıp gitmek! Oysa Anadolu Alevi halk hareketlerinde "başını alıp gitmek" değil, "başını vermek" vardır. Tarihsel olaylar üzerinde kaos yaratılarak, Osmanlı'nın toplu sürgünlerini yadsımak için, yeni bir bakış mı üretiliyor?

Nejat Birdoğan "kaynakların gösterdiğine göre diyor, Baba İshak olayında, ekonomik ve dinsel nedenler birlikte görev yapmıştır". Yani, bu ayaklanma eylemi, ekonomik ve dinsel nedenlere, onların çözümüne odaklanmıştır, demek istiyor olmalı. Ancak eylemde "bir siyasal neden olup olmadığı üzerinde duraksama" yapıyor. "Baba'nın bu zorlayan yürüyüşü sonunda, Konya tahtına el konup konmayacağı tartışmalıdır. Yoksa salt bir 'uyarı' ayaklanması mıydı?" diye soruyor ve arkasından, Babai ayaklanmasında, "siyasal nedenin varlığına olasılık" tanımıyor Nejat Birdoğan. Oysa kaynaklar tam tersini söylüyor ve tarihsel gerçekler yazarımızı yalanlıyor: Siyasal nedenler kadar da siyasal amaçlı büyük bir toplumsal kalkışmaydı Babai hareketi. Hem de Babailer Konya üzerine yürüdüler ve hedefleri Sultan Gıyaseddin Keyhusrev'in tahtına el koymak, kendi yönetimlerini kurmaktı.

"Uyarı" ayaklanması ne demek oluyor? Tarihin hiçbir döneminde, baskıcı yönetimlere karşı, "uyarı" ayaklanması diye bir ayaklanma olmamıştır. Bu tür toplumsal hareketlerin doğasına aykırıdır "uyarı" kavramı. Baba İshak Samsat-Adıyaman çevresinden başladığı "uzun savaş yürüyüşünü", Malatya, Sivas, Tokat, Amasya üzerinden Kayseri-Malya'ya kadar sürdürmüş. İki ay içinde tam oniki kez karşısına çıkan Selçuklu emirlerinin kuvvetlerini peşpeşe yenmiştir. Ayaklanmadan 5-6 yıl sonra bölgeyi gezen Dominiken keşişi Simon de Saint Quentin yazmaktadır bunları. Bu nasıl "uyarı" ayaklanmasıdır böyle?

Bu "uyarı" saptamasından (!) sonra, Cumhuriyet dönemindeki şapka giymeye tepki ve Şeyh Sait isyanı gibi irticai-etnik hareketlerle dolaylı karşılaştırma yaparak bir koşutluk arayışına çıkmış Nejat Birdoğan. Fethullahçı (Işıkçı) hareketinin, inançsal ve toplumsal temelde hiçbir yakınlığı olmadığı halde, Babai batıniliğiyle koşutluk kurmaya çalışan İslamcı yazarlardan mı esinlenmiş nedir? Bu büyük halk hareketinin, toplumsal ve siyasal başkaldırının kıyısından köşesinden bir kaç sözedip, iğreti değerlendirmeler yapmaya kimsenin hakkı yoktur. Bu nedenle yapabildiğimizce özetleyerek Babai ayaklanmasını burada anlatmak gerekli olmaktadır (Bir önceki bölümün sonunda "Babailer ve Babai ayaklanması"nı incelediğimiz için bir özet vermek gerekliliği ortadan kalkmıştır.)

Şunları sormak gerekir Nejat Birdoğan'a: Babai halk hareketine hangi amaçla "uyarı" ayaklanması diyor ve nasıl hareketin siyasal yönünün olmadığını söyleyebiliyorsunuz? Hangi hakla düşünceleri ve amaçları uğrunda "başını veren" Babai erlerini, "başını alıp gitmek" başlığı altında değerlendirmeye girişiyorsunuz? Tarihsel olayları, özellikle halkların sosyal mücadelelerini, dönemin koşulları içinde derinlemesine ve diyalektik yöntemle incelemeden özümsemek olası değildir. Bu özümseme gerçekleşmeden verilen bilgiler yanlış olur, tarihi saptırmak olur.

I. 1 "Başını alıp giden" Kızılbaşlar Kimlerdir?

Nejat Birdoğan:

"...Bugünkü çalışmamızda kana yönelmeyen, kimi halk hareketlerinden (Sanki yönetenler savaşlar yapmamış, halkı ezmemiş ve hiç kan dökmemiş, sicilleri tertemiz! İ.K )sözetmek istiyoruz. Bu hareketlerde de yönetimden yakınan kitlelerin, kurtuluş umutları kalmayınca doğup büyüdükleri toprakları bırakıp gitmelerini öyküleri yatmaktadır... Örnekler, Anadolu toprağında yerleşen Alevi ve Türk topluluklarıyla ilgilidir. Sunacağımız ilk örnek, Anadolu halkının büyük bir kesiminin Osmanlı devletine güveni kalmaması üzerine kendisine yeni bir sığınak aramasının, umarsız kalan Anadolu köylüsünün 1498'de 11 yaşında iken bir umut gibi görünen Kızılbaş lideri Şah İsmail Hatai'ye sığınma arzusunun öyküsüdür" diyerek asıl girişini yapıyor.

Yazarımız bu girişi yaptıktan sonra, bir edebiyatçı, ama bütünlükten uzak bir öykücülük anlayışıyla daldan dala atlayarak, birbirini çağrıştıran yaklaşık üç yüzyıllık olaylar arasında dolaşıyor. Bu başlık altında sadece Beğdili Türkmen oymağını işleseydi; Şah İsmail'den önce, onun dönemi ve sonrasında Azerbaycan ve İran'da yerleşmiş veya geri dönmüş oymaklarının kısa bir dökümünü yapsaydı, çok da iyi olurdu. Hatta bu konuda, Prof. Dr. Faruk Sumer'in "Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü (Ankara-1992)" adlı ayrıntılı kitabına yeni katkılar bile yapabilirdi.

Nejat Birdoğan Hoca, böyle bir yazıda, halk hareketlerini ve hele de elli yıllık kesintisiz bir devrim hareketi olan, Aleviliğin büyük Kızılbaş siyasi hareketini yorumlamaya, değerlendirmeye kalkışmamalıydı. O zaman, gidenleri de "Osmanlı Devletine güveni kalmamasına", "11 yaşındaki Şah İsmail'e sığınma" amacına bağlamak gafleti ve saptırmasına düşmezdi. Araştırmacı yazarlarımız ve tarihçilerimizin, ortodoks İslam (Sünni) ve eski Osmanlı tarihyazıcıların gözüyle bakmayı bir türlü bırakamadıkları, bu büyük Kızılbaş siyasi hareketini nesnel bakış açısından burada özetlemek istiyoruz:

I. 2 Aleviliğin Kızılbaş Siyasi Hareketi Başlangıcı: Şeyh Cüneyd ve Şeyh Haydar

15. yüzyılın ortalarından 16. yüzyılın başına kadarki dönem, Alevi-Kızılbaş halkların toplumsal mücadele ve ihtilal dönemidir. Şah İsmail Safevi, Kızılbaş Türkmen halklar tarafından yaratılmış sadece Ali soylu bir hanedan simgesidir. Ali donuna büründürülmüş ve kutsallaştırılıp, Alevi toplumunca kızıl renge boyanıp, sancaklaştırılarak başa geçirilmişti.

Önce Kızılbaşlık siyasetinin başlangıç yılları ve önkoşullarına gözatalım:

1402 Ankara savaşında Yıldırım Bayezid'i büyük yenilgiye uğratan Timur geri dönerken, birlikte götürdüğü otuz bin tutsak Türkmeni, Erdebil şeyhi Hoca Ali'ye hediye etmişti. Tutsak Türkmenlerin büyük çoğunluğu Tekelü ve Karamanlulardı. Erdebil kentinin Sufiyan-i Rum (Anadolu sufileri) mahallesine yerleştirilmiş bu Türkmenler, Hacı Bektaş ilkelerini Erdebil'e ilk taşıyanlar olmuş. Çeyrek yüzyıl gibi kısa bir zaman içerisinde, Erdebil tekkesinin Ortodoks karakterini değiştirmişlerdi. Bu Türkmenlerden bazıları, Hoca Ali'nin son yılları ve özellikle Şeyh İbrahim (1429-1447) döneminde geri memleketlerine dönmüşlerdir. Böylelikle Erdebil ile Rum (Anadolu) Alevi Türkmenleri arasında bağ kurulmuş ve gidip gelmeler başlamıştır. Hatta Hoca Ali'nin kardeşi Cemaleddin'in oğulları da Anadolu'ya gelmiştir. Erdebil'de şeyhlik postunu yuitirmiş, itibardan düşmüş, fakirleşmiş Şeyh Safiyüddin soyundan gelen başka kişilerin de, Anadolu bir çeşit ekmek kapısı olmuştu. Muhammed-Ali soyundan seyyidler olarak Aleviler arasında Dedelik yapıyorlardı. Örneğin büyük Alevi halk ozanı Dede Kul Himmet'in babası da, Hoca Ali'nin amcası Muhyiddin'in torunlarındandı.

Şeyh İbrahim'den sonra, Karakoyunlu Cihangir Şah'in desteğiyle Şeyh Cafer tarafindan Erdebil dergahından kovulan Şeyh İbrahim oğlu Şeyh Cüneyd'in Anadolu'daki 7 yıllık mücadelesi (1449-1456) kaynaşmayı daha da artırmıştır. Sürgündeki Şeyh Cüneyd Osmanoğullarından talep ettiği yakınlığı görmemiş. Konya'daki Sünni islam bilginleri de, Sahabilere ilişkin kuşku ve inançsızlığını dile getirmesi yüzünden kentten kovulmuş, arkasından da öldürmek için kuvvet gönderilmiş. Dedesi Hoca Ali'nin Teke ve Hamidoğullari arasındaki müridlerine ulaşamayan Şeyh Cüneyd, önce güneyde Şeyh Bedreddin müridleri Varsak Türkmenleri, daha sonra da kuzeyde Canik'te Çepni Alevileri arasında gizlenerek canını kurtarmıştı.

Cüneyd, Hacı Bektaş'ın kurduğu yol ve onun ilkeleriyle yol-erkan süren Çepni Dede'lerinden tam irşad oldu. Mensup olduğu Safevi soyunun, yedinci İmam Musa Kazım yoluyla Muhammed-Ali'ye ulaşması (ya da öyle inanılması) nedeniyle seyyidliği, içlerinde bulunduğu toplumca kutsanıp ululanmış ve kendisini bir önder durumuna sokmuştu. Bu arada Trabzon Pontus prensliği topraklarına yaptığı akınlarda büyük başarılar kazanıp, kısa bir zamanda Şeyh Cüneyd "Yirmi bin kişilik silahlı sufiye kumandanlık edecek" güce erişince, Akkoyunlu Uzun Hasan padişah ona elini uzattı ve kızkardeşiyle evlendirdi.

Şeyh Cüneyd Erdebil'e döndüğünde dergah postunda uzun süre kalamamış. Akkoyunlu Uzun Hasan'ın bir yandan Osmanoğulları ve öbür yandan Karakoyunlular'la siyasi mücadeleleri ve savaşları arasında ömrü tükenmişti. Ancak Anadolu Alevileri arasında adı yüceldi, efsaneleşti.

Ama, asıl efsanevi mücadele, 9 yaşlarında dayısı Akkoyunlu Uzun Hasan'nın 1470 yılında kendi eliyle Erdebil postuna oturttuğu Şeyh Haydar'la başlıyor. Bu mücadele, oğullarından Şah İsmail'in şeyhlikten şahlığa geçişine kadar sürecektir. Haydar, Uzun Hasan'ın karargahında büyümüş, kavgalarda bulunmuş ve sert bir disiplinle yetişmişti. Askerliğe ve silaha karşı çok yatkın ve kendisi mızrak ok yay ve kalkan ustasıydı. Erdebil'de artık kamış kalem yerine kılıçlar görülmeye başlanmıştı. ( Walter Hinz, Çev.Tevfik Bıyıklıoğlu, Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd, Ankara-1992, s.65, no.4)

Şeyh Haydar'ın Erdebil dergahı postunda oturduğu, on sekiz yıl içerisinde başardığı en büyük iş, Kızılbaş kavramı çevresinde inançsal ve toplumsal bir bilinç oluşturmasıydı. Bu bilincin simgesi, on iki dilimli kırmızı bir kavuk olan ve Haydari sarık adıyla anılan taçdır. Bugüne kadar gelen geleneksel bilgiler, bu kızıl Haydari başlığın ya da sarığın, rüyasina girmiş olan Hz. Ali tarafindan kendisine öğretildiği yönündedir. Bu başlık Walter Hinz'in belirttiği gibi:

"Safeviliğin Alevi akidesini ve mübarek Oniki İmam'ı temsil etmektedir. Peygamberle kan akrabalığı dolayısıyla yalnız bu Oniki İmam onun meşru halefleri sayıldığından isimleri bu dilimlerin üzerine işlenmiş bulunmaktaydi. Bu başlğı kullananlara verilen Kızılbaş ismi de bu yeni sarığın rengiyle ilgilidir." (Walter Hinz, agy. s. 65)

Şeyh Haydar'in Erdebil'de yaptığı bu simgesel değişikliğin, yani kızıl başlık takmanın kökeni aslında ayni bölgede yükselmiş bir heterodoks harekete dayanıyordu. 816'larda Sünni Abbasi yönetimine başkaldıran ve 21 yıl boyunca Abbasi halifelerinin tahtlarını sarsan Babek Hurremi yandaşlarının da başlarında kızıl renkli başlıklar vardı ve kendilerine Farsça "Sürhseran (Kızılbaşlar)" deniliyordu.

I. 2. a Alevi Türkmen Topluluklarının Benimsedikleri 'Kızılbaşlık Bilinci' Siyasallaştırılıyor

Böylelikle Şeyh Haydar'ın yanında durup kendisiyle birlikte mücadele edenler "Kızılbaş Ordusu" adını aldı. Bu unvan altında düşmanlarına savaş açan genç Şeyh'in, İmam Ali'nin sancağını taşıdığına inanılıyordu. (Ziya Şakir, Mezhepler Tarihi, İstanbul-1946, s.87) Anadolu'nun yoksul insanlari bu bilinçle harekete geçirilmişti. Anadolu Alevi halklarının benimsetilmiş Kızılbaşlık bilincinin siyasallaştırılması gerekiyordu .

