KIZILBAŞLIK VE KIZILBAŞLAR
11 Ekim 1999 tarihinden başlayarak üç gün, Hürriyet
gazetesinin "Basın Dünyası" köşesinde, Nejat Birdoğan'ın Müdafaa-i
Hukuk Dergisi'nden alıntı yazısı yayınlandı. Anadolu halk
hareketlerinde ilginç bir davranış olarak sunulan ve "Başını Alıp
Gitmek" başlığını taşıyan yazı, Anadolu Alevi halk hareketlerini
hafife alan; yanlış değerlendirmelerle kafa karıştıran
tutarsızlıklar dolu bir yazıdır. Bilimsellikten uzak, derlemeci
zihniyetiyle tarihe yaklaşımdır. Yazar birbirini çağrıştıran, ama
çoğu birbirinden uzak ve başlıbaşına inceleme ve araştırma konusu
olan tarihsel olayları, öyküleri, kişileri ve kurumları peşpeşe
sıralamış. Sonra dönüp bu karışıklığa uygun bir başlığı yaraştırmış:
Başını alıp gitmek! Oysa Anadolu Alevi halk hareketlerinde "başını
alıp gitmek" değil, "başını vermek" vardır. Tarihsel olaylar
üzerinde kaos yaratılarak, Osmanlı'nın toplu sürgünlerini yadsımak
için, yeni bir bakış mı üretiliyor?
Nejat Birdoğan "kaynakların gösterdiğine göre diyor, Baba İshak
olayında, ekonomik ve dinsel nedenler birlikte görev yapmıştır".
Yani, bu ayaklanma eylemi, ekonomik ve dinsel nedenlere, onların
çözümüne odaklanmıştır, demek istiyor olmalı. Ancak eylemde "bir
siyasal neden olup olmadığı üzerinde duraksama" yapıyor. "Baba'nın
bu zorlayan yürüyüşü sonunda, Konya tahtına el konup konmayacağı
tartışmalıdır. Yoksa salt bir 'uyarı' ayaklanması mıydı?" diye
soruyor ve arkasından, Babai ayaklanmasında, "siyasal nedenin
varlığına olasılık" tanımıyor Nejat Birdoğan. Oysa kaynaklar tam
tersini söylüyor ve tarihsel gerçekler yazarımızı yalanlıyor:
Siyasal nedenler kadar da siyasal amaçlı büyük bir toplumsal
kalkışmaydı Babai hareketi. Hem de Babailer Konya üzerine yürüdüler
ve hedefleri Sultan Gıyaseddin Keyhusrev'in tahtına el koymak, kendi
yönetimlerini kurmaktı.
"Uyarı" ayaklanması ne demek oluyor? Tarihin hiçbir döneminde,
baskıcı yönetimlere karşı, "uyarı" ayaklanması diye bir ayaklanma
olmamıştır. Bu tür toplumsal hareketlerin doğasına aykırıdır "uyarı"
kavramı. Baba İshak Samsat-Adıyaman çevresinden başladığı "uzun
savaş yürüyüşünü", Malatya, Sivas, Tokat, Amasya üzerinden
Kayseri-Malya'ya kadar sürdürmüş. İki ay içinde tam oniki kez
karşısına çıkan Selçuklu emirlerinin kuvvetlerini peşpeşe yenmiştir.
Ayaklanmadan 5-6 yıl sonra bölgeyi gezen Dominiken keşişi Simon de
Saint Quentin yazmaktadır bunları. Bu nasıl "uyarı" ayaklanmasıdır
böyle?
Bu "uyarı" saptamasından (!) sonra, Cumhuriyet dönemindeki şapka
giymeye tepki ve Şeyh Sait isyanı gibi irticai-etnik hareketlerle
dolaylı karşılaştırma yaparak bir koşutluk arayışına çıkmış Nejat
Birdoğan. Fethullahçı (Işıkçı) hareketinin, inançsal ve toplumsal
temelde hiçbir yakınlığı olmadığı halde, Babai batıniliğiyle
koşutluk kurmaya çalışan İslamcı yazarlardan mı esinlenmiş nedir? Bu
büyük halk hareketinin, toplumsal ve siyasal başkaldırının
kıyısından köşesinden bir kaç sözedip, iğreti değerlendirmeler
yapmaya kimsenin hakkı yoktur. Bu nedenle yapabildiğimizce
özetleyerek Babai ayaklanmasını burada anlatmak gerekli olmaktadır
(Bir önceki bölümün sonunda "Babailer ve Babai ayaklanması"nı
incelediğimiz için bir özet vermek gerekliliği ortadan kalkmıştır.)
Şunları sormak gerekir Nejat Birdoğan'a: Babai halk hareketine hangi
amaçla "uyarı" ayaklanması diyor ve nasıl hareketin siyasal yönünün
olmadığını söyleyebiliyorsunuz? Hangi hakla düşünceleri ve amaçları
uğrunda "başını veren" Babai erlerini, "başını alıp gitmek" başlığı
altında değerlendirmeye girişiyorsunuz? Tarihsel olayları, özellikle
halkların sosyal mücadelelerini, dönemin koşulları içinde
derinlemesine ve diyalektik yöntemle incelemeden özümsemek olası
değildir. Bu özümseme gerçekleşmeden verilen bilgiler yanlış olur,
tarihi saptırmak olur.
I. 1 "Başını alıp giden" Kızılbaşlar Kimlerdir?
Nejat Birdoğan:
"...Bugünkü çalışmamızda kana yönelmeyen, kimi halk hareketlerinden
(Sanki yönetenler savaşlar yapmamış, halkı ezmemiş ve hiç kan
dökmemiş, sicilleri tertemiz! İ.K )sözetmek istiyoruz. Bu
hareketlerde de yönetimden yakınan kitlelerin, kurtuluş umutları
kalmayınca doğup büyüdükleri toprakları bırakıp gitmelerini öyküleri
yatmaktadır... Örnekler, Anadolu toprağında yerleşen Alevi ve Türk
topluluklarıyla ilgilidir. Sunacağımız ilk örnek, Anadolu halkının
büyük bir kesiminin Osmanlı devletine güveni kalmaması üzerine
kendisine yeni bir sığınak aramasının, umarsız kalan Anadolu
köylüsünün 1498'de 11 yaşında iken bir umut gibi görünen Kızılbaş
lideri Şah İsmail Hatai'ye sığınma arzusunun öyküsüdür" diyerek asıl
girişini yapıyor.
Yazarımız bu girişi yaptıktan sonra, bir edebiyatçı, ama bütünlükten
uzak bir öykücülük anlayışıyla daldan dala atlayarak, birbirini
çağrıştıran yaklaşık üç yüzyıllık olaylar arasında dolaşıyor. Bu
başlık altında sadece Beğdili Türkmen oymağını işleseydi; Şah
İsmail'den önce, onun dönemi ve sonrasında Azerbaycan ve İran'da
yerleşmiş veya geri dönmüş oymaklarının kısa bir dökümünü yapsaydı,
çok da iyi olurdu. Hatta bu konuda, Prof. Dr. Faruk Sumer'in "Safevi
Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü
(Ankara-1992)" adlı ayrıntılı kitabına yeni katkılar bile
yapabilirdi.