Şeyh Haydar'ın çevresinde bulunan ve onu yönlendirenler (daha sonra Şah İsmail'i koruyarak, eğitip yetiştirdikten sonra Safevi Kızılbaş Devlet'inin çatısını kuranlar da bu kişilerdi) Şamlu Türkmenlerinden Lala Hüseyin Bey, Dulkadirli Dede Abdal Bey, Ustacalu Muhammed Bey, Şamlu Abdi Bey, Bayburdlu Karaca İlyas, Tekelü Saru Ali Bey, Karamanlu Bayram Bey Rumlu Ali Bey, Talişli Dede Bey, Kacarlu Kara Piri Bey vb.di. Bunların her biri mensup oldukları, Türkmen oymaklarının, -bazılarının Pir, Abdal, Dede sıfatlarıyla anıldıklarına bakılırsa- hem inançsal önderi Dedesi, hem de yönetici Beğ'leridir. Bunların bazıları, önce sözü edildiği gibi, Hoca Ali'nin Erdebil'e yerleştirdiği Türkmenlerin (Tekelü, Karamanlu), öbürleri ise Şeyh Cüneyd'in savaşlarına katılarak ya da Şeyh Haydar döneminde (Örneğin, Azerbaycan'da Tarum bölgesine yerleşmiş Şamlular gibi) gelmiş bulunuyorlardi.(Walter Hinz, agy. s.66-67; Faruk Sümer, Safevi Devleti'nin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara-1992, s. 13, 15, 21)

Görüldüğü gibi, II. Bayezid döneminden çok önce Kızılbaş devinimleri başlamıştı. Bayezid'in yönetiminde (1481-1512) dahi Osmanlılar, Arnavutluk'a kadar bütün Balkanlara hükmetmekle birlikte, bugünün Anadolu'sunun ancak dörtte birini ellerinde bulunduruyor. Ancak Batı ve güneybatı Anadolu, Trabzon'a kadar kuzey kıyılar, Kayseri'ye kadar Orta Anadolu'ya hakimdiler. Orta ve güney bölgelerde, Hamidoğullari Antalya Subesi, Alaiye Beyliği 1507, Konya ve Karaman'da Karaman beyliği 1513, Maraş Elbistan Malatya'da Dulkadiroğulları 1515, Adana ve Tarsus'da Ramazanoğulları Beyliği 1517 tarihlerinde Osmanlılara katılmıştır. Doğuda Diyarbakır'dan Azerbaycan'a kadar hükmeden bir Akkoyunlular devleti bulunmaktaydı.

Gerek Osmanlı topraklarında ve gerekse yukarıda adı geçen Beyliklerdeki kırsal bölgelerde yaşayanların ezici çoğunluğu, çeşitli Türkmen boylarına mensup Alevilerdi. Anadolu'da istikrarlı bir merkezi yönetimin bulunmaması, Beyliklerin ve Osmanlının ağır toprak ve vergi yazımlarıyla halkı canından bezdirmesi, inançlarından ötürü zulüm ve baskılar Türkmenleri, yukarıda değinildiği gibi, Safevi Cüneyd ve özellikle Şeyh Haydar'la birlikte Kızılbaş ihtilalinin içine sokmuştu. Karamanlu, Tekelü, Şamlu, Ustaçlu ve Rumlu Türkmenlerin büyük bir kısmı daha o zamandan (1470'lerde) İran ve Azerbaycan'a göçederek, Şeyh Haydar'ın ilk Kızılbaş ordusunu oluşturmuşlardı.

Anadolu Alevi-Kızılbaş halkları arasındaki geniş propaganda ve özellikle Hacı Bektaş'tan sonra, Ali donunda Şah İsmail'in ortaya çıkarılışı kitleleri çok etkiledi. Şah İsmail'in 1501 baharında Erzincan'a gelişi ve iki ay sonra 7 bin (ya da 12 bin) kişilik kuvvetle Azerbaycan'a dönüp savaşlara girişmesi, (Faruk Sumer, Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara-1992, s. 20) Kızılbaş kitlelerin bir önder bekledikleri ve kendi devletlerini-yönetimlerini kurmaya hazır olduklarını gösteriyordu. Çünkü W. Hinz'in "Kızılbaş kabileleri" olarak nitelendirdiği bu Türkmen aşiretlerinin öbür kabile ve şubeleri Küçük Asya'daki (Anadolu) Germiyan, İsfendiyar, Hamidoğulları, Karamanoğullari, Osmanoğulları, Dulkadiroğulları, Memlükler, Akkoyunlu vb. beyliklerinin topraklarında yaşamaktaydılar. İşte böyle bir toplumsal bölünmüşlüğü yaşamakta olan Anadolu Alevileri'nin siyasallaşıp toparlanması sözkonusuydu.

Kızılbaş-Safevi hareketi ve Şah İsmail olgusuna günümüz Türk tarihçileri, Osmanlı tarihyazıcıların gözüyle bakmış. Daha da ileri gidilerek, 15. yüzyılda, 16. yüzyılın başlarında, sanki Anadolu bugünkü sınırlarıyla Osmanlılara aitmiş gibi, Anadolu Alevi halklarını Kızılbaş İran'la işbirliği yapmak ve Osmanlı'ya ihanetle suçlamışlardı. Bir kere daha şunu açıkça belirtelim: Safevi hanedanını ortaya çıkaran, yaratan Kızılbaş Türkmenlerdir. İnançları itibarıyla bir Ali soylunun hükümdar olması gerekiyordu. Önasya'daki mevcut bazı merkezi feodal devletler ve beyliklerin (Osmanlı, Mısır Memlük, Akkoyunlu, Karakoyunlu, Timuroğulları ve Anadolu'daki beylikler), özelde Anadolu'ya, genelde ise tüm Önasya'ya egemen olma ve paylaşım savaşları yüzyılı içerisinde, uzun süreli bir ihtilal mücadelesi sonucu kurulmuştu Kızılbaş Safevi devleti. Faruk Sümer :

"Anadolulu Kızılbaş Türkler olmasa, diyor, değil Safevi devletinin kuruluşu, Erdebil şeyhlerinin siyasi gayeler taşıması bile düşünülemezdi. Hatta kaynaklardan açıkça anlaşıldığı gibi, onlar yani Anadolu Türkleri veya onların bir kısmı aşırı dini inançlarını Şeyh ve Şah'larına kabul ettirmeye çalışmışlardı." (F. Sumer, agy. s.22) diyor. Sadece kabul ettirmeye çalışmışlar değil, kendi inançları çerçevesinde onları yetiştirmişlerdi.

Anlaşılıyor ki, kabileleriyle birlikte Erdebil'e intisabetmiş bu Dede-Beğ'ler, Alevi Halkları birliğe götürme ve bir devlet oluşturma misyonu yüklenmişlerdi. Bu kişiler Anadolu'nun dört bir yanında görevlendirilmiş 360 Hacı Bektaş Veli (Ö.1271-2) halifesinden birine bağlı Türkmen boylarına mensub insanların torunları olarak, Hacı Bektaş'ın yol ve erkanı, dem ve devranını Erdebil'e yerleştirmişler. 1470'li yıllarda Şeyh Haydar'a vasilik etmiş babasının amcası yaşlı Şeyh Cafer'in -ki Karakoyunlular'la işbirliği yapıp, Cüneyd'i Erdebil'den iki kez çıkartan kişidir- ölümünden sonra Haydar'ı ve sonra Şah İsmail'i Hünkar'in kurduğu yol ve erkanın gerektirdiği biçimde yetiştirmişlerdi. Hacı Bektaş Veli'nin gerek Molla Said tarafindan Türkçeleştirilmiş "Makalat"ı ve gerekse "Vilayetname" ellerindedir. Şah İsmail'in Alevi-Bektaşi eğitimi bu kitaplar üzerinden yapılmıştır. Ayrıca Fazlullah'ın halifesi Seyyid İmadeddin Nesimi'nin yapıtları ve Yunus Emre ve Kaygusuz Abdal'ın şiirleri, yapıtları Şah İsmail'in yetişmesinde Hacı Bektaş'inkiler kadar etkilidir. Yazmış olduğu şiirlerinde Yunus Emre'ye özenmiş, ona birçok benzekler yapmıştır. İkisi de ayni "yol içre niyazbenddir" (yol içinde yalvaran-tapınan) ve "doğruluk dost kapısı" kuludur, yani Hacı Bektaş Veli'nin "doğruluk dost kapısıdır" ilkesine bağlıdır:

Şah İsmail'den:

Niyazmend ol müdam yol içre doğru

Ki suret tebdil edip olma uğru

Yakın bil 'doğrulıg dost kapusıdır'

Hakikat aleminin dapusıdır

Kimin ki ola sıtk ile ehl-i niyaz

Yol içinde saf ola ol şahbaz

...

Hatayi derdimendim bir kemine

Ancak Hü deyin şahın demine



Yunus'tan:

Gönül secde eder dost mihrabına

Yüzüm yere koyup kılar münacat

Münacat için vakt olmaz arda

Kim ola dost ile bu demde halvet

...

Doğruluk bekleyen dost kapısında

Gümansız ol bulır ilahi devlet

Yunus ol kapıda keminde kuldır

Ezelden ebede dektir bu izzet


I. 2. b Kızılbaşlık Şah İsmail ile Aleviliğin Devlet Siyasetine Dönüştürülmüştü

Simgesel kızıl bir başlıkla ortaya çıkıp, kısa bir süre içinde Aleviliğin siyasal adı olmuş Kızılbaşlık bilinci, Şah İsmail'de İmam Ali'nin cisimleştiği ve dolayısıyla Hacı Bektaş Veli'nin de İsmail donunda zuhur ettiği, en yoğun biçimde, Anadolu'da yaşayan Aleviler halklar arasında yayıldı. Şah İsmail'in hakkında anlatılanlar ve daha 7-8 yaşlarındayken yazdığı, ellerine ulaştırılan olağanüstü yetkinlikte deyiş ve nefesleri, düvazimam ve nat-i Ali (Oniki İmam ve Ali övgüsü) şiirleri, onun Ali ve Hacı Bektaş Veli olarak dondan dona geçtiğine tam inandırıyordu. Cem'lerde bunlar okunuyor ve kendisine erişilmez bir Veli gibi niyazda, secdede bulunuluyordu. On beş yaşlarında Anadolu'ya ilk geldiğinde, Erzincan'da onu görüp niyaz etmek ve peşinden gitmek için Alevi-Kızılbaş topluluklarına artık hiç kimse engel olamazdı ve olamadılar. Onları birliğe götürecek Ali soylu bir hanedan yaratılmış ve peşinden gidilecek bir Şah-ı Velayet (veliler şahı Ali) bulmuşlardı. Artık "kurban olduğum Pirim, Mürşidim!' diye savaş türküleri söylüyerek, zırh ve kalkan kullanmadan bağırları açık onun ardından düşman üzerine yürümeye başladılar". (Walther Hinz, agy. s.9. Dipnt. 3, 4)

Kızılbaşlık toplumsal bilinci, Şah İsmail'le birlikte siyasal bilince dönüştürülmüş. Yani Aleviliğin devlet siyaseti olmuş; "Şeyhlikten Şahlığa" geçilerek, kısa bir sürede başkenti Tebriz olan Safevi Kızılbaş devletinin temeli atılmıştır.

Alevi inanç ve felsefesi, Görülüp-sorulma, Dar ve Musahiblik kurumlarıyla bu devletin yaşamına geçirilmişti. Safevi sarayında Cem törenleri yapıldığı, meydan açılıp, bu meydanda kusurların-kabahatların ortaya dökülerek, düşkünlerin cezalandırıldığı bilinmektedir. Venedik Cumhuriyeti adına Şah Tahmasb'in (1524-1576) ilk yıllarında, sarayını elçi olarak ziyaret eden Michele Membre günlüğünde (Relazione, s. 48vd.), tanık olduğu bu törenler hakkında bilgi vermektedir.

I. 2. c Kızılbaş Safevi Devletinin Temeli, "Ehli İhtisas" Adıyla Bir Çeşit İhtilal Konseyi Tarafından Atılmıştı

Kızılbaş ihtilali önderleri, devlet yönetimindeki deneyimsizliklerine rağmen, gelenek ve inançlarından kaynaklanan bilgilerle bir mekanizma oluşturmuşlardı. Şah İsmail'i Gilan'da sakladıkları dönemde (1494-1499), inançları gereği mürşid ve mürid (talip) ilişkileri içinde, "Ehli İhtisas" adı altında "Lala, Abdal, Dede, Hadim (hizmet gören) ve Halifat al- Hulafa'dan (Halifeler halifesi)'' oluşan bir kurul kurmuşlardı. (R.M.Savory, The Cambridge History of Iran, Vol. 6, s.357)

Ehl-i İhtisas kurulu, siyasi propagandasını çok bilinçli sürdürmekteydi: Halifeler Halifesinin Anadolu hatta Balkanlara, Suriye, Azerbaycan'a ve İran'da Horasan ve Kuzistan eyaletlerine gönderdiği halifeleri aracılığıyla, Ortodoks İslam (Sünni ve Şii) dışındaki Alevi-Bektaşi ve Ehli Halkçı, Hurufi vb. heretik (rafizi) tüm heterodoks (aykırı) islam topluluklarıyla iletişim kurulmuş siyaset ve bilgi alışverişi yapıyordu. Kuşkusuz ağırlık ve en yoğun çalışma Anadolu Alevi-Bektaşileri arasındaydı.

Bu yüksek kurul, bir ihtilal konseyi gibi çalışmış Karamanlu, Rumlu, Dulkadir, Tekelü, Ustaçlu, Şamlu gibi Alevi Türkmen oymakları askeri aristokrasisinin birlik ve beraberliğini sağlamış. Hazar kıyılarından, Anadolu'nun içlerine Teke İli'ne uzanan çok geniş bir alan içinde etkin propaganda eylemleri ve çok sayıda savaşları yönetmiş, sonunda Kızılbaş devletini kurup 1501-2'de Şah İsmail'i tahta oturtmuşlardı.

Devleti kurduktan sonra kurul, Lala'lığı kaldırarak, yerine "Vekil-i Nefs-i Nefis-i Humayun" adıyla bir yüksek görev yarattılar. Bu görev, Şah İsmail'in hem 'Padişah' olarak siyasal iktidarının, hem de 'Mürşid-i Kamil' olarak inançsal iktidarının vekillik kurumuydu. Bu kurum bir süre için, geleneksel sadrazam ve tüm bürokrasinin, yani Umera'nın başı görevlerini içeren Vezir iktidarlarını gölgede bıraktı. Vekil, Savory'nin deyimiyle Şah İsmail'in "alter ego"su, yani ikinci kişiliğiydi. Bu kurumun yaratılması, Şah İsmail nezdinde, teokratik yönetim biçimi ile siyasal bürokrasi arasındaki boşluğa kapatan köprüydü.

Bu göreve daha önce Ehl-i İhtisas'ta lalalık yapan Şamlu Hüseyin Bey getirildi. Böylelikle Şamlu Hüseyin bey, hem Şah vekilliğini, hem de Emir ül- Umara (Emirlerin başı) yetkisini üstlenmişti.( R.M. Savory, agy. s.358-359) İktidar, bu kişinin ellerinde ve dolayısıyla Kızılbaş Ehl-i İhtisas kurulunun sorumluluğunda bulunuyordu. Böylece bulunan ya da yaratılan Ali soylu bir hanedanın mensubu Şah İsmail, "Ali'nin mazharı" kutsallığına büründürülmüş kişilik olarak öne çıkartılıp, taçlandırılarak Kızılbaş-Safevi Devleti kuruluşu tamamlanmıştı.

Bu Alevi büyük inançlı yığınlar, 13. yüzyılda Babai bakaldırı siyasetiyle Anadolu'yu sarsmıştı. Kökleri, 1420'de bastırılmış Bedreddinilik ihtilalci siyasetine inen Kızılbaş hareketi, 1450'lerde Şeyh Cüneyd'in Anadolu'da Varsak Bedreddinileri ve Çepni Alevileriyle birlikte çıkış yaptığı mücadeleyle başladı. Oğlu Şeyh Haydar'ın taktığı 12 dilimli kızıl renkli haydari başlık da ihtilalci siyasetin simgesi olmuştu. Büyük yengi ve yenilgiler, dağılmalar, toparlanmalarla Anadolu'dan dalga dalga kalkan Kızılbaş Türkmenler, yarım yüzyıllık sürekli ihtilal sonucu Kızılbaş Safevi devletini kurmuşlardı.