Nejat Birdoğan Hoca, böyle bir yazıda, halk hareketlerini ve hele de
elli yıllık kesintisiz bir devrim hareketi olan, Aleviliğin büyük
Kızılbaş siyasi hareketini yorumlamaya, değerlendirmeye
kalkışmamalıydı. O zaman, gidenleri de "Osmanlı Devletine güveni
kalmamasına", "11 yaşındaki Şah İsmail'e sığınma" amacına bağlamak
gafleti ve saptırmasına düşmezdi. Araştırmacı yazarlarımız ve
tarihçilerimizin, ortodoks İslam (Sünni) ve eski Osmanlı
tarihyazıcıların gözüyle bakmayı bir türlü bırakamadıkları, bu büyük
Kızılbaş siyasi hareketini nesnel bakış açısından burada özetlemek
istiyoruz:
I. 2 Aleviliğin Kızılbaş Siyasi Hareketi Başlangıcı: Şeyh Cüneyd ve
Şeyh Haydar
15. yüzyılın ortalarından 16. yüzyılın başına kadarki dönem,
Alevi-Kızılbaş halkların toplumsal mücadele ve ihtilal dönemidir.
Şah İsmail Safevi, Kızılbaş Türkmen halklar tarafından yaratılmış
sadece Ali soylu bir hanedan simgesidir. Ali donuna büründürülmüş ve
kutsallaştırılıp, Alevi toplumunca kızıl renge boyanıp,
sancaklaştırılarak başa geçirilmişti.
Önce Kızılbaşlık siyasetinin başlangıç yılları ve önkoşullarına
gözatalım:
1402 Ankara savaşında Yıldırım Bayezid'i büyük yenilgiye uğratan
Timur geri dönerken, birlikte götürdüğü otuz bin tutsak Türkmeni,
Erdebil şeyhi Hoca Ali'ye hediye etmişti. Tutsak Türkmenlerin büyük
çoğunluğu Tekelü ve Karamanlulardı. Erdebil kentinin Sufiyan-i Rum
(Anadolu sufileri) mahallesine yerleştirilmiş bu Türkmenler, Hacı
Bektaş ilkelerini Erdebil'e ilk taşıyanlar olmuş. Çeyrek yüzyıl gibi
kısa bir zaman içerisinde, Erdebil tekkesinin Ortodoks karakterini
değiştirmişlerdi. Bu Türkmenlerden bazıları, Hoca Ali'nin son
yılları ve özellikle Şeyh İbrahim (1429-1447) döneminde geri
memleketlerine dönmüşlerdir. Böylelikle Erdebil ile Rum (Anadolu)
Alevi Türkmenleri arasında bağ kurulmuş ve gidip gelmeler
başlamıştır. Hatta Hoca Ali'nin kardeşi Cemaleddin'in oğulları da
Anadolu'ya gelmiştir. Erdebil'de şeyhlik postunu yuitirmiş,
itibardan düşmüş, fakirleşmiş Şeyh Safiyüddin soyundan gelen başka
kişilerin de, Anadolu bir çeşit ekmek kapısı olmuştu. Muhammed-Ali
soyundan seyyidler olarak Aleviler arasında Dedelik yapıyorlardı.
Örneğin büyük Alevi halk ozanı Dede Kul Himmet'in babası da, Hoca
Ali'nin amcası Muhyiddin'in torunlarındandı.
Şeyh İbrahim'den sonra, Karakoyunlu Cihangir Şah'in desteğiyle Şeyh
Cafer tarafindan Erdebil dergahından kovulan Şeyh İbrahim oğlu Şeyh
Cüneyd'in Anadolu'daki 7 yıllık mücadelesi (1449-1456) kaynaşmayı
daha da artırmıştır. Sürgündeki Şeyh Cüneyd Osmanoğullarından talep
ettiği yakınlığı görmemiş. Konya'daki Sünni islam bilginleri de,
Sahabilere ilişkin kuşku ve inançsızlığını dile getirmesi yüzünden
kentten kovulmuş, arkasından da öldürmek için kuvvet gönderilmiş.
Dedesi Hoca Ali'nin Teke ve Hamidoğullari arasındaki müridlerine
ulaşamayan Şeyh Cüneyd, önce güneyde Şeyh Bedreddin müridleri Varsak
Türkmenleri, daha sonra da kuzeyde Canik'te Çepni Alevileri arasında
gizlenerek canını kurtarmıştı.
Cüneyd, Hacı Bektaş'ın kurduğu yol ve onun ilkeleriyle yol-erkan
süren Çepni Dede'lerinden tam irşad oldu. Mensup olduğu Safevi
soyunun, yedinci İmam Musa Kazım yoluyla Muhammed-Ali'ye ulaşması
(ya da öyle inanılması) nedeniyle seyyidliği, içlerinde bulunduğu
toplumca kutsanıp ululanmış ve kendisini bir önder durumuna
sokmuştu. Bu arada Trabzon Pontus prensliği topraklarına yaptığı
akınlarda büyük başarılar kazanıp, kısa bir zamanda Şeyh Cüneyd
"Yirmi bin kişilik silahlı sufiye kumandanlık edecek" güce erişince,
Akkoyunlu Uzun Hasan padişah ona elini uzattı ve kızkardeşiyle
evlendirdi.
Şeyh Cüneyd Erdebil'e döndüğünde dergah postunda uzun süre
kalamamış. Akkoyunlu Uzun Hasan'ın bir yandan Osmanoğulları ve öbür
yandan Karakoyunlular'la siyasi mücadeleleri ve savaşları arasında
ömrü tükenmişti. Ancak Anadolu Alevileri arasında adı yüceldi,
efsaneleşti.
Ama, asıl efsanevi mücadele, 9 yaşlarında dayısı Akkoyunlu Uzun
Hasan'nın 1470 yılında kendi eliyle Erdebil postuna oturttuğu Şeyh
Haydar'la başlıyor. Bu mücadele, oğullarından Şah İsmail'in
şeyhlikten şahlığa geçişine kadar sürecektir. Haydar, Uzun Hasan'ın
karargahında büyümüş, kavgalarda bulunmuş ve sert bir disiplinle
yetişmişti. Askerliğe ve silaha karşı çok yatkın ve kendisi mızrak
ok yay ve kalkan ustasıydı. Erdebil'de artık kamış kalem yerine
kılıçlar görülmeye başlanmıştı. ( Walter Hinz, Çev.Tevfik
Bıyıklıoğlu, Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd, Ankara-1992, s.65, no.4)
Şeyh Haydar'ın Erdebil dergahı postunda oturduğu, on sekiz yıl
içerisinde başardığı en büyük iş, Kızılbaş kavramı çevresinde
inançsal ve toplumsal bir bilinç oluşturmasıydı. Bu bilincin
simgesi, on iki dilimli kırmızı bir kavuk olan ve Haydari sarık
adıyla anılan taçdır. Bugüne kadar gelen geleneksel bilgiler, bu
kızıl Haydari başlığın ya da sarığın, rüyasina girmiş olan Hz. Ali
tarafindan kendisine öğretildiği yönündedir. Bu başlık Walter
Hinz'in belirttiği gibi:
"Safeviliğin Alevi akidesini ve mübarek Oniki İmam'ı temsil
etmektedir. Peygamberle kan akrabalığı dolayısıyla yalnız bu Oniki
İmam onun meşru halefleri sayıldığından isimleri bu dilimlerin
üzerine işlenmiş bulunmaktaydi. Bu başlğı kullananlara verilen
Kızılbaş ismi de bu yeni sarığın rengiyle ilgilidir." (Walter Hinz,
agy. s. 65)
Şeyh Haydar'in Erdebil'de yaptığı bu simgesel değişikliğin, yani
kızıl başlık takmanın kökeni aslında ayni bölgede yükselmiş bir
heterodoks harekete dayanıyordu. 816'larda Sünni Abbasi yönetimine
başkaldıran ve 21 yıl boyunca Abbasi halifelerinin tahtlarını sarsan
Babek Hurremi yandaşlarının da başlarında kızıl renkli başlıklar
vardı ve kendilerine Farsça "Sürhseran (Kızılbaşlar)" deniliyordu.
I. 2. a Alevi Türkmen Topluluklarının Benimsedikleri 'Kızılbaşlık
Bilinci' Siyasallaştırılıyor
Böylelikle Şeyh Haydar'ın yanında durup kendisiyle birlikte mücadele
edenler "Kızılbaş Ordusu" adını aldı. Bu unvan altında düşmanlarına
savaş açan genç Şeyh'in, İmam Ali'nin sancağını taşıdığına
inanılıyordu. (Ziya Şakir, Mezhepler Tarihi, İstanbul-1946, s.87)
Anadolu'nun yoksul insanlari bu bilinçle harekete geçirilmişti.
Anadolu Alevi halklarının benimsetilmiş Kızılbaşlık bilincinin
siyasallaştırılması gerekiyordu .
Şeyh Haydar'ın çevresinde bulunan ve onu yönlendirenler (daha sonra
Şah İsmail'i koruyarak, eğitip yetiştirdikten sonra Safevi Kızılbaş
Devlet'inin çatısını kuranlar da bu kişilerdi) Şamlu Türkmenlerinden
Lala Hüseyin Bey, Dulkadirli Dede Abdal Bey, Ustacalu Muhammed Bey,
Şamlu Abdi Bey, Bayburdlu Karaca İlyas, Tekelü Saru Ali Bey,
Karamanlu Bayram Bey Rumlu Ali Bey, Talişli Dede Bey, Kacarlu Kara
Piri Bey vb.di. Bunların her biri mensup oldukları, Türkmen
oymaklarının, -bazılarının Pir, Abdal, Dede sıfatlarıyla
anıldıklarına bakılırsa- hem inançsal önderi Dedesi, hem de yönetici
Beğ'leridir. Bunların bazıları, önce sözü edildiği gibi, Hoca
Ali'nin Erdebil'e yerleştirdiği Türkmenlerin (Tekelü, Karamanlu),
öbürleri ise Şeyh Cüneyd'in savaşlarına katılarak ya da Şeyh Haydar
döneminde (Örneğin, Azerbaycan'da Tarum bölgesine yerleşmiş Şamlular
gibi) gelmiş bulunuyorlardi.(Walter Hinz, agy. s.66-67; Faruk Sümer,
Safevi Devleti'nin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin
Rolü, Ankara-1992, s. 13, 15, 21)
Görüldüğü gibi, II. Bayezid döneminden çok önce Kızılbaş devinimleri
başlamıştı. Bayezid'in yönetiminde (1481-1512) dahi Osmanlılar,
Arnavutluk'a kadar bütün Balkanlara hükmetmekle birlikte, bugünün
Anadolu'sunun ancak dörtte birini ellerinde bulunduruyor. Ancak Batı
ve güneybatı Anadolu, Trabzon'a kadar kuzey kıyılar, Kayseri'ye
kadar Orta Anadolu'ya hakimdiler. Orta ve güney bölgelerde,
Hamidoğullari Antalya Subesi, Alaiye Beyliği 1507, Konya ve
Karaman'da Karaman beyliği 1513, Maraş Elbistan Malatya'da
Dulkadiroğulları 1515, Adana ve Tarsus'da Ramazanoğulları Beyliği
1517 tarihlerinde Osmanlılara katılmıştır. Doğuda Diyarbakır'dan
Azerbaycan'a kadar hükmeden bir Akkoyunlular devleti bulunmaktaydı.
Gerek Osmanlı topraklarında ve gerekse yukarıda adı geçen
Beyliklerdeki kırsal bölgelerde yaşayanların ezici çoğunluğu,
çeşitli Türkmen boylarına mensup Alevilerdi. Anadolu'da istikrarlı
bir merkezi yönetimin bulunmaması, Beyliklerin ve Osmanlının ağır
toprak ve vergi yazımlarıyla halkı canından bezdirmesi,
inançlarından ötürü zulüm ve baskılar Türkmenleri, yukarıda
değinildiği gibi, Safevi Cüneyd ve özellikle Şeyh Haydar'la birlikte
Kızılbaş ihtilalinin içine sokmuştu. Karamanlu, Tekelü, Şamlu,
Ustaçlu ve Rumlu Türkmenlerin büyük bir kısmı daha o zamandan
(1470'lerde) İran ve Azerbaycan'a göçederek, Şeyh Haydar'ın ilk
Kızılbaş ordusunu oluşturmuşlardı.
Anadolu Alevi-Kızılbaş halkları arasındaki geniş propaganda ve
özellikle Hacı Bektaş'tan sonra, Ali donunda Şah İsmail'in ortaya
çıkarılışı kitleleri çok etkiledi. Şah İsmail'in 1501 baharında
Erzincan'a gelişi ve iki ay sonra 7 bin (ya da 12 bin) kişilik
kuvvetle Azerbaycan'a dönüp savaşlara girişmesi, (Faruk Sumer,
Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü,
Ankara-1992, s. 20) Kızılbaş kitlelerin bir önder bekledikleri ve
kendi devletlerini-yönetimlerini kurmaya hazır olduklarını
gösteriyordu. Çünkü W. Hinz'in "Kızılbaş kabileleri" olarak
nitelendirdiği bu Türkmen aşiretlerinin öbür kabile ve şubeleri
Küçük Asya'daki (Anadolu) Germiyan, İsfendiyar, Hamidoğulları,
Karamanoğullari, Osmanoğulları, Dulkadiroğulları, Memlükler,
Akkoyunlu vb. beyliklerinin topraklarında yaşamaktaydılar. İşte
böyle bir toplumsal bölünmüşlüğü yaşamakta olan Anadolu
Alevileri'nin siyasallaşıp toparlanması sözkonusuydu.