Bu devlet, Osmanlı'dan daha fazla Türk idi. Kızılbaş Safevi devleti, aşağıda açıklayacağımız gibi 1533-34 yıllarına kadar bir İran devleti olmamıştır; inaç ve felsefesiyle, eyalet valilikleri dahil geniş yönetim kadrolarıyla ve ordusuyla tam bir Kızılbaş Türkmen devletidir. Osmanlı bunu çok iyi biliyordu, ama siyasetini "Erdebilli Kızılbaş Pelidi (pis çocuk)" ortadan kaldırmak üzerine kurmuştu. Aslında Osmanlı'nın amacı hiçbir zaman İran devletini yıkmak ve ülkeyi kendi topraklarına katmak olmamıştır; hayran oldukları dilini ve kültürünü benimsedikleri "Farisi devleti" (İran devletini) sapkın-dinsiz (rafizi-mülhid) niteledikleri Kızılbaşlardan kurtarmak, Ortodoks İslamlığı (Sünnilik ve Şiilik) korumaktı.

İranlı tarihçiler de, bu dönemi İran tarihi içinde görmek ve önemsemek istememektedirler. Gulat (yoldan çıkmış, aşırı) saydıkları Kızılbaşlığı, Oniki İmamcı Şiiliğe vurulmuş bir darbe ve dinsizlik olarak görmektedirler.

Osmanlı tarihyazıcılarının ve Sünni-resmi tarihin yere batırdığı, lanetlediği Kızılbaşlığın, genelde Anadolu Türk tarihi içerisinde, özelde Aleviliğin siyaset tarihinde çok başarılı, çok seçkin ve onurlu bir yeri vardır. Onuncu yüzyılın başlarından bu yana, yani Zeydi Alevi Hazar Devletini yıkılışından sonra bölgede ilk kez, Alevilik inanç ve düşüncesinden doğan Kızılbaşlık siyaseti, yarım yüzyıl süren silahli mücadele sonunda iktidara taşınmıştı.1

Başlarda Karakoyunlu, Akkoyunlu, Gürcü, Timuroğulları vb.feodal devletler kesin yenilgiye uğratılarak Erdebil çevresi temizlenip, Şah İsmail önce dergahta Mürşid postuna oturtulmuş. Burada yapılan Cem'lerde ikrar meydanı açılıp, Dar-Didar görülerek çok önemli kararlar alınmıştı. Biliniyordu ki Erdebil'den çıkılmadığı, yani Şeyhlik aşılmadığı takdirde, Şeyh Cüneyd, Şeyh Haydar ve Sultan Ali gibi Şah İsmail de yaşatılmayacaktı...

Neden Erdebil'in öncü seçildiğini kavramak için, Anadolu'daki Hacı Bektaş Dergahının durumuna bir bakmak gerekiyor. 1453'de İstanbul alınmasıyla, bin yılı aşkın tarihi olan Bizans devletinin tüm yönetim kurumlarıyla mirasına konarak devlet olma aşamasını çoktan tamamlamış ve bir cihan imparatorluğuna doğru adım atan Osmanlı devleti sınırları içerisinde Hacı Bektaş Dergahı bulunmaktaydı. Balkanlarda Arnavutluk'a kadar uzanan imparatorluk içinde ve diğer beyliklerde köy köy, oba oba dolaşıp Cemlerini yaptıran, ibadet ve inançlarını, Muhammed-Ali yolunu sürdüren Dede'ler Hacı Bektaş Dergahına bağlıydı. Orada kazan kaynatıp icazet alıyorlardı. İnançlarının merkezi ve en kutsal ziyaret yerleriydi. Şeyh Bedreddin başkaldırısında mücadele gücünü oluşturan Balkanlarda Dobruca'lı Saru Saltuklular, Anadolu'da Torlaklar, Abdallar, Kalenderi, Ağaçeriler vb. adlarını taşıyan aynı Alevi Bektaşi Türkmen topluluklarıydı ve bu Dergaha bağlıydılar.

Ancak Kızılbaşlık siyasi hareketinin başından beri, Hacı Bektaş Veli Dergahında postta oturanlar, toparlayıcı ve kitlelerin peşinden gideceği siyasal önderlik niteliği taşıyan kişiler değildi. Belliki Dergah sadece, yılda bir kez Muharrem ayı matem törenlerinde ziyaret edilip aşure pişirilerek "hak Lokması" dağıtıldığı; Görgü Cemleri yapılıp düşkün kaldırıldığı; bölgesel seyyidlerin, oymak ve aşiret Dedelerinin kurban kesip "kazan kaynatarak Dedelik icazetlerini" yeniledikleri veya aldıkları bir inanç merkezi konumundaydı.

Hacı Bektaş Dergahı, Hünkar'ın ilk ardası Abdal Musa Sultan (Ö.1360'lar) ile birlikte siyasi özelliğini yitirmiş görülüyor. Osmanoğullarını terkedip, Teke yöresini ele geçirerek, Elmalı'da tekkesini kurmuş olan Abdal Musa'nın kendi yetiştirmesi Seyyid Ali Sultan ise (Ö.1402-3), ustasının tersine savaşçı kişiliğini Sultanların emrine vermiş ve fetihlere çıkmıştı. Bunları Menakibname'lerden öğrenmekteyiz. Onun Murad I ve Yıldırım Bayezid ile ilişkilerinin çok iyi olduğunu, birincisinin Hünkar'in türbesini mimar Yanko Madyan'a (!) inşa ettirdiğini aynı kaynaklar söylemektedir. Seyyid Ali Sultan'ın Daha sonraları, fethetmiş olduğu Dimetoka'da tekkesini kurup, oraya yerleştiği biliniyor.

I. 3 II. Bayezid'in Kızılbaş Siyaseti ve Balım Sultan

II. Bayezid'in Kızılbaş siyaseti Balım Sultan'dan mı geçiyordu?

Bu soruya "Evet" yanıtı verilebilir. Ama, bizce onları birbirine muhtaç ya da zorunlu kılan, Sultan II. Bayezid'e Balkanlar'da yapılan suikast olayı olmuştur. II. Bayezid, Arnavutluk seferinde 1492-93, Manastır yakınlarındaki Pirlepe yolunda bir Kalenderi derviş tarafından hançerle saldırıya uğramış; bu öldürme girişimini İskender Paşa önlemişti. Yaşar Ocak'ın da yazdığı gibi, dervişin bu suikast girişimi elbetteki, bilinçsizce bir saldırı olduğu kabul edilemez. İ.H. Uzunçarşılı ise, Kalenderi kıyafetinde bir Kızılbaşın, hacca gideceği bahanesiyle para istemek için yanına sokulup, Bayezid'e saldırdığını yazmaktadır. (İ.H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, 2. baskı, Ankara-1983, s.208, dipnot.1) Yine Yaşar Ocak'ın dediği gibi Sultan Bayezid'e, pek iyi gözle bakmadığı Abdal, Torlak, Haydari gibi Kalenderi topluluklarını, cezalandırmak için iyi bir fırsat oluşmuştu. (A. Yaşar Ocak, Osmanlı İmparatorluğunda Marjinal Sufilik; Kalenderiler, Ankara-1992, s.125, 135)

Alevi inançlı Türkmenler arasında Kalenderiler denilen doğaya uygun ve bir çeşit komün yaşamı süren bu marjinal derviş gruplar çoğunlukla konar-göçerdiler. Toplum düzenine karşı ve aykırı yaşayan, bazan "Şah-ı Merdan aşkına" dilenen, bazan da punduna getirince zenginleri soyan bu kişiler sınırsız özgürlük isteyen birer halk filozofu konumundaydılar. Bu topluluklar aynı zamanda devlet tarafından koğuşturalan dinsel-siyasal suçluların sığınakları durumundaydı. Toplumsal hareketlerde hemen ön planda yerlerini alıyorlardı. Kızılbaş Safevi siyasi hareketinin konseyi durumundaki Ehl-i İhtisas kurulunun üyelerinden birinin "Abdal" adını taşıması boşuna değildir. Bu kişi, Anadolu, İran ve Suriye'deki çeşitli adlar taşıyan tüm Kalenderi topluluklarıyla ilgili propaganda çalışmalarını yönetiyor olmalıydı. Uzunçarşılı'nın II. Bayezid'e suikast girişiminde bulunan Kalenderi dervişine "Kızılbaş" nitelemesinin anlamı burada yatmaktadır.

II. Bayezid bu saldırıyı bahane ederek: "Rumeli'de ne kadar bid'at Abdal ve Işık ve na-hak-gu zındıklar var ise teftiş olunup Şer'ile küfür söyleyenlerin haklarından geline deyü..." (Menakıb-i Sultan Bayezid Han'dan nakleden A. Yaşar Ocak, Kalenderiler, s.125, n.274) buyruk çıkarıp, Balkanlar ve Rumeli'nde geniş bir koğuşturma ve toplu sürgün uygulandı. Bölgede yaşayan tüm Alevi-Bektaşi gayri-sünni toplulukları Anadolu'ya sürdürdü. Bölgedeki Varna'da tekkesi bulunan Otman Baba ve ona bağlı dervişler bu kıyımdan nasibini aldığı gibi, kuşkusuz Hacı Bektaş dergahına bağlı Dimetoka'daki Seyyid Ali Sultan tekkesine bağlı olanlar da sürgüne uğradı. O yıllarda Seyyid Ali Sultan tekkesinde Mürsel Balı oğlu Balım Sultan (1458-1518/19)) oturmaktaydı. Olasıdırki, Arnavutluk seferi sırasında uğradığı Dimetoka'daki tekkenin başında bulunan ve eskiden tanıdığı Mürsel Baba oğlu Balım Sultan'ın ricasıyla Bayezid, toplu kıyımdan vazgeçip, emrini sürgüne çevirdi.

Sultan II. Bayezid'in 1500 yılında yaptığı ve Modon, Koron ve Navarino'yu ele geçirdiği Mora seferinden sonra ertesi yıl da Adriyatik kıyılarını işgal ettiğini görüyoruz. Bu seferlerin ardından Dimetoka'dan Balım Sultan'ı İstanbul'a davet ettiği ve daha sonraki yıllar içinde (Turgut Koca'ya göre aynı yıl) ondan nasib alarak Bektaşi tarikatına girdiği bilinir. Sultan Bayezid, Balım Sultan'ın Dimetoka'ya gitmeyip, Hacı Bektaş Dergahına dönmesini istemiş ve resmen buraya atamıştır. (Turgut Koca, Bektaşi Nefesleri ve Şairleri, İstanbul-1990, s. 124-125)

1501 yılındaki bu atama, kendine yakın gördüğü Balım Sultan'ın Anadolu'da daha geniş Alevi toplumuna etki yapacağı için, Kızılbaş Safevi siyasetine karşı onun kullanılabilir olmasından kaynaklanıyordu kuşkusuz. Ama öyle görünüyor ki Balım Sultan, bu ilk aşamada bile kendisine pek güven vermemiş. II. Bayezid'in siyasetinin bir parçası, hatta bir ürünü olarak Balım Sultan'ın dergahın başına geldiğinin ertesi yılı, Balkanlardan Anadolu'ya sürgün ettiği Alevi toplulukları, doğu sınırlarında koğuşturmaya uğrayan çok sayıda Kızılbaşlarla birlikte yeni fethedilmiş Mora topraklarına sürüldüler. Batılı yazarların belirttiği, II. Bayezid'in 1502'deki bu büyük koğuşturması ve tek tek kişilerin yüzleri damgalanmış olarak gerçekleştirilmiştir. Acaba, silinmesin diye dağlama biçiminde kızgın damga vurularak mı gerçekleştirilmiştir? Bu ortaya çıkarılmalıdır. Bu Kızılbaş sürgününden, Türk tarihçileri sözetmemektedir. 2

İkinci Kızılbaş sürgünü Şah İsmail'in Erzincan'a gelişi sırasında yapılmıştı. İsmail'in Kızılbaş devletinin potansiyal gücünü tezelden dağıtmak amacıyla onbinlerce Alevi-Bektaşi hiç bilmedikleri ve yabancısı oldukları diyarlarda oturmaya zorlandı. Bu sürgünler gösteriyor ki, Şah İsmail'in bir yıl kadar önce, Baba diye hitap ederek Bayezid'e yazdığı bir mektupta, Ustacalu göçkünlerin çoluk çocuklarının Osmanlı ülkesinde bırakmalarına izin vermesi için ricada bulunması işe yaramamıştır.

Genç erkeklerini Şah İsmail'e göndermiş olan aileler sürgüne gitmiş parçalanmış ve bir daha da birbirlerini görememişlerdir. Alevi Türkmen boylarından eli silah tutanların, ok ve yaylarını, kılıçlarını yüklenip, azık torbalarını boyunlarına asmış gurbete çıkar gibi aileleriyle vedalaşarak, Şah İsmail ile savaşa gitmeleri iki şey düşündürüyor:

1) Anadolu'da yaşayan Alevi-Bektaşi toplulukları kendilerini Sünni islamın egemen olduğu hiçbir feodal devlet ve beyliklere bağlı görmüyordu. Bir siyasi yönetim boşluğunda, inançlarının tapınma uygulamaları olan Cem düzeni içinde, kendi özgün yaşam ve yönetim biçimini oluşturmuşlar, bağımsız yaşamaktaydılar.

2) Kızılbaş Safevi hareketinin Ehl-i İhtisas kurulundan Dede, Abdal ve Halifeler Halifesi gibi görevlilerin geniş siyasi propagandası onlara, çok kısa bir zamanda ailelerinin yaşadıkları bölgeleri, kısacası tüm Anadolu'yu elegeçirip Kızılbaş Devletine bağlayacaklarına inandırmıştı.

Tebriz alındıktan sonra 1502 yılı içinde, Şah İsmail'in başına Kızılbaş tacı konularak, Oniki İmam adına hutbe okunduktan sonra resmen Kızılbaş Safevi Devleti kurulmuştu. Arkasından İran'ın içlerinde otorite sağlamak ve Akkoyunlu beyleri ortadan kaldırmak için geçen yıllar içinde, Osmanlı derin bir nefes aldı. Çünkü Tebriz'den yönetilen bir devlet Anadolu'da güçlü ve sürekli bir egemenlik kuramazdı. Oysa Akkoyunlu devletinin varisi olarak ortaya çıkıp, Diyarbakır veya Erzincan'da Kızılbaş Safevi devleti kurulmuş olsaydı, Suriye ve Irak'la birlikte Doğu Anadolu'ya çok kısa zamanda sahip olunabilir ve Osmanlı'yı Avrupa'ya sürebilirdi. Böylesi bir uygulama, yönetimin Kızılbaşlığıyla birlikte, teb'a'nın büyük çoğunluğunun da Kızılbaş olmasını sağlardı.