Kızılbaş-Safevi hareketi ve Şah İsmail olgusuna günümüz Türk
tarihçileri, Osmanlı tarihyazıcıların gözüyle bakmış. Daha da ileri
gidilerek, 15. yüzyılda, 16. yüzyılın başlarında, sanki Anadolu
bugünkü sınırlarıyla Osmanlılara aitmiş gibi, Anadolu Alevi
halklarını Kızılbaş İran'la işbirliği yapmak ve Osmanlı'ya ihanetle
suçlamışlardı. Bir kere daha şunu açıkça belirtelim: Safevi
hanedanını ortaya çıkaran, yaratan Kızılbaş Türkmenlerdir. İnançları
itibarıyla bir Ali soylunun hükümdar olması gerekiyordu. Önasya'daki
mevcut bazı merkezi feodal devletler ve beyliklerin (Osmanlı, Mısır
Memlük, Akkoyunlu, Karakoyunlu, Timuroğulları ve Anadolu'daki
beylikler), özelde Anadolu'ya, genelde ise tüm Önasya'ya egemen olma
ve paylaşım savaşları yüzyılı içerisinde, uzun süreli bir ihtilal
mücadelesi sonucu kurulmuştu Kızılbaş Safevi devleti. Faruk Sümer :
"Anadolulu Kızılbaş Türkler olmasa, diyor, değil Safevi devletinin
kuruluşu, Erdebil şeyhlerinin siyasi gayeler taşıması bile
düşünülemezdi. Hatta kaynaklardan açıkça anlaşıldığı gibi, onlar
yani Anadolu Türkleri veya onların bir kısmı aşırı dini inançlarını
Şeyh ve Şah'larına kabul ettirmeye çalışmışlardı." (F. Sumer, agy.
s.22) diyor. Sadece kabul ettirmeye çalışmışlar değil, kendi
inançları çerçevesinde onları yetiştirmişlerdi.
Anlaşılıyor ki, kabileleriyle birlikte Erdebil'e intisabetmiş bu
Dede-Beğ'ler, Alevi Halkları birliğe götürme ve bir devlet oluşturma
misyonu yüklenmişlerdi. Bu kişiler Anadolu'nun dört bir yanında
görevlendirilmiş 360 Hacı Bektaş Veli (Ö.1271-2) halifesinden birine
bağlı Türkmen boylarına mensub insanların torunları olarak, Hacı
Bektaş'ın yol ve erkanı, dem ve devranını Erdebil'e yerleştirmişler.
1470'li yıllarda Şeyh Haydar'a vasilik etmiş babasının amcası yaşlı
Şeyh Cafer'in -ki Karakoyunlular'la işbirliği yapıp, Cüneyd'i
Erdebil'den iki kez çıkartan kişidir- ölümünden sonra Haydar'ı ve
sonra Şah İsmail'i Hünkar'in kurduğu yol ve erkanın gerektirdiği
biçimde yetiştirmişlerdi. Hacı Bektaş Veli'nin gerek Molla Said
tarafindan Türkçeleştirilmiş "Makalat"ı ve gerekse "Vilayetname"
ellerindedir. Şah İsmail'in Alevi-Bektaşi eğitimi bu kitaplar
üzerinden yapılmıştır. Ayrıca Fazlullah'ın halifesi Seyyid İmadeddin
Nesimi'nin yapıtları ve Yunus Emre ve Kaygusuz Abdal'ın şiirleri,
yapıtları Şah İsmail'in yetişmesinde Hacı Bektaş'inkiler kadar
etkilidir. Yazmış olduğu şiirlerinde Yunus Emre'ye özenmiş, ona
birçok benzekler yapmıştır. İkisi de ayni "yol içre niyazbenddir"
(yol içinde yalvaran-tapınan) ve "doğruluk dost kapısı" kuludur,
yani Hacı Bektaş Veli'nin "doğruluk dost kapısıdır" ilkesine
bağlıdır:
Şah İsmail'den:
Niyazmend ol müdam yol içre doğru
Ki suret tebdil edip olma uğru
Yakın bil 'doğrulıg dost kapusıdır'
Hakikat aleminin dapusıdır
Kimin ki ola sıtk ile ehl-i niyaz
Yol içinde saf ola ol şahbaz
...
Hatayi derdimendim bir kemine
Ancak Hü deyin şahın demine
Yunus'tan:
Gönül secde eder dost mihrabına
Yüzüm yere koyup kılar münacat
Münacat için vakt olmaz arda
Kim ola dost ile bu demde halvet
...
Doğruluk bekleyen dost kapısında
Gümansız ol bulır ilahi devlet
Yunus ol kapıda keminde kuldır
Ezelden ebede dektir bu izzet
I. 2. b Kızılbaşlık Şah İsmail ile Aleviliğin Devlet Siyasetine
Dönüştürülmüştü
Simgesel kızıl bir başlıkla ortaya çıkıp, kısa bir süre içinde
Aleviliğin siyasal adı olmuş Kızılbaşlık bilinci, Şah İsmail'de İmam
Ali'nin cisimleştiği ve dolayısıyla Hacı Bektaş Veli'nin de İsmail
donunda zuhur ettiği, en yoğun biçimde, Anadolu'da yaşayan Aleviler
halklar arasında yayıldı. Şah İsmail'in hakkında anlatılanlar ve
daha 7-8 yaşlarındayken yazdığı, ellerine ulaştırılan olağanüstü
yetkinlikte deyiş ve nefesleri, düvazimam ve nat-i Ali (Oniki İmam
ve Ali övgüsü) şiirleri, onun Ali ve Hacı Bektaş Veli olarak dondan
dona geçtiğine tam inandırıyordu. Cem'lerde bunlar okunuyor ve
kendisine erişilmez bir Veli gibi niyazda, secdede bulunuluyordu. On
beş yaşlarında Anadolu'ya ilk geldiğinde, Erzincan'da onu görüp
niyaz etmek ve peşinden gitmek için Alevi-Kızılbaş topluluklarına
artık hiç kimse engel olamazdı ve olamadılar. Onları birliğe
götürecek Ali soylu bir hanedan yaratılmış ve peşinden gidilecek bir
Şah-ı Velayet (veliler şahı Ali) bulmuşlardı. Artık "kurban olduğum
Pirim, Mürşidim!' diye savaş türküleri söylüyerek, zırh ve kalkan
kullanmadan bağırları açık onun ardından düşman üzerine yürümeye
başladılar". (Walther Hinz, agy. s.9. Dipnt. 3, 4)
Kızılbaşlık toplumsal bilinci, Şah İsmail'le birlikte siyasal
bilince dönüştürülmüş. Yani Aleviliğin devlet siyaseti olmuş;
"Şeyhlikten Şahlığa" geçilerek, kısa bir sürede başkenti Tebriz olan
Safevi Kızılbaş devletinin temeli atılmıştır.
Alevi inanç ve felsefesi, Görülüp-sorulma, Dar ve Musahiblik
kurumlarıyla bu devletin yaşamına geçirilmişti. Safevi sarayında Cem
törenleri yapıldığı, meydan açılıp, bu meydanda
kusurların-kabahatların ortaya dökülerek, düşkünlerin
cezalandırıldığı bilinmektedir. Venedik Cumhuriyeti adına Şah
Tahmasb'in (1524-1576) ilk yıllarında, sarayını elçi olarak ziyaret
eden Michele Membre günlüğünde (Relazione, s. 48vd.), tanık olduğu
bu törenler hakkında bilgi vermektedir.
I. 2. c Kızılbaş Safevi Devletinin Temeli, "Ehli İhtisas" Adıyla Bir
Çeşit İhtilal Konseyi Tarafından Atılmıştı
Kızılbaş ihtilali önderleri, devlet yönetimindeki
deneyimsizliklerine rağmen, gelenek ve inançlarından kaynaklanan
bilgilerle bir mekanizma oluşturmuşlardı. Şah İsmail'i Gilan'da
sakladıkları dönemde (1494-1499), inançları gereği mürşid ve mürid
(talip) ilişkileri içinde, "Ehli İhtisas" adı altında "Lala, Abdal,
Dede, Hadim (hizmet gören) ve Halifat al- Hulafa'dan (Halifeler
halifesi)'' oluşan bir kurul kurmuşlardı. (R.M.Savory, The Cambridge
History of Iran, Vol. 6, s.357)
Ehl-i İhtisas kurulu, siyasi propagandasını çok bilinçli
sürdürmekteydi: Halifeler Halifesinin Anadolu hatta Balkanlara,
Suriye, Azerbaycan'a ve İran'da Horasan ve Kuzistan eyaletlerine
gönderdiği halifeleri aracılığıyla, Ortodoks İslam (Sünni ve Şii)
dışındaki Alevi-Bektaşi ve Ehli Halkçı, Hurufi vb. heretik (rafizi)
tüm heterodoks (aykırı) islam topluluklarıyla iletişim kurulmuş
siyaset ve bilgi alışverişi yapıyordu. Kuşkusuz ağırlık ve en yoğun
çalışma Anadolu Alevi-Bektaşileri arasındaydı.
Bu yüksek kurul, bir ihtilal konseyi gibi çalışmış Karamanlu, Rumlu,
Dulkadir, Tekelü, Ustaçlu, Şamlu gibi Alevi Türkmen oymakları askeri
aristokrasisinin birlik ve beraberliğini sağlamış. Hazar
kıyılarından, Anadolu'nun içlerine Teke İli'ne uzanan çok geniş bir
alan içinde etkin propaganda eylemleri ve çok sayıda savaşları
yönetmiş, sonunda Kızılbaş devletini kurup 1501-2'de Şah İsmail'i
tahta oturtmuşlardı.
Devleti kurduktan sonra kurul, Lala'lığı kaldırarak, yerine "Vekil-i
Nefs-i Nefis-i Humayun" adıyla bir yüksek görev yarattılar. Bu
görev, Şah İsmail'in hem 'Padişah' olarak siyasal iktidarının, hem
de 'Mürşid-i Kamil' olarak inançsal iktidarının vekillik kurumuydu.
Bu kurum bir süre için, geleneksel sadrazam ve tüm bürokrasinin,
yani Umera'nın başı görevlerini içeren Vezir iktidarlarını gölgede
bıraktı. Vekil, Savory'nin deyimiyle Şah İsmail'in "alter ego"su,
yani ikinci kişiliğiydi. Bu kurumun yaratılması, Şah İsmail
nezdinde, teokratik yönetim biçimi ile siyasal bürokrasi arasındaki
boşluğa kapatan köprüydü.
Bu göreve daha önce Ehl-i İhtisas'ta lalalık yapan Şamlu Hüseyin Bey
getirildi. Böylelikle Şamlu Hüseyin bey, hem Şah vekilliğini, hem de
Emir ül- Umara (Emirlerin başı) yetkisini üstlenmişti.( R.M. Savory,
agy. s.358-359) İktidar, bu kişinin ellerinde ve dolayısıyla
Kızılbaş Ehl-i İhtisas kurulunun sorumluluğunda bulunuyordu. Böylece
bulunan ya da yaratılan Ali soylu bir hanedanın mensubu Şah İsmail,
"Ali'nin mazharı" kutsallığına büründürülmüş kişilik olarak öne
çıkartılıp, taçlandırılarak Kızılbaş-Safevi Devleti kuruluşu
tamamlanmıştı.
Bu Alevi büyük inançlı yığınlar, 13. yüzyılda Babai bakaldırı
siyasetiyle Anadolu'yu sarsmıştı. Kökleri, 1420'de bastırılmış
Bedreddinilik ihtilalci siyasetine inen Kızılbaş hareketi,
1450'lerde Şeyh Cüneyd'in Anadolu'da Varsak Bedreddinileri ve Çepni
Alevileriyle birlikte çıkış yaptığı mücadeleyle başladı. Oğlu Şeyh
Haydar'ın taktığı 12 dilimli kızıl renkli haydari başlık da
ihtilalci siyasetin simgesi olmuştu. Büyük yengi ve yenilgiler,
dağılmalar, toparlanmalarla Anadolu'dan dalga dalga kalkan Kızılbaş
Türkmenler, yarım yüzyıllık sürekli ihtilal sonucu Kızılbaş Safevi
devletini kurmuşlardı.
Bu devlet, Osmanlı'dan daha fazla Türk idi. Kızılbaş Safevi devleti,
aşağıda açıklayacağımız gibi 1533-34 yıllarına kadar bir İran
devleti olmamıştır; inaç ve felsefesiyle, eyalet valilikleri dahil
geniş yönetim kadrolarıyla ve ordusuyla tam bir Kızılbaş Türkmen
devletidir. Osmanlı bunu çok iyi biliyordu, ama siyasetini
"Erdebilli Kızılbaş Pelidi (pis çocuk)" ortadan kaldırmak üzerine
kurmuştu. Aslında Osmanlı'nın amacı hiçbir zaman İran devletini
yıkmak ve ülkeyi kendi topraklarına katmak olmamıştır; hayran
oldukları dilini ve kültürünü benimsedikleri "Farisi devleti" (İran
devletini) sapkın-dinsiz (rafizi-mülhid) niteledikleri
Kızılbaşlardan kurtarmak, Ortodoks İslamlığı (Sünnilik ve Şiilik)
korumaktı.