Kızılbaş Safevi devletinin kuruluşundan önce, Balım Sultan ile Kızılbaş Ehl-i İhtisas Kurulu tarafından görevlendirilmiş propagandacı halifelerle mutlaka görüşmüş tartışmış olmalıdır. Herşeyden önce onun yazmış olduğu, Cem törenlerini kurallara bağlayan Erkanname'sinin, aynı dönemde ve aynı amaç için hazırlanmış İmam Cafer Buyruğu'nun içeriğiyle birbirinin aynı olması bunu gösteriyor. Buyruk, Hacı Bektaş Veli'nin Makalat'ındaki ilkeler gözönünde tutularak hazırlanmıştır. Erkanname'nin dil özelliklerinin ise, Osmanlıca saray ve kent diline uygunluk göstermesi, kentlerde ve özellikle İstanbul'da yaşayan Alevi-Bektaşiler ve Yeniçeriler için yazılmış olduğu anlamını çıkarmak tutarsız bir iddia sayılmaz.

I. 4 Kızılbaş-Safevi Devlet Yönetiminin Kuruluşu Üzerine Görüşler

Şamlu, Tekelü, Ustaçlu, Rumlu Karamanlu vb. Alevi Türkmen boylarının oluşturduğu, gözünü budaktan esirgemiyen korkusuz Kızılbaş ihtilal birlikleri, Dede-beğlerinin komutası altında Şah İsmail'e, on yıl gibi kısa bir dönem içinde bir çok milliyet, değişik din ve inançtan toplulukların içinde yaşadığı bir imparatorluk sunmuşlardı.

Ancak bu Kızılbaş Türkmen askeri aristokrasisi, kabile inanç ve değer ölçülerini belirleyen ekonomik ilişkilerin dışına henüz çıkamamış; kent toplumu şöyle dursun, tam anlamıyla yerleşik toplum bilincine sahip değildi. Birey birey sahip olduklari büyük sadakat, kutsal bildikleri kişi ve inançları uğrunu canlarını vermekten çekinmeme, cesaret, yiğitlik, meydan okuma ve doğruluk gibi erdemlerini, akıl ölçüleri içerisinde siyasallaştırma bilgi ve deneyiminden yoksundular. Kızılbaş Dede-beğleri, toplumsal başkaldırılar, isyanlar ve muhalefet geleneğinden gelmişlerdi. Ama büyük toplumları ve özellikle devlet yönetimlerine ilişkin deneyimleri yoktu.

Gerçi Alevilik inancının tapınma biçimselliğini oluşturan Cem kurumlarının dünya yaşamına dönük olmasıyla bir yaşam düzeni kurulmuştu. Bu düzende; insan ilişkilerinde adalet ve eşitlik, ekonomik ve siyasal temelde ortakçılık, bölüşümcülük; birlikte çalışıp ortak kazanda yemek ve insanı ve emeğini öne almak gibi ilkeler uygulanıyordu. Bu ilkeler içinde Alevi-Kızılbaş yaşam biçiminin oluşturulmuş bulunması elbette önemliydi. Bu, Alevi-Bektaşi küçük bağımsız toplumsal birimleri ve kırsal kesim toplulukları için sosyalistik kazanımlı bir özyönetimdi. Ancak Hünkar Hacı Bektaş'ın yapıtlarındaki ilkeler ve Cem toplu tapınmasındaki uygulamaların, geniş açınımlı yorumlarla siyasallaştırıp ideolojik kurallar içinde sunabilecek bir yapıt yoktu. Yüzyıllarca baskıcı yönetimlerin -sünnileştiremediği için- dışladığı ve inancını dinsizlik-kafirlik saydığı Alevi toplumunun, kentleşemediğinden dolayı uleması yoktu.

Ancak Alevi inanç ve felsefesine uygun, yani Ali soyluların yönettiği ve yüzyıla yakın yaşamış olan ilk uygulama bir "Hazar Zeydi Alevileri Devleti" olmuştu. 864-930'lar arasında İslam tarihi içinde yerini almış olan, Daylam ya da Deylem bölgesinden Tabaristan ve kuzey Horasan'ı, yani Hazar denizinin batı ve güney kesimlerini kapsayan bu devletin (İsmail Kaygusuz, Alevilik İnanç, Kültür, Siyaset Tarihi ve Uluları I, İstanbul-1995, s. 75-88) anıları silinmiş değildi. Üstelik son Zeydi İmamının yaşadığı Alamut kalesini 1090'da ele geçiren büyük İsmaili Dai'si Baba Seyyidina Hasan Sabbah tarafından kurulmuş ve Alamut Nizari Devleti de aynı bölgelerde 1256'ya kadar yaşamış son heterodoks İslam (Alevi) inançlı bir devletti.

Kızılbaş Türkmen beylerinin küçük Şah İsmail'i kaçırarak yıllarca saklayıp eğittikleri Gilan-Lahican, her iki devlet geleneğinin anılarının hala canlı yaşandığı Daylam ülkesi içindedir. Kaldı ki, kendilerinin geldiği Anadolu Alevilerinin yerleşim bölgelerinde de İmam Zeynelabidin oğlu Zeyd soyundan gelenler yaşamakta seyyid olarak saygı görüyorlardı.

B.S. Amoretti, Alevi-Bektaşilik ve Ehl-i Hakk'ın değişik söyleminden başka birşey olmadığını yazdığı, Kızılbaşlık konusundaki geniş açıklamaları arasındaki birkaç cümle içinde iki önemli tanımlama bulunuyor:

"Kızılbaşlık bir halk dinsel inancı olarak, başkaldırıcı ve örtülü komünistik doğasıyla Anadolu'dan İran'a geçmiştir...Bu dinsel inanç tipinde merkezi figür, tanrısal sırların hazinesi ve dünyasal otoritenin sahibi sıfatıyla Ali'dir. Ancak sufi fikirleri kadar, Zeydi sosyo-politik deneyimlerini andıran bu toplumsal örgütlenme, görmüş olduğumuz gibi, 15. Yüzyıldan sonra Oniki İmamci Şiilikle doldurulmuştur." ( B. S. Amoretti, "Pre-Safavid religious topography" The Cambridge History of Iran Vol. VI, s. 632, 634)

Ayrıca Moojan Momen'in, "Gerçekte Safeviler, Oniki İmamci Şii olduklarını ileri sürerken, bir Zeydi-imamcılığı biçemi temelinde iktidar eğilimi (claiming power on the basis a Zaydi-style Imamate) ortaya koyuyorlardi" sözlerini rağmen biz diyoruz ki, Zeydi Alevi devlet geleneğiyle birlikte, belki biraz daha fazla Alamut Nizari İsmaili yönetim geleneği temelinde, iktidar eğilimi göstermişlerdi. Ayrıca M. Momen bu sözlerinini arkasından, neden Şah İsmail'in dinsizlik eğilimine (Kızılbaşlığı dinsizlik olarak niteliyor bu İranlı araştırmacı) bir protesto yükselmediği sorusunu sorup, açıklamasını şöyle sürdürüyor:

"Bu eğilime, ulema tarafından yanıt verilememesindeki neden bu sıralarda tanınmış İran kökenli Oniki İmamcı ulemanın yeterli sayıda bulunmayışıdır. Kum, Nişabur, Tus, Kaşan ve Rey gibi İran'daki eski Şii dinbilimi merkezleri artık önemini yitirmiş ve pek az alim yetiştiriyor ve hiçbiri de ehliyetli değildi. Zaten İsmail'in kendi Kızılbaş güçleri arasında da, Oniki İmamcı Şiilik hakkında derin bir bilgisizlik olduğu anlaşılmaktadır. Öyle ki Tebriz alınıp, Oniki İmamcı Şiilik devlet dini olarak ilan edildiği zaman, İsmail'in ordusunda Oniki imamci Şilik üzerine tek bir kitap bile yoktu. Tebrizli bir Kadı'nın kitaplığında bulunmuş olan Allama el-Hilli tarafından yazılmış bir kitabın kopyası, yeni devlet dini üzerinde yol gösterici olmuştu." (Moojan Momen, An Introduction to Shi'i Islam... s.108)

Şah İsmail'i tahta geçirmiş olan Safevi-Kızılbaş ihtilalinin Dede-beğlerinin, zaten İran'daki ortodoks Şiilik ve Şii ulemasıyla inanç bağları yoktu. Anadolu'da batini Babailikle birlikte, yerli Anadolu halklarının inançlarından ödünç alınan bazı ögelerle birleştirilmiş tasavvufi bir synkretizm içindeki Hacı Bektaş ilkelerine bağlıydılar. Gerek Babai'lerde ve gerekse uzantısı olan Hacı Bektaş ve çevresinde Oniki İmamcılığı göremiyoruz. Zikredilen Muhammed-Ali ve Ehlibeyt kutsal adlarina (nomina sacra) ve tutulan Muharrem orucuna rağmen, Oniki imamların tek tek anıldığını gösteren kanıtlar yoktur. Oniki İmamlar (Farsça Düvazdeh-i İmam) 14. yüzyılın sonlarında Seyyid İmadeddin Nesimi (Ö. 1404) ile Alevi-Bektaşi edebiyatına girmiş ve Anadolu Aleviliği inancında kökleşmiştir. 15. 16. ve daha sonraki Alevi-Bektaşi ozanlarının hepsi de bir şiir türü olan ve Oniki İmamların adlarının geçtiği Düvazimam'lar yazmışlar. Düvazimam'lar o zamandan beri Cem'lerde özel yerini almıştır.

940 Yıllarında Zeydi Aleviliği'nin Orta Asya'da Türklerin arasında yaygın olduğunu Abu Dulaf'ı seyahatnamesinde anlattıklarından biliyoruz. Anadolu'ya gelen Türkmenlerin Zeydi ve İsmaili ögelerinin bileşkesi bir Alevilik inancında oldukları söylenebilir. Ayrıca zaten Anadolu'da Malatya-Arguvan Dersim yöresinde 8. yüzyılın sonlarından itibaren İmam Zeynelabidin oğlu Zeyd'in torunları yaşamaktaydı.


Zeyd'den inen Ali soylu ve Fatımi İsmaili dai'leri listesinde adı geçtiğini saptadığımız Seyyid Ebu'l Vefa'nın (Ö.1017) kurduğu yolun Irak, Suriye, Anadolu ve Daylam çok yandaşlarının olduğunu biliyoruz. Hünkar Hacı Bektaş'ın da bağlandığı Baba İlyas (Ö. 1240) ve onun piri Dede Garkın da Vefaiyye yolundandı. Silsilenamelere bakılırsa Ebu'l Vefa'nın 7. ve 8. kuşaktan torunları Seyyid Salih ve oğlu Seyyid İmad 13. yüzyılda yaşamıştır. Geniş ve etkili bir Alevilik inanç alanı oluşturmuşlardı. Bugün Anadolu'daki en eski Seyyid Ocakları ve Zeyd soyundan gelenler Arguvan, Erzincan, Tunceli ve Isparta-Ulugbey'de bulunmaktadirlar.

I. 5 Şah İsmail ile Anadolu Kızılbaşlarının Siyaset Farklılaşması

İsmail Safevi, gerçekten ağır bir askeri disiplin altında bir şeyhten çok bir yönetici, yani Şah olarak yetiştirilmişti Ehl-i İhtisas kurulu tarafından. Çevresini kuşatmış Kızılbaş güçlerinin arasında kazandığı egosuyla (benlik-bencillik), gözünü çok yükseklere dikmişti. Daha yirmi yaşına gelmeden yazdığı bir şiirinde görüldüğü gibi amacı, Aral gölüne dökülen Ceyhun ırmağından su içmek, Bağdad'da hurma yemekti. Dicle nehri boydan boya vatanında aksın istiyordu. Tam orta yerdeki Tebriz kentini kendine başkent seçmişti, çünkü büyük bir imparatorluk peşindeydi:

"Çün hüsn ileyim şeh-i Horasan

Hem Hüsrev-i Tebriz taht-ı İran

Mülkümde gerektir ab-i Ceyhun

Sürh ab gerek kim ola demgün"

...

"Bagdad mihi menim lebim semr

Ahsın vatanımda şadd Bağdad "

1501-2'de Tebriz'i ele geçirip Kızılbaş Safevi devletini kuran Kızılbaş Türkmen askeri aristokrasisi ile, İranlı toprak feodalları ve kentleşmiş (yönetici) aristokratik aileler karşı karşıya gelmişlerdi. Bilindiği gibi savaşarak bir imparatorluk oluşturan Kızılbaş kitle, Anadolu'dan gelen Rumlu, Şamlu, Dulkadırlı, Ustaçlu, Tekelü vb. Türk-Türkmen unsurlardı. Çoğunluk yerli unsur ise İranlıydı. Devlet içindeki Türk ve Pers elemanlar arasında karşılıklı kuşku ve rekabet, kaçınılmaz bir biçimde Safevi yönetiminde etnik çizgi boyunca hizipleşme yarattı. H. R. Roemer:

"Türk ve İranlılar'ın, diyor, sadece dil ve gelenekleri farklı değil, aynı zamanda kültür ve kökenleri de farklıydı. Türk unsurunu, çoğunluğu göçebe çoban ve savaşçılar olan Türkmenler oluşturuyor; İranlı unsur ise eski yerleşik köylü ve kentli tüccar ve zanaatkar sınıfları kapsıyordu. İki grup İsmail'in kişiliğinde kaynaşmıştı. İsmail'in, kaderini bunlardan birine bağlayıp bağlamıyacağı hemen ortaya konulamadı. Eğer öyle olsaydı birini seçmiş olacaktı." (agy.s.227)

Şah İsmail'in başlangıçta Türk unsurun dışında bir seçeneği olması zaten olası değildi. Kızılbaş ihtilalinin son halkasında yaratılmış bir Ali soylu hanedan mensubuydu. Önderliği ve Kızılbaş Türkmen boylarını birleştiriciliği, "Ali'nin Şah İsmail donunda ortaya çıktığı" inanç siyasetine dayanıyordu. Tercih edilendi, seçen durumunda değildi.


Kızılbaş Devleti'nin temelini, 1494'de Türkmen kabilelerinin inançsal ve dünyasal önderliğini kişiliğinde toplayan Dede-beğ'lerin oluşturduğu askeri aristokrasisi, "Ehl-i İhtisas" örgütlenmesiyle Lahikan'da atmıştı. Bu örgütlenmeyle atılan çekirdek, on-oniki yıllık olağanüstü bir propaganda ve silahlı mücadele sonunda Tebriz'de fidana dönüşmüştü. Çekirdeği Kızılbaş kanlarıyla sulanıp büyüyen bu devlet ağacı, meyva vermeğe başladığında İranlı unsur bir anlamda, bizde varız ve burası bizim ülkemizdir, diyerek ortaya çıkmış. Oysa Ehl-i Hakçı Kürtler dışında, Sünni Türkler, Gürcüler ve Ermeniler kadar uzak ve düşman konumundaki İranlı unsurun devletin kuruluşuna hiçbir katkısı olmamıştı. Ne varki, onlar ülkelerindeki yabancı unsurların kurmuş olduğu devletten pay almasını her zaman bilmiştir; içine girip diliyle ve kültürüyle dış unsurları kendi kendilerine yabancılaştırmış, çok kere yoketmiş, iranlılaştırmıştır. İran'da kurulan yabancı ve elbetteki işgalci etnik unsurların kurduğu devletlerin yüksek yönetim kadrolarında İranlı feodal aristokrat aileler, işbirlikçi olarak yer almış ve egemenliklerini birlikte sürdürmüşlerdir. İranlı emeğiyle geçinen halk yığınları için, ister kendi ulusu isterse yabancı unsurlar egemen olsun fazla farketmiyordu, çünkü ikisi de eziyordu. Ancak ezilenlerin haklarını koruyan, savunan, zulüm yapanlara bayrak açmış önderlerin peşlerinden, ezilen sınıflar olarak gitmekten çekinmemişlerdir. Örneğin Şam ve Bağdad halifelerine karşı proto-Alevi (heterodoks) ayaklanmalarında ( Zeyd oğlu Yahya, Ebu Müslim, daha sonraları Babek-Hurremi, Maziyar vb.) önemli unsur İran halklarıydı. Şimdi aynı halk, Kızılbaş ihtilalinin Tebriz'de bir devlet kurup, onu yerleştirmeğe çalıştığı silahlı mücadelede döneminde, Karakoyunlular, Akkoyunlular ve Timuroğullarının egemenliğinde ortodoks İslamın Sünni ve Şii kamplarını oluşturuyordu. Dolayısıyla Alevi-Kızılbaş inancına karşı düşmanca konumdaydılar.