İranlı tarihçiler de, bu dönemi İran tarihi içinde görmek ve
önemsemek istememektedirler. Gulat (yoldan çıkmış, aşırı) saydıkları
Kızılbaşlığı, Oniki İmamcı Şiiliğe vurulmuş bir darbe ve dinsizlik
olarak görmektedirler.
Osmanlı tarihyazıcılarının ve Sünni-resmi tarihin yere batırdığı,
lanetlediği Kızılbaşlığın, genelde Anadolu Türk tarihi içerisinde,
özelde Aleviliğin siyaset tarihinde çok başarılı, çok seçkin ve
onurlu bir yeri vardır. Onuncu yüzyılın başlarından bu yana, yani
Zeydi Alevi Hazar Devletini yıkılışından sonra bölgede ilk kez,
Alevilik inanç ve düşüncesinden doğan Kızılbaşlık siyaseti, yarım
yüzyıl süren silahli mücadele sonunda iktidara taşınmıştı.1
Başlarda Karakoyunlu, Akkoyunlu, Gürcü, Timuroğulları vb.feodal
devletler kesin yenilgiye uğratılarak Erdebil çevresi temizlenip,
Şah İsmail önce dergahta Mürşid postuna oturtulmuş. Burada yapılan
Cem'lerde ikrar meydanı açılıp, Dar-Didar görülerek çok önemli
kararlar alınmıştı. Biliniyordu ki Erdebil'den çıkılmadığı, yani
Şeyhlik aşılmadığı takdirde, Şeyh Cüneyd, Şeyh Haydar ve Sultan Ali
gibi Şah İsmail de yaşatılmayacaktı...
Neden Erdebil'in öncü seçildiğini kavramak için, Anadolu'daki Hacı
Bektaş Dergahının durumuna bir bakmak gerekiyor. 1453'de İstanbul
alınmasıyla, bin yılı aşkın tarihi olan Bizans devletinin tüm
yönetim kurumlarıyla mirasına konarak devlet olma aşamasını çoktan
tamamlamış ve bir cihan imparatorluğuna doğru adım atan Osmanlı
devleti sınırları içerisinde Hacı Bektaş Dergahı bulunmaktaydı.
Balkanlarda Arnavutluk'a kadar uzanan imparatorluk içinde ve diğer
beyliklerde köy köy, oba oba dolaşıp Cemlerini yaptıran, ibadet ve
inançlarını, Muhammed-Ali yolunu sürdüren Dede'ler Hacı Bektaş
Dergahına bağlıydı. Orada kazan kaynatıp icazet alıyorlardı.
İnançlarının merkezi ve en kutsal ziyaret yerleriydi. Şeyh Bedreddin
başkaldırısında mücadele gücünü oluşturan Balkanlarda Dobruca'lı
Saru Saltuklular, Anadolu'da Torlaklar, Abdallar, Kalenderi,
Ağaçeriler vb. adlarını taşıyan aynı Alevi Bektaşi Türkmen
topluluklarıydı ve bu Dergaha bağlıydılar.
Ancak Kızılbaşlık siyasi hareketinin başından beri, Hacı Bektaş Veli
Dergahında postta oturanlar, toparlayıcı ve kitlelerin peşinden
gideceği siyasal önderlik niteliği taşıyan kişiler değildi. Belliki
Dergah sadece, yılda bir kez Muharrem ayı matem törenlerinde ziyaret
edilip aşure pişirilerek "hak Lokması" dağıtıldığı; Görgü Cemleri
yapılıp düşkün kaldırıldığı; bölgesel seyyidlerin, oymak ve aşiret
Dedelerinin kurban kesip "kazan kaynatarak Dedelik icazetlerini"
yeniledikleri veya aldıkları bir inanç merkezi konumundaydı.
Hacı Bektaş Dergahı, Hünkar'ın ilk ardası Abdal Musa Sultan
(Ö.1360'lar) ile birlikte siyasi özelliğini yitirmiş görülüyor.
Osmanoğullarını terkedip, Teke yöresini ele geçirerek, Elmalı'da
tekkesini kurmuş olan Abdal Musa'nın kendi yetiştirmesi Seyyid Ali
Sultan ise (Ö.1402-3), ustasının tersine savaşçı kişiliğini
Sultanların emrine vermiş ve fetihlere çıkmıştı. Bunları
Menakibname'lerden öğrenmekteyiz. Onun Murad I ve Yıldırım Bayezid
ile ilişkilerinin çok iyi olduğunu, birincisinin Hünkar'in türbesini
mimar Yanko Madyan'a (!) inşa ettirdiğini aynı kaynaklar
söylemektedir. Seyyid Ali Sultan'ın Daha sonraları, fethetmiş olduğu
Dimetoka'da tekkesini kurup, oraya yerleştiği biliniyor.
I. 3 II. Bayezid'in Kızılbaş Siyaseti ve Balım Sultan
II. Bayezid'in Kızılbaş siyaseti Balım Sultan'dan mı geçiyordu?
Bu soruya "Evet" yanıtı verilebilir. Ama, bizce onları birbirine
muhtaç ya da zorunlu kılan, Sultan II. Bayezid'e Balkanlar'da
yapılan suikast olayı olmuştur. II. Bayezid, Arnavutluk seferinde
1492-93, Manastır yakınlarındaki Pirlepe yolunda bir Kalenderi
derviş tarafından hançerle saldırıya uğramış; bu öldürme girişimini
İskender Paşa önlemişti. Yaşar Ocak'ın da yazdığı gibi, dervişin bu
suikast girişimi elbetteki, bilinçsizce bir saldırı olduğu kabul
edilemez. İ.H. Uzunçarşılı ise, Kalenderi kıyafetinde bir
Kızılbaşın, hacca gideceği bahanesiyle para istemek için yanına
sokulup, Bayezid'e saldırdığını yazmaktadır. (İ.H. Uzunçarşılı,
Osmanlı Tarihi II, 2. baskı, Ankara-1983, s.208, dipnot.1) Yine
Yaşar Ocak'ın dediği gibi Sultan Bayezid'e, pek iyi gözle bakmadığı
Abdal, Torlak, Haydari gibi Kalenderi topluluklarını, cezalandırmak
için iyi bir fırsat oluşmuştu. (A. Yaşar Ocak, Osmanlı
İmparatorluğunda Marjinal Sufilik; Kalenderiler, Ankara-1992, s.125,
135)
Alevi inançlı Türkmenler arasında Kalenderiler denilen doğaya uygun
ve bir çeşit komün yaşamı süren bu marjinal derviş gruplar
çoğunlukla konar-göçerdiler. Toplum düzenine karşı ve aykırı
yaşayan, bazan "Şah-ı Merdan aşkına" dilenen, bazan da punduna
getirince zenginleri soyan bu kişiler sınırsız özgürlük isteyen
birer halk filozofu konumundaydılar. Bu topluluklar aynı zamanda
devlet tarafından koğuşturalan dinsel-siyasal suçluların sığınakları
durumundaydı. Toplumsal hareketlerde hemen ön planda yerlerini
alıyorlardı. Kızılbaş Safevi siyasi hareketinin konseyi durumundaki
Ehl-i İhtisas kurulunun üyelerinden birinin "Abdal" adını taşıması
boşuna değildir. Bu kişi, Anadolu, İran ve Suriye'deki çeşitli adlar
taşıyan tüm Kalenderi topluluklarıyla ilgili propaganda
çalışmalarını yönetiyor olmalıydı. Uzunçarşılı'nın II. Bayezid'e
suikast girişiminde bulunan Kalenderi dervişine "Kızılbaş"
nitelemesinin anlamı burada yatmaktadır.
II. Bayezid bu saldırıyı bahane ederek: "Rumeli'de ne kadar bid'at
Abdal ve Işık ve na-hak-gu zındıklar var ise teftiş olunup Şer'ile
küfür söyleyenlerin haklarından geline deyü..." (Menakıb-i Sultan
Bayezid Han'dan nakleden A. Yaşar Ocak, Kalenderiler, s.125, n.274)
buyruk çıkarıp, Balkanlar ve Rumeli'nde geniş bir koğuşturma ve
toplu sürgün uygulandı. Bölgede yaşayan tüm Alevi-Bektaşi
gayri-sünni toplulukları Anadolu'ya sürdürdü. Bölgedeki Varna'da
tekkesi bulunan Otman Baba ve ona bağlı dervişler bu kıyımdan
nasibini aldığı gibi, kuşkusuz Hacı Bektaş dergahına bağlı
Dimetoka'daki Seyyid Ali Sultan tekkesine bağlı olanlar da sürgüne
uğradı. O yıllarda Seyyid Ali Sultan tekkesinde Mürsel Balı oğlu
Balım Sultan (1458-1518/19)) oturmaktaydı. Olasıdırki, Arnavutluk
seferi sırasında uğradığı Dimetoka'daki tekkenin başında bulunan ve
eskiden tanıdığı Mürsel Baba oğlu Balım Sultan'ın ricasıyla Bayezid,
toplu kıyımdan vazgeçip, emrini sürgüne çevirdi.
Sultan II. Bayezid'in 1500 yılında yaptığı ve Modon, Koron ve
Navarino'yu ele geçirdiği Mora seferinden sonra ertesi yıl da
Adriyatik kıyılarını işgal ettiğini görüyoruz. Bu seferlerin
ardından Dimetoka'dan Balım Sultan'ı İstanbul'a davet ettiği ve daha
sonraki yıllar içinde (Turgut Koca'ya göre aynı yıl) ondan nasib
alarak Bektaşi tarikatına girdiği bilinir. Sultan Bayezid, Balım
Sultan'ın Dimetoka'ya gitmeyip, Hacı Bektaş Dergahına dönmesini
istemiş ve resmen buraya atamıştır. (Turgut Koca, Bektaşi Nefesleri
ve Şairleri, İstanbul-1990, s. 124-125)
1501 yılındaki bu atama, kendine yakın gördüğü Balım Sultan'ın
Anadolu'da daha geniş Alevi toplumuna etki yapacağı için, Kızılbaş
Safevi siyasetine karşı onun kullanılabilir olmasından
kaynaklanıyordu kuşkusuz. Ama öyle görünüyor ki Balım Sultan, bu ilk
aşamada bile kendisine pek güven vermemiş. II. Bayezid'in
siyasetinin bir parçası, hatta bir ürünü olarak Balım Sultan'ın
dergahın başına geldiğinin ertesi yılı, Balkanlardan Anadolu'ya
sürgün ettiği Alevi toplulukları, doğu sınırlarında koğuşturmaya
uğrayan çok sayıda Kızılbaşlarla birlikte yeni fethedilmiş Mora
topraklarına sürüldüler. Batılı yazarların belirttiği, II.
Bayezid'in 1502'deki bu büyük koğuşturması ve tek tek kişilerin
yüzleri damgalanmış olarak gerçekleştirilmiştir. Acaba, silinmesin
diye dağlama biçiminde kızgın damga vurularak mı
gerçekleştirilmiştir? Bu ortaya çıkarılmalıdır. Bu Kızılbaş
sürgününden, Türk tarihçileri sözetmemektedir. 2
İkinci Kızılbaş sürgünü Şah İsmail'in Erzincan'a gelişi sırasında
yapılmıştı. İsmail'in Kızılbaş devletinin potansiyal gücünü tezelden
dağıtmak amacıyla onbinlerce Alevi-Bektaşi hiç bilmedikleri ve
yabancısı oldukları diyarlarda oturmaya zorlandı. Bu sürgünler
gösteriyor ki, Şah İsmail'in bir yıl kadar önce, Baba diye hitap
ederek Bayezid'e yazdığı bir mektupta, Ustacalu göçkünlerin çoluk
çocuklarının Osmanlı ülkesinde bırakmalarına izin vermesi için
ricada bulunması işe yaramamıştır.
Genç erkeklerini Şah İsmail'e göndermiş olan aileler sürgüne gitmiş
parçalanmış ve bir daha da birbirlerini görememişlerdir. Alevi
Türkmen boylarından eli silah tutanların, ok ve yaylarını,
kılıçlarını yüklenip, azık torbalarını boyunlarına asmış gurbete
çıkar gibi aileleriyle vedalaşarak, Şah İsmail ile savaşa gitmeleri
iki şey düşündürüyor:
1) Anadolu'da yaşayan Alevi-Bektaşi toplulukları kendilerini Sünni
islamın egemen olduğu hiçbir feodal devlet ve beyliklere bağlı
görmüyordu. Bir siyasi yönetim boşluğunda, inançlarının tapınma
uygulamaları olan Cem düzeni içinde, kendi özgün yaşam ve yönetim
biçimini oluşturmuşlar, bağımsız yaşamaktaydılar.
2) Kızılbaş Safevi hareketinin Ehl-i İhtisas kurulundan Dede, Abdal
ve Halifeler Halifesi gibi görevlilerin geniş siyasi propagandası
onlara, çok kısa bir zamanda ailelerinin yaşadıkları bölgeleri,
kısacası tüm Anadolu'yu elegeçirip Kızılbaş Devletine
bağlayacaklarına inandırmıştı.
Tebriz alındıktan sonra 1502 yılı içinde, Şah İsmail'in başına
Kızılbaş tacı konularak, Oniki İmam adına hutbe okunduktan sonra
resmen Kızılbaş Safevi Devleti kurulmuştu. Arkasından İran'ın
içlerinde otorite sağlamak ve Akkoyunlu beyleri ortadan kaldırmak
için geçen yıllar içinde, Osmanlı derin bir nefes aldı. Çünkü
Tebriz'den yönetilen bir devlet Anadolu'da güçlü ve sürekli bir
egemenlik kuramazdı. Oysa Akkoyunlu devletinin varisi olarak ortaya
çıkıp, Diyarbakır veya Erzincan'da Kızılbaş Safevi devleti kurulmuş
olsaydı, Suriye ve Irak'la birlikte Doğu Anadolu'ya çok kısa zamanda
sahip olunabilir ve Osmanlı'yı Avrupa'ya sürebilirdi. Böylesi bir
uygulama, yönetimin Kızılbaşlığıyla birlikte, teb'a'nın büyük
çoğunluğunun da Kızılbaş olmasını sağlardı.