İran ülkesindeki büyük şehir merkezlerlerinin büyük bir kısmı Sünni idi. Gilan ve Mazanderen dahil, Rey, Varamin, Kum ve Kaşkan gibi şehirler, Kuzistan ve Horasan eyaletleri ve Şabvazar bölgesi geleneksel olarak Oniki İmamcı Şii'ydiler; bu bölgelerde Şiilik köylüler arasında da yaygındı. Aristokratik ailelerin sahibi olduğu bazı kentler de Şii idi ve bu aileler özellikle Timuroğulları ve Sünni Akkoyunlular yönetimlerinde görev almışlardı. Sünniler arasında Kubrevilik ve Nimetullahçılık; Şiiler arasında da Nurbahşi ve Musa'şai tasavvufi eğilimleri yaygındı. (Mustaufi'den aktaran B.S. Amoretti, agy. s.617)

Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi 1502'de 15 yaşlarındaki Şah İsmail'e taç giydirildikten sonra Ehl-i İhtisas kurulundan Lalalık kaldırılmıştı. Bunun yerine, Vekil-i Nefs-i Nefis-i Hümayun, yani hem Mürşid-i Kamil, hem yeryüzü padişahı olan Şah'ın vekili kurumu kuruldu. R. M. Savory'nin tanımlamasıyla: "Kurum, Gilan'da Şah İsmail'in güvenliğinden sorumlu küçük yoldaşlar grubundan biri olan ve Safevi ihtilalinin (doğrusu Kızılbaş ihtilali İ.K.) son sahnelerini planlayan Şamlu kabilesinin sorumluluğuna verildi. Şamlu lala Hüseyin Beğ görevi üstlendi."(R.M. Savory, The Cambridge History of Islam I, s.401; The Cambridge History of Iran VI, s.358 vd.)

Şah İsmail devletin kuruluşundan 6 yıl sonra 1508'de Şamlu Hüseyin Beğ'i bu görevden uzaklaştırıp yerine bir İranlı atadı. Bu tarihten itibaren İran unsuru araya girmiş, kuruluşunda hiçbir katkıları olmayan aristokratik aileler ve ortodoks Şii ulema aracılığıyla geleneksel rollerini oynamaya başlamışlardı; yönetime katılacaklar ve sonra kendi inanç, dil, kültür ve deneyimleriyle onu ele geçireceklerdir.

Görünüşte Türk-İran ortak yönetiminde denge sağlamak amacı güdülmüştü. Kızılbaş beğlerin etkinliğini azaltmak anlamına gelen Şah İsmail'in bu davranışı, bir İran devleti oluşturmaya yöneldiğinin ilk belirtisiydi. 1508 ile 1524 yılı arasında beş İranlı Şah vekili birbirini izledi. Ayrıca Şah İsmail, İranlı vekilin yetkesini, devletin savaş gücünü oluşturan Kızılbaş ordularının başkomutanı Emir ül Umera'nınkine eşit kılmış bulunuyordu. Şah Vekilliğine bir İranlının atanmasına karşı Kızılbaş Türkmenler kesiminde derhal şiddetli bir tepki doğdu. Beş vekilden en az üçünün Kızılbaşlar tarafından öldürüldüğü bilinmekle birlikte geri dönüş olmadı. Bazı Türkmen beğlerinin muhalefetine "Han" unvanıyla valilikler dağıtma yoluyla engel olunarak, Kızılbaş askeri aristokrasisinin birliği bozuldu. Böylelikle İranlı feodal yöneticiler Çaldıran'dan önce etkili biçimde dizginleri ele geçirmiş bulunuyorlardı.

Şah İsmail'in Dulkadirliler üzerine yapmak istediği sefer sırasında (1509), Osmanlı sınırında Yıldız dağındaki büyük konaklama, değişen bu siyasetle ilgili olmalıdır. Sarız çevresinde, Yıldız Dağında yapılan toplantıdaki görüşme ve tartışmalarda Balım Sultan'ı kardeşi Kalender Çelebi temsil etmiş. Onun başkanlığındaki Dergah ve diğer Ocak temsilcileri Dedeler, Şah İsmail'in siyasetine karşı çıkmışlardı.

Anadolu'dan Türkmen gençlerinin dalga dalga, bölük bölük Şah'ın ardından gidip bilmedikleri ülkelerde fetihlere girişmelerini artık istemiyorlar. Anadolu'da birlik sağlayıp, Şeyh Bedreddin'in düşlerini bir Kızılbaş Devleti'nde, ama yaşadıklar topraklarda gerçekleştirmek yanlısıydılar. Kemal-Paşazade tarihinde,

"(Şah İsmail) Diyarbekir içinden dahi gitse olurdı. Ol yoldan da maksuda vusul bulurdu; amma yerinden deprenüp bir taşla iki kuş vurmak istedi. Bahane ile gelip Serhadd-i Rum'da (Osmanl sınırlarında İ.K.) bir zaman turmak istedi. Ta ki Anatolı'nın Kızılbaş'ı vesair evbaşı ol şem-i bezm fitnenin kenara geldügün duyup, her taraftan yanına cem'oluna...Amma umduğun bulmadı, ol dedigi iş olmadı ve içinde Kızılbaş olan vilayetlerin raiyyetleri boyunlanıp birbirine merbut olmuştu (bağlanmıştı İ.K.)" diye yazmakta haklıydı. (Faruk Sümer, agy. s.29, dipnot 41)

Şah İsmail'in Yıldız Dağı durağından olaysız ayrılması ve başında bulunduğu Kızılbaş ordusuna katılımın olmayışı, asıl nedenini anlamadığı için II. Bayezid'i sevindirmiş, Balım Sultan'ın Kızılbaşları etkileyip durdurduğuna inanmıştı. Arkasından Şah İsmail'in Dulkadirli Ala üd Devle'yi yenip, ülkesini ele geçirmesine de memnun oldu. Osmanlı'nın doğusundaki bu güçlü beylik bir daha belini doğrultamazdı. Şah İsmail'in kendisinin ise Tebriz'den İran'ı yönetirken Anadolu'yu elinde tutabileceğine zaten inanmıyordu. Anadolu Kızılbaşları da desteğini çekerse bitti demekti Osmanlı Sultanı'na göre.

Sultan II.Bayezid'in, Balım Sultan'ın kendisi için siyaset yaptığı konusunda yanılgısı, çok değil iki yıl sonra (1511) Şah Kulu başkaldırısıyla ortaya çıkacaktı. Bu hareket tamamıyla İstanbul'a yönelik ve Safevi siyasetinden bağımsız, Yıldız Dağı toplantılarında saptanmış Anadolu Kızılbaşlarının ilk uygulamasıydı. Çaldıran'dan önce ve sonra, 18.yüzyılın başlarına kadar Osmanlı'nın uygun gördüğü "Celali Hareketleri" adıyla sürüp gidecek ve hepsi de kırımlarla son bulacaktır.

Şah İsmail, Cengiz Moğol İmparatorluğu ve torunlarından Timur'un kurduğu cihan imparatorluğunu kendine örnek almış gözüküyordu. Onun düşüncesi Orta Asya'ya kadar fetihlerini tamamlayıp geri dönmek ve Osmanlıları büyük bir meydan savaşına zorlayıp yoketmekti; tıpkı 1243'de Yassı Çimen ve 1402'deki Ankara Meydan savaşları gibi.

Buna karşılık, özellikle Anadolu'da Osmanlı ülkesinde ve bazı beyliklerde yaşayan Kızılbaşlar, yarım yüzyıldır yenilgiler ve yeniden toparlanmalarla sürmüş büyük mücadelelerin son aşamasında kurulmuş Kızılbaş Safevi Devleti, kendi gövdesi üstünde yükselsin istiyordu. Baş gövdeden, gövde baştan ayrı yaşayamazdı. Baş fetihler peşinde koşarken, Osmanlı topraklarındaki gövdenin yarısında kıyımlar, sürgünler yaşanıyordu. Şah Anadolu'da otursun; yıkmış olduğu Akkoyunlu devletinin, dedesi Uzun Hasan'ın varisi olarak onun başkenti Amid'i (Diyarbakır) merkez yapsın istiyorlardı. Ancak böyle bir siyasetin güdülmesi, baş ile gövdeyi birleştirebilir ve Osmanlı hanedanıyla başa çıkılabilirdi. Anadolu Kızılbaşlarının, yani gövdenin isteği ve gerçekçi Kızılbaş siyaseti Pir Sultan Abdal'ın şu dörtlüklerinde yansımaktadır:

Haktan inayet olursa

Şah Urum'a gele bir gün

Gazada bu Zülfikarı

Kafirlere çala bir gün



Hep devşire gele iller

Şah'a köle ola kullar

Urum'da'ğlayan sefiller

Şad ola da güle bir gün



Çeke sancağı götüre

Şah İstanbul'da otura

Frenk'ten yessir getire

Horasan'a sala bir gün

....

Pir Sultan'ın işi ahtır

İntizarım güzel Şah'tır

Mülk iyesi padişahtır

Mülke sahip ola bir gün

"Safevi tahtına oturduktan sonra, diyor Savory, on yıl gibi kısa bir dönem içinde Şah İsmail, gerçekten de Ceyhun'dan Bağdad'a uzanan bir imparatorluk oluşturmuştu. 1503'de orta ve güney İran'i, 1504'de Hazar denizi kıyılarını, 1505-7'de Diyarbakır'i alarak tüm Doğu Anadolu'yu, 1508'de Bağdad'la birlikte güneybatı İran'ı tam egemenliği altına aldı. 1512'de Ceyhun'un doğusuna kadar ilerledi; Herat, Meşed ve Tus'u alarak tüm Horasan'a sahip oldu oldu. (R. M. Savory, "Safavid Persia" The Cambridge History of Islam I, Cambridge-At The University Press, 1970, s.399)


Ancak Şah İsmail, 1509'da Yıldız Dağı toplantısından sonra kendisine asker vermeyen Anadolu Kızılbaşlarını yüzüstü bırakmıştır. Kendisini tutan İran'daki Kızılbaş Türkmen grupları ve Dede-beğ'likten 'Han'lığa geçmiş Kızılbaş askeri şeflerinin desteğiyle büyük İran Safevi İmparatorluğu idealinin peşinde koşarak, yüksek egosunu doyurmaya çalışmıştır. Anadolu'daki Kızılbaş başkaldırılarına kulak tıkamış. 1511'de üzerine gönderilen birkaç Osmanlı ordusunu yendikten sonra bozguna uğrayan Şah Kulu'nun sağ kalan ve İran'a sığınan yandaşlarını, Kervan soydukları bahaneyle öldürtmüştür. İçlerinden kendi siyasetine yakın gördüğü Ulama'yı "Han" yapmış. Aynı kişinin daha sonraları Osmanlıları safına geçtiğini görüyoruz. Ertesi yıl Nur Ali Halife'nin yükselttiği büyük bir Kızılbaş hareketini de görmezlikten gelmiş olan Şah İsmail, Ceyhun'un ötelerinde yayılmacılığını sürdürmektedir. Şah İsmail'in bu duyarsızlığını, II. Bayezid'le iyi ilişkilerine bağlamak yanlıştır.Yöneticilerin de geleneksel telkinleri, dil ve kültür biçimlenmeleriyle İranlılaşma devlet siyasetinin egemen olması ve Caferi Şiiliğin öne çıkmaya başlaması, Gulat (aşırı) sayılan Kızılbaşlık siyasetinin geriye atılmasıyla ilgilidir. Aşağıda Çaldıran savaşını incelerken tüm bu siyasetleri biraz daha açıklığa kavuşturmaya çalışacağız.


II "SUFİ KIRAN" ÇALDIRAN, GERÇEK BİR KIZILBAŞ TOPLU KIRIM SAVAŞIYDI

II. 1 Şah İsmail Hatayi'nin bir Şiirinde Çaldıran Savaşı

Alay alay geldiler

Koşan koşan durdular

İkinci gelen bir top

Atıldı ana saldılar


Eskerler örüledi

Çakmaklar kuruladı

Ol kafir Melhuçoglu

Şah üstüne duruladi


Hey al kana al kana

Kızıl kanlar çalkana

Melhuçoğlu kılıç urdu

Şahım aldı kalhana



Şah anda bindi ata

Yezitler döndü mata

Şah bir kılıç urdu ki

Kelleden indi ata



Melhuçoğlu attan düştü

Şah anda geriye kaçtı

Beş yüz elli tüfekçi

Şah'ın ardına düştü



Ün edüben gittiler

Şah'ın ardından yettiler

Sultan Ali Mirza'mı

Bu kavgada tuttular



Dört yanın uladılar

Ciğerciğim dağladılar

Sultan Ali Mirzam'ın

Ağ ellerin bağladılar



Bindirdiler atına

Göt(ür)düler inkar katına

İnkar bir sual sordu

Bakınca suratına



Sağ mısın esen misin

Ciğerciğim kesen misin

Koca haydar zül olası

Şah dedikleri sen misin



Elifim var kaddim var

Bir İskender hadd'im var

Ben Şah'ın kurbanıyım

Şah olmaya ne haddim var


Seni attan indirmiyem

Gül benzin soldurmuyam

Gel Şah'a şek getür sen

Vurup boynun öldürmeyem


İşte geldim yanına

Sığındım Sübhan'ıma

Ben Pire şek getürmem

Lanet senin canına



Şunu atından indirin

Gül benzini soldurun

N'oldu benim cellatlarım

Vurun boynun öldürün



Cellatlar aralandı

Ciğerler parelendi

Sultan Ali İmirza'm

Bu kavgada parelendi



Gönül hüma kuşudur

İşitenler naşidir

Baş verip ser kurtarmak

O da Mervan işidir



Çöl olasi Çaldıran

Altun kadeh kaldıran

Hatayi'm ağlar gezer

Musahibin aldıran

(İbrahim Arslanoğlu, Şah İsmail Hatayi ve Anadolu Hatayileri, İstanbul-1992, s.411-412)

Bizce önemli bir belge olarak ortaya çıkan şiirin, Türk tarihçileri tarafından görülmediği, görülmüşse de önemsenmediği anlaşılıyor. Osmanlı tarihyazıcıları kadar, çağdaş Türk tarihçileri için de doğru olan,Yavuz'un çevresinde seferin günlüğünü (Ruzname) tutan Haydar Çelebi ve Şah İsmail'den kaçıp onun hizmetine girmiş İranlı ulema takımından Hasan Can'dan nakleden oğlu Hoca Sadeddin'in anlattıklarıdır.

Şah ismail Hatayi bu 16 dörtlükte, kendisinin de hücum hattı içerisinde göğüs göğüse çarpıştığı Çaldıran savaşından önemli bir kesiti vermektedir. Uğruna canını vermiş, "musahibim" dediği Sultan Ali Mirza'nin yakalanışı ve Osmanlı Padişahı Yavuz Selim'in huzurunda sorgulanıp, cellatlara nasıl parçalatıldığını çok duygulu ve etkileyici biçimde, yedi heceli dizelerle destanlaştırmıştır.

Sultan unvanını taşıyan ve sadece bir Afşar Türkmeni olduğu bilinen Ali Mirza, öyle görünüyorki Gilan'dan beri onun çok yakınında bir kimseydi. İ. Hakki Uzunçarşı'lının tanımladığı gibi sadece, "Şah'in maiyetindeki zabitlerden biri" (Osmanlı Tarihi II, Ankara-1983, s. 268) değildir. Şah İsmail Hatayi, Muhammed-Ali'den, Ehlibeyt, Oniki İmamlar ve Hacı Bektaş'dan başka hiçkimseyi nefeslerine, şiirlerine konu edinmemiştir. Büyük mutasavvıfların adlarını elbette zaman zaman yadetmiştir, ama içlerinden hiçbirine bir şiiri ya da destanını ayırmış olduğuna biz rastlamadık. Onu çok sevdiği ve yitirdiğine çok fazla üzüldüğü için bu şiiri yazdığı anlaşılıyor.

II. 1. a Şiirin Açıklaması Ve Verdiği Farklı Bilgiler


Şiirde olaylar "ben" ile birlikte, daha çok "o" şahıs zamiri kullanılarak, yani üçüncü kişinin, ağzından anlatılmıştır. Çaldıran savaşının irdelenmesine geçmeden önce şiirde anlatılanların daha iyi anlaşıkabilmesi bakımınından, onu düzyazı biçiminde vermeyi deneyelim:

"Alay alay gelen Osmanlı askerleri, koşaraktan sıraya girdiler. İkinci topun patlatılmasından sonra ona (Şah'ın kendisine) saldırdılar. Askerler taşlarla örülü bir duvar gibi sıralanmış tüfeklerinin çakmaklarını kurarken, o kafir Melhuçoğlu (Malkoçoğlu Tur Ali Bey,İ.K.) Şah'ın üstüne doğrulayıp, hücuma geçti. Her taraf kızıl kan çalkalanıyordu. Melhuçoğlu'nun kılıç vuruşunu, Şah kalkanla karşıladı. Zaten anında atına binince yezitler (Sünni Osmanli askerleri İ.K.) şaşkına dönmüştü. Ardından düşmanının kellesine öyle bir vurdu ki, kılıcı vücudunu ikiye bölüp ata ulaştı."

"Melhuçoğlu attan düşünce Şah atını çevirip geriye kaçtı. Bunun üzerine beşyüz elli tüfekçi, bağıra çağıra Şah'ın ardından koştular. Ulaştıklarında onun yerine, Sultan Ali Mirza'yı kavganın ortasında yakaladılar."

"Dört yanını çevirip onu aralarına alınca, ciğerim yandı, çok üzüldüm. Sultan Ali İmirzam'ın ellerini bağlayıp ata bindirdi ve İnkar'in (Alevi inancına düşman Yavuz Selim kastediliyor İ. K.) katına çıkardılar. Yavuz Selim, Sultan Ali Mirza'nin yüzüne bakarak onu sorgulamaya başladı:

"YAVUZ: 'Ciğerimi yerinden söken, beni bu kadar öfkelendiren adam, sen hala sağ ve esen misin? Kahrolası koca arslan, sen misin Şah dedikleri? (Koca Haydar, diye Şah'ın babasının adıyla hitap etmiş gibi görünüyorsa da, izleyen konuşmalar; haydar'ı arslan anlamında kullandığını gösteriyor. İ.K.)"

"ALİ MİRZA: 'Elif gibi doğru ve uzun boyum ve İskender'inki gibi bir yüzüm var. Yani Şah'a benziyorum, ama ben haddimi bilirim; Şah değilim, Şah'ın kurbanıyım, ona kurban olurum ben."

"YAVUZ: 'Seni atından indirip, eziyet ederek gül benzini

soldurmuyayım. Gel inat etme. Şah'a şek getir; yani o olduğunu farzet, onu yadsı ve Şah olduğunu söyle. O zaman boynunu vurdurtmam, seni bağışlarım."

" ALİ MİRZA: 'İşte yanındayım. Ama, sana değil ben Tanrıma sığınırım. Senin canına lanet olsun; ben ne Pir'imi yadsır ve ne de kendimi onun yerine korum."

" Bunun üzerine Yavuz öfkeyle: 'Neredesiniz cellatlarım? Şunu atından indirip, önce eziyet ve işkenceyle soldurun yüzünü. Sonra vurun boynunu öldürün' diyerek Sultan Ali Mirza'yı cellatlara teslim etti."

"Cellatlar oradan, Sultan Ali Mirzam'ı alarak ayrıldılar. Onu parça parça ederek, sevdiklerinin de ciğerini dağladı, onları acılara boğdular."

"O, Mervan işi işlemedi; kendi başını kurtarmak için, başındaki Şah'ina ihanet etmedi, hakkında bilgi vermedi. Gönlümüzde bir cennet kuşuydu o, uçtu gitti. Bütün bu bilgiler, bizzat olayı işitenlerden çıkıp, yayılmıştır."

"Ah! Çaldıran olmaz olsaydın; toprakların çatlayıp kurusun, çöle dönüşesin. Kendisine altın kadehle şarap dolduran musahibi Sultan Ali Mirza'yı, senin toprağın üzerinde düşmana kaptıran Hatayi artık ağlar gezer oldu."

II. 2 Savaş Öncesi Yavuz Selim ile Şah İsmail'in Siyasetleri

Baştan söyleyelim: Çaldıran savaşının galibi, dönemin ahlaki değer ölçülerine vurulduğunda yiğitlik değil, ama yenilik olmuştur. Erlik ve yiğitliğin ölçütü olan kılıç, ok ve mızrak değil, o çağın savaşlarında teknik yeniliğin simgesi olan (500) top ile (12 bin) çakmaklı tüfek, Çaldıran savaşını Yavuz'a kazandırmıştır.

Kuşkusuz Şah İsmail, ateşli silahlara sahip olmamak ve kullanmamakla, elbetteki yanlışın en büyüğünü yapmışır. Oysa dedesi Akkoyunlu Uzun Hasan bile, elli bir yıl önce Otlukbeli savaşında, Fatih'e karşı top kullanmıştır.

R.M. Savory'nin "ateşli silahların kullanılışını insanlığa ve yiğitliğe-şövalyeliğe aykırı buluyordu (The Cambridge History of Islam, Vol. I, s. 400)" düşüncesine, Ali donunda ortaya çıktığına inanılan Şah İsmail'in askerine kurşun işlemez gibi aşırı fanatikliği de belki eklemek gerekir. Ama asıl, bu dönemde Şah'ın çevresini yeni sarmış olan İranlı Şii umera ve ulemasının bilinçli telkinlerini unutmamalıyız.

1499'dan 1514'e kadar Şah İsmail'e, Ceyhun'dan Buhara'dan Fırat'a, Bağdad ve Kayseri'ye uzanan bir imparatorluk kazandırmış Kızılbaş ordusu, yenilmezliği ve çok hızlı hareket yeteneğine sahip süvari gücüyle ün salmıştı. Onun içindir ki Yavuz, Osmanlı'da o tarihe kadar az görülmüş, 140 bin kişilik bir ordu ve çok üstün ateşli silah gücüyle bu savaşa çıkmış ve hiçbir şekilde zaferi şansa ve yiğitliğe bırakmamıştır.

Yavuz'un amacı, İran'da egemen olmak isteyen Şii devletini ortadan kaldırmak değil, kızılbaş askeri aristokrasisinin oluşturduğu yönetimi ve kızılbaş ordusunu yoketmekti. Kültürüne, dili ve edebiyatına hayranlık duyduğu İranlılara düşmanlığı yoktu, olmazdı. Yavuz'un düşmanlığı, Anadolu Alevi-Bektaşi Türkmenlerinin, yaklaşık elli yil boyunca sürdürdükleri ihtilalci Kızılbaşlık siyasetlerinin sonucu kurduklari Kızılbaş Safevi Devleti yönetimine idi.

Tarihçilere ve konuya ilişkin bildiklerimize çok aykırı gelecek ama, bize göre Şah İsmail'e bu dönemde Yavuz'un kişisel kini de olmaması gerekir. Çünkü 1508-9 ile 1514 arasında Kızılbaş askeri aristokrasisinin kendi aralarında ve Şah İsmail ile büyük sürtüşmeler vardı; bir bakıma İran milli devletine doğru gidiş ve Şah'ın Kızılbaş Türkmenlerin nüfuzunu, çeşitli yollarla kırma siyasetinden Yavuz Selim'in haberdar olmadığı
düşünülemez.

Bir başka gerçek daha var: 1509 yılı Şah İsmail'in, Anadolu Kızılbaş Türkmen boyları temsilcileriyle yaptığı Yıldız dağı toplantısında Kızılbaş siyaseti bölünmüş: Bir yanda başında, Balım Sultan'ın kardeşi Kalender Çelebi'nin bulunduğu ve onun talibi büyük halk ozanı Pir Sultan Abdal'in sözcülüğünü yaptığı "Padişah'ın tacı ile tahtını ele geçirmeye" yönelik Kızılbaş siyaseti, diğeri ise Şah İsmail'in Safevi İran İmparatorluğu kurma siyaseti vardır. Yukarıda anlattığımız üzere, bu tarihten itibaren Anadolu'dan, 6-7 yil önceki gibi akın akın Şah İsmail'in Kızılbaş ordusuna gidip katılan olmamıştır. Oysaki, Kızılbaş ordusunu oluşturan Kızılbaş Türkmen kabileleri de, son yarım yüzyıl boyunca Azerbaycan ve İran'a göçüp yerleşmiş akrabalarından başkaları değildi. Gidenlerin amacı zaten Şah İsmail'in Anadolu'ya gelip kendi devletlerinin başına geçmesini sağlamaktı. Kurtuluşlarını Şah'a bağlamışlardı. İşte bu umut büyük çapta yokolduğundan dolayı, aynı yılın sonunda Şah İsmail'in Dulkadiroğlu Alaüddevle ile yaptığı savaşa Anadolu Kızılbaşları katılmamıştır. Şah İsmail de bu tarihten sonra Doğu'da fetihlere yönelmiştir. (Geniş bilgi için bkz. İsmail Kaygusuz, Görmediğim Tanrıya Tapmam, Alev Yayınları, İstanbul-1996, s. 213-282)

Birkaç yıl sonraki Şahkulu Sultan ve ardından Nur Ali Halife başkaldırıları bağımsız Anadolu Kızılbaşlarının ayaklanmaları olarak kalmıştır; Şah İsmail onlarla ilgilenmemiştir. Yavuz'un yeğeni Şehzade Murad'ı her iki harekette de Kızılbaş yandaşı olarak görmekteyiz. Ama, Şah İsmail bu hareketlerin ikisine de sırtını çevirmiş, Osmanlı'dan yana tavır almıştır. Örneğin, Şahkulu başkaldırısının bastırılması sırasında kırımdan kurtulanların İran'a gittiklerinde, kervan soydukları bahanesiyle hepsinin Şah İsmail tarafindan yokedildiği bilinmektedir. Ayrıca, birkaç yıl önce Kayseri'ye kadar gelmiş olan Şah İsmail isteseydi, Sivas, Çorum, Tokat va Amasya Kızılbaşlarını ayaklandırıp, kendi adına hutbe bile okutan ve Erzincan'da kendisini bekleyen Nur Ali Halife'nin yardımına gelemez miydi? Gelebilirdi, ama gelmedi.

Fazla ayrıntıya girmeden söyleyelim: Yavuz'un tahta çıkar çıkmaz, Kızılbaşlar hakkında Kemal Paşazade ve Müfti Hamza'ya fetvalar yazdırttıktan sonra, "yediden yetmişe defter edilerek" giriştiği 40 bin ile 100 bin arasında Kızılbaşı katlettirmesi, Anadolu Kızılbaşlarının siyasetine dönüktür, başkaldıranlara gözdağıdır. Ama, yine de karşısında, kaynağını Anadolu'dan almış bir Kızılbaş devlet yönetimi vardı. Onu yoketmekle, Anadolu Kızılbaşlarına -umutlarırını tümüyle kesemedikleri- bu yönetimin desteğini kesmiş olacaktı.

Şah İsmail, halifelerinden Nur Ali'ye yardıma gelseydi, büyük Kızılbaş kırımları da Çaldıran savaşı da olmayabilirdi. Belki Şah ile Yavuz ya da başka bir Osmanlı padişahı arasında, Timur-Bayezid arasındaki (Ankara 1402) savaşına benzer bir durum ortaya çıkardı. Kızılbaş ayaklanmalarını desteklemedi. Çünkü Şah İsmail Kızılbaşlık davasına ihanet içindeydi. Bu ihanete daha 1508'de Kızılbaş Ehl-i İhtisas kurulunu dağıtıp, Şah Vekilliği 'ni İranlı Şiilere vererek ve baş dinsel kurumu Sadr'i, Caferi mezhebi üzerinde işletmeye başlatarak adımını atmıştı.

Yine de görülüyor ki, çevresindeki Kızılbaş hanlar ve ordusunun baskısıyla, Kılıç adlı bir halifesini Kızılbaş kırımını incelemesi için Anadolu'ya göndermek zorunda kalıyor. Zaten Şah İsmail, Yavuz ile savaş yapmaya gönülsüz duruyordu. Ancak bu savaşa, büyük Kızılbaş kırımı nedeniyle, kendi ordusu tarafından zorlanmıştır. Yavuz tarafından gelen tahrikler de hesaba katılabilir.

II. 3 Yavuz Selim Ordusuyla İstanbul'dan Çaldıran'a Beş Ayda Ulaştı

Yavuz Sultan Selim 1514 yılı Nisan ayının üçüncü haftası sonunda İstanbul'dan, Anadolu ve Rumeli beylerbeyleri ve timarlı sipahilerinin kuvvetleriyle destekli 140 bin kişilik ordusuyla yola çıktı. Konaklama yerleri olarak özellikle zaviyeleri tercih ve ziyaret ederek ilerliyordu; Akbıyık Zaviyesi, Karye-i Işık, Bozöyük Zaviyesi üzerinden Seyyidgazi'ye ulaşmıştı.

Seyyidgazi Zaviyesinde konaklama süresini uzatan Yavuz burada Kapıkulu askerlerine sefer için 1000 er akça bahşiş dağıtmıştır. Sonra orduda, yeni atamalarla görev bölümü yapmiş: 20 bin kişilik timarlı sipahi pişdar(öncü) ordusunun başına vezir Dukakinoğlu Ahmet Paşa'yı atayan Yavuz Selim, Karaca Ahmet Paşa'yı 500 süvari ile keşfe göndermiş. Mihailoğlu Mehmet Bey'i de akıncıların başına geçirmiştir.

Bu arada Seyyidgazi türbesini ziyaret eden Yavuz Selim'in, zaviye dervişlerine 100 bin akça dağıttığını görüyoruz. (M.C. Şahabeddin Tekindağ, "Yeni Kaynak ve Vesikaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim'in İran Seferi", İ.Ü. Ed. Fak.Tarih Dergisi sayı 22, s.59)

Yavuz Sultan Selim, Osmanlı Devleti sınırları içinde bulunan bu Alevi-Bektaşi zaviyelerinden geçerek bir yandan onlara gövde gösterisiyle gözdağı vermiş, öbür yandan da uslu durdukları takdirde kendilerine yardımcı olacağını göstermek istemiştir. Bu arada Konya'ya uğrayıp Mevlana'nın türbesini de ziyaret ettiği ve 100 bin akça da oraya bağışta bulunduğu halde, yukarıda adı verilen Zaviyelerin bağlı bulunduğu Hacı Bektaş Veli Dergahına uğramamıştır. Çok büyük olasılıkla Hacı Bektaş Dergahı çevresi de Alevi kırımından nasibini almıştır. Ancak başında bulunan Balım Sultan'in idam edilmemiş olması, çok geniş Alevi-Bektaşi kitlesi ve özellikle Yeniçerilerin büyük tepki ve isyanına neden olacağı korkusuna bağlanabilir. Balım Sultan'ın, 1511 Şah Kulu isyanından beri Dergah'ta gözaltında olduğu ve dışarısı ile ilişkisinin kesildiği kesindir.

Yavuz'un ne zaviyelere yaptığı parasal yardıma ve ne de saldığı korku ve gözdağına güvenmediğini de görüyoruz. Sivas'da 40 bin kişilik bir ihtiyat birliğini, Şah İsmail ile karşı karşıya savaştığı sırada Anadolu'da olası bir Kızılbaş başkaldırısını bastırmak için bıraktı.

Katliamın ardından, sinmiş olan Anadolu Kızılbaşları öyle anlaşılıyor ki, Şahkulu ve Nur Halife başkaldırılarında yardımlarına gelerek, Osmanlı ile savaşmayan Şah İsmail'in, bu kez mutlaka savaşacağı ve Osmanlı'yı mutlaka yeneceğine inanıyorlardı. Şah İsmail'in Yavuz'u, ta Azerbaycan içlerine değin çekmesinden bu umuda kaptırmışlardı kendilerini. Bu kadar yolu yürüdükten sonra Osmanlı ordusunun Kızılbaş ordusunu yenebilecek gücü kalacağına herhalde artık kimse inanamıyordu.

Her alanda önlemini almış olan Yavuz Selim, Şah İsmail ile hiç değilse Erzincan dolaylarında karşılaşacağını bekliyor olmalıydı. Mama Hatun Kervansarayı'nı da geçip Çermük'e ulaştığı halde, hala ortalarda görünmeyen Şah İsmail'e yazdığı mektuplarda ona hakaret ediyor; memleketi içerisinde yürüdüğü halde, karşısına çıkamadığı ve kadınlar gibi korkup gizlendiğini; bir sultanın süslü kaftanlar içinde dolaşacağına, zırh giymesi gerektiğini yazıyor. Kendisinin de miğfer yerine baş örtüsü, zırh yerine de entari giymesini öğütlüyordu. Hatta ona bir kadın giysisi bile göndermişti. Bu hakaret edici söz ve davranışların arasında kafirliği, yani Kızılbaşlığı terkedip müslüman olması ve yönetimi bırakarak inzivaya çekilmesi istekleri de vardı.(M. C. Şahabeddin Tekindağ, agy. S.62)

Burada bizce Yavuz, Şah İsmail'e, 6-7 yıldan beri İranlı feodal bürokrasi ögesiyle denge kurarak, eskiye göre hegemonyasını oldukça zayıflattığı Kızılbaş Türkmen askeri aristokrasisini, ehl-i Sünnete dönerek tümüyle terketmesini öneriyor sanki. Şah İsmail'in kafasındaki İranlı unsuru egemen kılma siyasetine Yavuz bu yolla yardımcı olarak, Kızılbaşları ortaklaşa, -tamamiyla yokedemeseler bile- adamakıllı sindirerek siyaset meydanından uzaklaştırabilirlerdi. Elbetteki o zaman Şah İsmail İranlı bir Şii hükümdar olarak yerinde kalırdı.3

Şah İsmail'in, Yavuz'un mektuplarına verdiği yanıtlardaki yumuşaklıktan, sözünü ettiğimiz siyasetine uygun olarak anlaşma niyeti seziliyor. Mektuplarında Yavuz Selim'i kendisiyle savaşa zorlayan nedenleri irdelemekte; Al-i Osman hanedanıyla iyi geçinmek istediği ve savaşın kendisi için iyi olmayacağı ve Timur-Bayezid savaşı sonrası karışıklığa düşeceklerini belirtiyordu. Ayrıca hiç de hak etmediği hakaretlerine karşılık olarak ise; bu sözleri bir padişah değil, olsa olsa afyon çekmiş sarhoş katipler yazmıştır diyerek, afyon dolu bir altın kutu gönderiyor.

II. 4 Çaldıran, Kızılbaşların Birliği İçin Çok Önemli Bir Dönüm Noktasıydı


Şah İsmail'in bu niyetinin uygulamaya konulması, yani Yavuz'la savaş yaparak değil de anlaşmalar yoluyla Osmanlı-İran arasındaki sorunları çözme yoluna girmesine, Kızılbaş askeri aristokrasisinin beyleri fırsat vermediler. Her nekadar bu Kızılbaş Türkmen beyleri, kısa sürede elde ettiği geniş imparatorluk coğrafyası içerisinde Şah İsmail tarafından, "Han" sıfatıyla eyalet valiliklerine atanarak, ya da geniş Timar arazileri bağışlanarak merkezden uzaklaştırılmaşsa da, Yavuz'un asıl amacının kendilerine dönük olduğunu anladıklarından Şah'ı savaşa itiyorlardi. Şah İsmail aslında onları, merkezden uzaklaştırma ve birbirine rakip duruma getirme yoluyla, temeldeki inanç ve güç kaynağı Anadolu'ya dönük Kızılbaşlık siyasetini parçalamış ve kendi öz güçleriyle başbaşa bırakmıştı.

Yavuz Selim'in 1513 yılı sonlarında yaptığı büyük Kızılbaş toplukırımı, Ustacalu, Afşar, Varsak, Dulkadirlu, Rumlu (Orta Anadolulu), Şamlu, Kacar ve Karamanlu Kızılbaş Türkmenlerinin hanlarını, siyasetlerini Batı'ya, yani Anadolu'ya yöneltmekte birleştirmişti. 80 bin kişilik büyük bir süvari gücü oluşturup, eski günlerin coşku ve heyecanı içinde Şah İsmail'i Anadolu'ya gönülsüz de olsa onlar yönlendirdiler. Bu nedenle Çaldıran, Kızılbaşların birliği için çok önemli bir dönüm noktasıdır: Savaşın kazanılması birliği sağlayacak, yitirilmesi ise büyük parçalanmayı getirecek; Şeriatçı Osmanlı yönetimi, Osmanlı-Safevi sınırının geçtiği Kayseri, Sivas-Suşehri'den itibaren tüm doğu ve güneydoğu Anadolu'nun artık tam egemeni olarak, Anadolu'da büyük çoğunluk oluşturan Alevi-Bektaşiler, yani Kızılbaşlar'a baskı ve zulmü artırarak onları sindirmeye çalışacaktı.

Savaşın başında gösterilen büyük taktiksel hatalardan anlaşıldığına göre, Şah'ın yakınında bulunan bazı hanların Anadolu'ya dönük Kızılbaş siyasetine olumlu bakmadıkları anlaşılıyor. Şah'ın en yakınındaki Şah vekili olarak Seyyid Nimetullah oğlu Emir Nizamüddin oğlu Abdulbaki, sadr (dinsel işleri yöneten) Seyyid Şerif Cürcani'nin torunlarından Seyyid Şerif, Meşhed nakibi Seyyid Mehmed Kemune gibi İranlı ulema ve Kızılbaş emirlerinden Şamlu Durmuş Han onu çok etkiliyordu.

Yavuz'un Çaldıran seferini ayrıntılı işleyen Şahabeddin Tekindağ bu siyasetin farkında olmadığı için, yaptığı yorumlar aktardığı doğruları geçersiz kılıyor. Şöyle yazmaktadır: "Osmanli savaş tekniğini iyi bilip, daha Çaldıran tepelerinde iken Selim'e hücum edilmesini, Rumlu Nur Ali Halife ile birlikte teklif eden Ustacalu Mehmet Han'ın savaşın planını hazırladığı anlaşılmaktadır." (Ş. Tekindağ, agy. S.67)

1512'de büyük bir ayaklanma hareketini yönetmiş, üzerine gönderilen birkaç Osmanlı ordusunu yenmiş ve valiliğini yaptığı Erzincan'da Sehzade Murat ile birleşip, "Üsküdar'a kadar rahatça ulaşabilen bir güce sahip olarak", Şah İsmail'i beklemiş olan Nur Ali Halife, elbetteki Osmanlı savaş tekniklerini iyi biliyordu. Ustacalu Mehmed Han'a gelince, 1501 yılından beri Şah'a çok yakın askeri kumandanlarından biriydi. 1509'da Dulkadirli Alaüddevle ile yaptığı savaşın arkasından teslim olan Diyarbakır'a vali olarak atanmış ve Kürt beylerinden bazılarını yenerek, Kürdistan'ın büyük bir kısmını Kızılbaş Safevi devletine bağlamıştı. Gerçi Faruk Sümer, inanmakta tereddüd gösteriyor, ama Lütfi Paşa ve Hoca Sadeddin gibi Osmanlı tarihçilerinin "Diyarbekir valisi Ustacalu Muhammed Han, Osmanlı hükümdarına pervasızca mektuplar yazarak onun sefere çıkmasına sebep olduğu gibi, Şah'ı da Selim ile savaşmaya teşvik etmişti" (Faruk Sümer, Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara-1992, s.20, 30, 39) ortak ifadeleri, bizce doğrudur ve yukarıda açıklamaya çalıştığımız siyasetle üstüste düşmekte ve uyumlu görünmektedir.

Rumlu Nur Ali Halife ve Ustacalu Muhammed Han, Osmanlı ordusunun tepelerden inip, Çaldıran ovasında savaş düzenine girmeden hemen saldırılmasını, yapılan meşveret meclisinde önermiş ve şiddetle savunmuştur. Diğer birçok Kızılbaş Türkmen beyleri tarafından kabul gördüğü halde, Şah'ın üzerinde geniş nüfuz sahibi ve dolayısıyla Safevi İran (milli) devleti siyaseti yandaşı Şamlu Durmuş Han, Ustacalu Muhammed Han'a: "senin borun Diyarbekir'de öter" diyerek karşı çıkmıştır. (F. Sumer, agy., s.40, dipnt. 60) Bu karşıt siyasi muhalefet, savaşın Kızılbaş ordusu tarafından kazanılmasına engel olmuştur. Şahabeddin Tekindağ'in yanış bir yorum içinde ileri sürdüğü gibi, eğer savaş planını Ustacalu Mehmed ile Rumlu Nur Ali Halife yapmış olsalardı, tarihin seyri değişmiş olacaktı.

Son birkaç yıl içinde başkaldırı ve askeri hareketleri sırasında ani baskın, pusu ve beklenmedik hücumlarından çok büyük zararlar görmüş, defalarca yenilmiş Osmanlı ordusu ve kumandanları, bunların her ikisini de çok iyi tanıdığından, Çaldıran ovasına iner inmez, hiç dinlenmeden savaş düzenine girip hemen saldırıya geçmişti.

Burada, gerek akıncı beylerinden birçoklarının ve gerekse yeniçerilerin Alevi-Bektaşi inançlı olmaları dolayısıyla, neden Selim'e başkaldırmadılar? Kızılbaş casusları böyle bir hareketi başaramazlar mıydı? Bu tartışmaya girmeyeceğiz. Çünkü bu hareketlerde inançların değil, siyasetlerin en belirleyici ögeler olduğunu düşünüyoruz; sınıfsal sosyo-ekonomik (nesnel) koşullar bu siyasetlerin içinde saklıdır. Şimdi savaşın seyri ve sonucu hakkında kısa değinmelere geçelim:


II. 5 Çaldıran Bir Kırım Savaşıdır: Savaşın Sonunu Ateşli Silahlar Baştan Belirlemişti

Osmanlı ordusunun sağ kolunu Anadolu Beylerbeyleri Sinan Paşa ile Zeynel Paşa'nın emri altındaki Anadolu ve Karaman kuvvetleri, sol kolunu ise Hasan Paşa komutasındaki Rumeli askeri oluşturuyordu. Yavuz Selim ise merkezde Sipahi, Silahdar, Ulüfeci ve Gureba (taşralılar, yabancılar) bölükleriyle çevrilmiş olup, yanında Sadrazam Hersekoğlu Ahmed Paşa, Vezir Dukakinoglu oğlu Ahmed Paşa, diğer vezirler, yüksek devlet ricali ve din adamları vardı. Padişahın tam önünde Ayas Ağa'nın emrinde sayıları 12 bini bulan tüfekçi yeniçeriler, arabalar ve develerden oluşturulan siperlerin arkasında yeralmıştı. Sağ ve sol kolun sonlarında biri 10 bin, diğeri 8 bin kişilik Anadolu ve Rumeli Azabları, birbirlerine zincirlerle bağlı ve hedeflerini bir mil içinde vurmakta ustalaşmış topçuların başında bulunduğu 500 topun önünde dizilmişlerdi. (Şahabeddin Tekindağ, agy. s. 65-66)

Sultan Selim'e "yiğit, iyi, cesur, korkusuz" anlamında (sözcüğün "fena, zalim, acımasız" anlamları neredeyse unutturulmuştur) "yavuz" sıfatının yakıştırılması, "özyiğitlik ve mertlik" kavramlarına hakarettir. Babasını bile saltanat için zehirleterek öldürten; yüzbine yakın Alevi-Bektaşi inançlı Anadolu Türkünü toplukırıma uğratan Yavuz Selim'in "kuşkucu, korkak, kompleksli" psikolojisi, yukarıda verilen savaş düzenindeki bulunduğu yerden çok iyi anlaşılıyor. Şah İsmail'i "korkaklık ve acizlikle" suçlayarak, bunların simgesiymiş(!) gibi, ona "kadın giysileri" gönderen bu Osmanlı Padişahının nasıl canından korkup, sıra sıra topçuların tüfekçilerin ve Azapların (okçu askerler) ardında saklanmış olduğu ortadadır.

Buna karşılık Şah İsmail, ordusunun sağ koluna bizzat kendisi kumanda ediyordu. Sol cenahın başında ise Diyarbakır valisi Ustacalu Mehmed Han bulunmaktaydı. Merkezde yüksek devlet ricali ve bazı Kızılbaş Türkmen hanları yer almıştı. Tarih-i Alemara-i Abbasi' de, savaş meşvereti sonunda Şah İsmail'in Yavuz'a, "teke tek, göğüs göğüse mertçe savaş yapalım" haberi gönderdiği fakat onun kabul etmediği yazılıdır. Bunun doğru olup olmadığını bilmiyoruz. Ama Şah İsmail; Ustacalu Muhammed Han ile girişecekleri çevirme harekat sonunda Azabları yarmak ve onların saflarını aşarak, Yeniçerileri arkadan vurmak niyetinde idi. Bu maksatla sağ kolun kumandasını üzerine almıştı...

Korcubaşı Saru Pire, Ustacalu'nun Çarhacılarla Mihaloğlu'na saldırıp, yenilmesi üzerine, "depesinden dırnağına gök demürlü" (İbn Kemal, Defter IX, 227/a) seçkin 40 bin kişilik süvari birliğiyle Rumeli Azablarının üstüne saldıran Şah İsmail, başlarda çok büyük başarı kazandı. Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa ve diğer birçok emirler bu çarpışmada yaşamlarını yitirdiler. Hoca Sadeddin'e göre, Azab askerleri oklarını çıkarmaya bile vakit bulamamışlardı.(Tacü't- Tevarih II, 263'ten aktaran Şahabeddin Tekindağ, agy, s.68)

Bu savaşta Malkoçoğullarından Sofya Sancak Beyi Ali Bey ile Silistre Sancaği yöneticisi Tur Ali Bey, Mora Sancak beyi Hasan Aga, Prizren beyi Süleyman Bey, Yörgüçoğlu Mehmet Bey de öldürülmüşlerdi. Öte yandan Gaffari, Şah İsmail'in bahadırlıklarını uzun uzadıya anlatırken, Malkoçoğlu Ali'yi onun öldürdüğünü söyler. Şah İsmail Hatayi başta verdiğimiz şiirinin birkaç dörtlüğünde de bunu anlatıyor. Tarihçilerin büyük çoğunluğu aynı gerçeği söylemelerine rağmen Şahabeddin Tekindağ, Malkoçoğlu'nun korci askerler tarafından tuzağa düşürülerek öldürüldüğünü kabul etmekedir. (Agy, s.68 dipnt. 70)

Ayni şekilde İ. Hakki Uzunçarşılı da (Osmanlı Tarihi II. Cilt, 4. basım, Ankara-1983, s.266) Şah İsmail'in ordusunun sağ koluna bizzat kumanda ettiğini ileri süren tarihçileri onaylamıyor. Oysa bunu, Osmanlının büyük Şeyhülislamı ve tarih yazıcısı İbn Kemal kaydediyor. (Demek ki Cumhuriyet tarihçileri, Yavuz ve oğlu Kanuni döneminin alim ve tarihçisinden daha bir Osmanlı!) Diğer yandan Türkçü Şahabeddin Tekindağ Hoca'nin Yavuz Sultan Selim sevgisi ve hayranlığı temelinde kaleme aldığı, dönemin siyasetlerinden uzak ve habersiz yorumlar içeren makalesinde, Şah İsmail'in savaş başlamak üzereyken "bıldırcın avında bulunduğunu" yazanlara bile inanıp, onun savaş alanlarındaki başarılarını görmek istememesi doğaldır. Belli ki her iki tarihçi de, Yavuz Selim kat kat siperler ardında saklanmışken, Şah İsmail'in at sırtında savaş alanında kılıç sallamış olduğu gerçeğine tahammül edemiyorlar.

Şah İsmail'in başında bulunduğu ordunun sağ kolunun başarıları sürerken, sol kolun kumandanı Ustacalu Mehmed Han hızla merkeze doğru ilerliyordu. Osmanlı ordusunun sağ cenah kumandan Sinan paşa safları geri alıp, kaçarmş gibi görünerek ya da çarpışa çarpışa, Ustacalu'yu çektiği top menzilinde tuzağa düşürdü. Anlaşıldığına göre, tam merkezin karşısına gelindiğinde, Ustacalu Mahmed Han ile kardeşi Kara Han'in başında bulunduğu Kızılbaş Türkmen güçleri,

merkezdekilerle ayni zamanda top ateşine tutulmuşlardı.

Osmanlı yönetiminin Kızılbaşlarla baktığı açıdan bakan ve yazdıkça hırsı ve öfkesi kabaran Şahabeddin Tekindağ'in cümleleriyle yenilgiyi verelim:

"Sinan Paşa... (onları) müdhiş Osmanlı topçusu ile karşı karşıya bırakmış idi. Üzerlerinde büyük küçük kazanların bulunduğu topları hep birden açtıkları cehennemi ateş üzerine, Şii Ordusu (Kızılbaş Ordusu denilmek isteniyor. İ.K.) darma dağınık oldu; başta Mehmed Han Ustacalu olmak üzere, Seyyid Mehmed Kemune, Hulafe Bik, Emir Abdülbaki, Horasan hakimi Lala Bey Şamlu, Tekelü Çayan Bik ve pek çok Türkmen hasır gibi yerlere serildiler; savaş Osmanlılarin lehine döndü..." Ancak bilimsellik adına, taraflılığı fazla açık olmasın diye Hoca, "lehe dönüşün", pahalıya malolduğunu itiraf etmek gereğini duyuyor:

"Bununla beraber, bu çarpşmada, Anadolu umerasından (emirlerinden) Ataş Bey, Niğde beyi Yörgüçoğlu İskender Bey, Beyşehir hakimi Karlıoğlu Sinan Bey, Kayseri beyi Üveys Bey, Sultanzade olan Karesi hakimi Mehmed Bey yanında bir kısım züema (zeamet sahibi İ.K.) ve timarlı Sipahinin de şehit düştüklerini işaret etmek icap eder." (Şahabeddin Tekindağ, agy, s.68-69)

Aynı anda patlatılan yüzlerce topun yarattığı cehennemi ateşin ardından, canlı kalan Kızılbaşlar saldırıdan geri durmamış; Şah ve beyleri başlarında, çılgınca ve korkusuzca ateşli silahlara göğüslerini açarak, Osmanlı ordusunun merkezine doğru ilerlemeyi sürdürüyorlardı. Ölümü hiçe sayarak yalınkılıç üstlerine gelmekte olan Kızılbaş dalgalarından korkan Yavuz Selim, hemen yeni kuvvetler eşliğinde, deve katır gibi yük hayvanları birbibirine zincirlerle bağlanarak oluşturulan siperler arkasına konuşlandırılmış yeniçerilerin tüfeklerini ateşlemesini emretti. Ustcalu Menteşe Sultan emrindeki Kızılbaş Türkmenlerin bu siperlere hücumları da şiddetli top, tüfek ve zemberek ateşiyle karşılandı.

Yine birçok Han'lar ve askerler toprağa düştüler. Şiirinde beşyüz elli tüfekçinin peşine dütüğünü söyleyen Şah İsmail, birkaç kez at değiştirerek her tarafa koşuşturmakta, yaralanmasına rağmen, askerlerinin önünde çarpışarak onlara cesaret vermekteydi. İşte bu sıralarda Şah atından düşürülmüş; Ustacalu Türkmenlerinden Hızır Aka kendi atını verip kaçmasina yardım ederken, kendisine çok benzeyen ve olasıyla aynı kılıktaki musahibi, Afşar Türkmenlerinden Sultan Ali Mirza onun yerine Şah olarak yakalanmıştı.

Günüze kadar, çok sayıda tarihçilerden gelmiş olan bilgilere göre; Sultan Ali Mirza "Şah benim!" diyerek, Şah İsmail'i kurtarmak için Osmanlı askerlerine teslim olmuştur. Oysa başta incelediğimiz şiirde ise tam tersine; Yavuz Selim onun Şah İsmail olduğunu söylemesini istiyor ve eğer kabul ederse kendisini bağışlayıp, atına bindirerek geri göndereceğini söylüyor. Yine şiirde Sultan Ali Mirza, cellatlara verilme ve katledilme pahasına Yavuz'un, "kendini Şah farzetmesi, gerçek Şahı inkar etmesi" isteğini şiddetle reddediyor. Ancak bu şiirde, kendisine atını verip kaçırdığı söylenen Hızır adındaki Ustaçlu Türkmenden sözetmemesi, Şah'ın kimsenin yardımı olmaksızın geri kaçtığının anlatılması biraz garip geliyor. Yerini almak istemediği için bu uğurda can vermiş musahibi Ali Mirza için bir ağıt yazıyor. Ama kendi atını vererek canını kurtarmasını sağlayan Ustacalu Hızır'dan neden tek söz etmiyor? Acaba Alevi inancında çok önemli bir yeri olan Hızır mı sözkonusudur? Ermiş velilerle arkadaş olan ve çağrıldığı anda insanların imdadına yetiştiğine inanılan boz atlı Hızır'ın Şah'ı kurtardığı mı yayılmıştı? Ve bu söylentiyi tarihçiler, Hızır adlı bir Ustacalu Türkmen askerine çevirmiş olamaz mı?

Şiirde, Sultan Ali Mirza ile "İnkar" diye sıfatlandırılan Yavuz Selim arasındaki ilginç konuşmalar bize, Çaldıran hakkında yanlış bilinen ya da bilinmeyen birçok şeyin bulunduğunu gösteriyor: Öyle anlaşılıyor ki, savaş süreci içindeki bu aşamada, onca topa ve tüfeğe sahip olan Yavuz, ordusunun yenileceği yönünde bir korkuya kapılmıştır. Çünkü patlayan toplar ve tüfeklerle düşen her Kızılbaş alayının yerini bir başkası alıyor; geri çekilmek şöyle dursun korkusuzca ateşli silahların üzerine gidiyorlardı. Osmanlı ordusunun sol kolu tamamıyla dağılmış ve yukarıda Şahabeddin Tekindağ Hocanın -gönülsüz de olsa- itiraf ettiği gibi sağ kol da çok büyük kayıplara uğratılmıştı. Kızılbaş ordusu ise büyük kayıplarına rağmen merkezi alabildiğine sıkıştırıyor, sağ ve sol kol birleşerek çevirme hareketini gerçekleştirmek üzereydi. Bize göre, işte bu aşamada Yavuz Selim, bir yandan aralıksız ve bütün şiddetiyle topları ve tüfeklerini ateşlerken, öbür yandan tutsak alınmış olan Şah'ın benzeri Sultan Ali Mirza'yi kullanmak istemiş olması doğal bir savaş hilesi ya da taktiğiydi. Sultan Ali Mirza'ya, canının bağışlanacağı sözü verilerek, Şah olduğu kabul ettirilince; bir anda Şah İsmail'in tutsak edildiği ilan edilip, Kızılbaş ordusunun karşısına çıkartılarak, teslim olmalarını söyletecekler ve bunu sağlayacaklardı. Bundan sonra gerçek Şah'ın ortaya çıkarak kendini kabul ettirebilmesi biraz zor olurdu. Şah İsmail Hatayi'nin şiirsel söylemiyle Sultan Ali Mirza, "ser kurtarmak için Mervan işi" işlememiş. "Şah'ın sadece kurbanı olduğunu" söyleyip, Yavuz'a hakaretler yağdırarak kendi kendisini cellatlara teslim ettirmiştir.

Dalga dalga gelen ve çılgınca bir cesaretle hücum üzerine hücuma geçen Kızılbaş birlikleri, aralıksız ateş kusan top ve tüfeklerle kırılmışlardı. Çok sayıda Kızılbaş Türkmen Hanları ve Beylerinin ve devlet ricalının ölümü ve Şah İsmail'in kaçması veya kaçırılması üzerine, Kızılbaş ordusundan geri kalanların bir kısmı dağıldı, bir kısmı geri çekilerek savaş alanından uzaklaştı. Merkezdeki ordugahta bulunan Şah'ın yakınları, Hanların aileleri ve kadınlarının esir alındığından sözeden kaynaklar, ordudan esir edilenler ve öldürülenlerin sayısını vermemektedir. Kızılbaş ordusundan, silahlarını bırakarak teslim olan birlik olmamış savaşarak ölmüşler, daha doğrusu bu dengesiz savaşta hepsi kırılmış, çok azı kaçarak kurtulmuştu. Lütfi Paşa'nın, Osmanlı'nın Çaldıran yengisine "Sufi Kıran" adını vermesi boşuna değildir. Çaldıran, bir inancı, bir yaşam felsefesini ortadan kaldırma ve bu inanca bağlı kitleleri yoketme amacını taşıyordu. Çaldıran bir kırım savaşıydı.

Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, 500 top ve 12 bin tüfekle girmiş olduğu bu dengesiz savaşta; 15 yıldır yenilgi yüzü görmemiş Safevi Kızılbaş ordusunu, olağanüstü intihar hücumlarıyla büyük direnişine rağmen, gün boyunca yapılan aralıksız çarpışmalar sonunda dağıttı. Gerçekte, 23 Ağustos 1514 Çarşamba günü Çaldıran'da yapılan bu toptankırım savaşını Yavuz' a, ateşli silahlar kazandırmıştı.

Başlarda değindiğimiz gibi, Kızılbaş ordusunun yenilmesinin altında Şah İsmail'in gizli ihanetinin bulunduğunu da gözardı etmemek gerek. Ama, Sünni Osmanlının Rafızi-Kızılbaş kırım siyaseti de, daha sonraları Safevi Şii şeriatı da Kızılbaşlığı ve Kızılbaşları asla yenemediler. Bugün 25 milyona yakın Alevi-Bektaşi kitlesi, Kızılbaş atalarının zulme, baskıya ve insanı insana kul eden, sömüren inanç ve anlayışa sahip yönetimlere karşı amansız mücadele vermiş Anadolu kızılbaşlık siyasetiyle onur duymaktadır. Bu insancıl siyaset anlayışını benimseyen her toplumu kucaklar, herkesle barışıktır. "Yavuz ile Şah İsmail barıştırılmalıdır" gibi bir kaygısı da yoktur Alevi-Bektaşi inanç toplumunun. Yavuz'dan nefretini silemezsiniz, ama Şah İsmail de Çaldıran'dan sonra bu toplum için bir inanç simgesi değildir. Cem'inde, deminde-devranında yaşattığı Şah İsmail Safevi değil; can ve civan Hatayi'dir, şiirleri, nefesleri, düvazlarıdır.

Ama görülüyorki, yıkılan bir İmparatorluğun 700. Kuruluşu yıldönümü kutlanmakta ve övgü dolu yazılar yayınlanmakta, görsel ve işitsel gösteriler yapılmaktadır. Bu Laik ve Demokratik Türkiye Cumhuriyetinin işi değildir, olmamalıydı. Yeni devlet, yıktığı devletin kuruluşunu kutluyorsa, bu bir pişmanlık gösterisidir. Tarihe bu sakat yöntemli resmi anlayışla sahip çıkılmaz. Üniversiteler, Enstitüler, Akademiler ve diğer araştırma kurumları ve Osmanlı'ya ilgi duyan sivil toplum örgütlerinin işidir bu etkinlikler. Eğer bu kutlama yılı Osmanlı'ya özlemse ve Osmanlı hanedanın siyasetlerini diriltme çabalarıysa, Alevi-Bektaşi toplumunun bu çabalara katkısı olamaz ve karşısındadır.


Ismail Kaygusuz
...........................
Kaynak: Hacıbektaşlılar
yanan_odun
Valid XHTML 1.0 Transitional  Valid CSS!
Copyright 2004-2021. Üzümbaba sitesi. All Rights Reserved
Uzumbaba Anasayfa