Kızılbaş Safevi devletinin kuruluşundan önce, Balım Sultan ile
Kızılbaş Ehl-i İhtisas Kurulu tarafından görevlendirilmiş
propagandacı halifelerle mutlaka görüşmüş tartışmış olmalıdır.
Herşeyden önce onun yazmış olduğu, Cem törenlerini kurallara
bağlayan Erkanname'sinin, aynı dönemde ve aynı amaç için hazırlanmış
İmam Cafer Buyruğu'nun içeriğiyle birbirinin aynı olması bunu
gösteriyor. Buyruk, Hacı Bektaş Veli'nin Makalat'ındaki ilkeler
gözönünde tutularak hazırlanmıştır. Erkanname'nin dil özelliklerinin
ise, Osmanlıca saray ve kent diline uygunluk göstermesi, kentlerde
ve özellikle İstanbul'da yaşayan Alevi-Bektaşiler ve Yeniçeriler
için yazılmış olduğu anlamını çıkarmak tutarsız bir iddia sayılmaz.
I. 4 Kızılbaş-Safevi Devlet Yönetiminin Kuruluşu Üzerine Görüşler
Şamlu, Tekelü, Ustaçlu, Rumlu Karamanlu vb. Alevi Türkmen boylarının
oluşturduğu, gözünü budaktan esirgemiyen korkusuz Kızılbaş ihtilal
birlikleri, Dede-beğlerinin komutası altında Şah İsmail'e, on yıl
gibi kısa bir dönem içinde bir çok milliyet, değişik din ve inançtan
toplulukların içinde yaşadığı bir imparatorluk sunmuşlardı.
Ancak bu Kızılbaş Türkmen askeri aristokrasisi, kabile inanç ve
değer ölçülerini belirleyen ekonomik ilişkilerin dışına henüz
çıkamamış; kent toplumu şöyle dursun, tam anlamıyla yerleşik toplum
bilincine sahip değildi. Birey birey sahip olduklari büyük sadakat,
kutsal bildikleri kişi ve inançları uğrunu canlarını vermekten
çekinmeme, cesaret, yiğitlik, meydan okuma ve doğruluk gibi
erdemlerini, akıl ölçüleri içerisinde siyasallaştırma bilgi ve
deneyiminden yoksundular. Kızılbaş Dede-beğleri, toplumsal
başkaldırılar, isyanlar ve muhalefet geleneğinden gelmişlerdi. Ama
büyük toplumları ve özellikle devlet yönetimlerine ilişkin
deneyimleri yoktu.
Gerçi Alevilik inancının tapınma biçimselliğini oluşturan Cem
kurumlarının dünya yaşamına dönük olmasıyla bir yaşam düzeni
kurulmuştu. Bu düzende; insan ilişkilerinde adalet ve eşitlik,
ekonomik ve siyasal temelde ortakçılık, bölüşümcülük; birlikte
çalışıp ortak kazanda yemek ve insanı ve emeğini öne almak gibi
ilkeler uygulanıyordu. Bu ilkeler içinde Alevi-Kızılbaş yaşam
biçiminin oluşturulmuş bulunması elbette önemliydi. Bu,
Alevi-Bektaşi küçük bağımsız toplumsal birimleri ve kırsal kesim
toplulukları için sosyalistik kazanımlı bir özyönetimdi. Ancak
Hünkar Hacı Bektaş'ın yapıtlarındaki ilkeler ve Cem toplu
tapınmasındaki uygulamaların, geniş açınımlı yorumlarla
siyasallaştırıp ideolojik kurallar içinde sunabilecek bir yapıt
yoktu. Yüzyıllarca baskıcı yönetimlerin -sünnileştiremediği için-
dışladığı ve inancını dinsizlik-kafirlik saydığı Alevi toplumunun,
kentleşemediğinden dolayı uleması yoktu.
Ancak Alevi inanç ve felsefesine uygun, yani Ali soyluların
yönettiği ve yüzyıla yakın yaşamış olan ilk uygulama bir "Hazar
Zeydi Alevileri Devleti" olmuştu. 864-930'lar arasında İslam tarihi
içinde yerini almış olan, Daylam ya da Deylem bölgesinden Tabaristan
ve kuzey Horasan'ı, yani Hazar denizinin batı ve güney kesimlerini
kapsayan bu devletin (İsmail Kaygusuz, Alevilik İnanç, Kültür,
Siyaset Tarihi ve Uluları I, İstanbul-1995, s. 75-88) anıları
silinmiş değildi. Üstelik son Zeydi İmamının yaşadığı Alamut
kalesini 1090'da ele geçiren büyük İsmaili Dai'si Baba Seyyidina
Hasan Sabbah tarafından kurulmuş ve Alamut Nizari Devleti de aynı
bölgelerde 1256'ya kadar yaşamış son heterodoks İslam (Alevi)
inançlı bir devletti.
Kızılbaş Türkmen beylerinin küçük Şah İsmail'i kaçırarak yıllarca
saklayıp eğittikleri Gilan-Lahican, her iki devlet geleneğinin
anılarının hala canlı yaşandığı Daylam ülkesi içindedir. Kaldı ki,
kendilerinin geldiği Anadolu Alevilerinin yerleşim bölgelerinde de
İmam Zeynelabidin oğlu Zeyd soyundan gelenler yaşamakta seyyid
olarak saygı görüyorlardı.
B.S. Amoretti, Alevi-Bektaşilik ve Ehl-i Hakk'ın değişik söyleminden
başka birşey olmadığını yazdığı, Kızılbaşlık konusundaki geniş
açıklamaları arasındaki birkaç cümle içinde iki önemli tanımlama
bulunuyor:
"Kızılbaşlık bir halk dinsel inancı olarak, başkaldırıcı ve örtülü
komünistik doğasıyla Anadolu'dan İran'a geçmiştir...Bu dinsel inanç
tipinde merkezi figür, tanrısal sırların hazinesi ve dünyasal
otoritenin sahibi sıfatıyla Ali'dir. Ancak sufi fikirleri kadar,
Zeydi sosyo-politik deneyimlerini andıran bu toplumsal örgütlenme,
görmüş olduğumuz gibi, 15. Yüzyıldan sonra Oniki İmamci Şiilikle
doldurulmuştur." ( B. S. Amoretti, "Pre-Safavid religious
topography" The Cambridge History of Iran Vol. VI, s. 632, 634)
Ayrıca Moojan Momen'in, "Gerçekte Safeviler, Oniki İmamci Şii
olduklarını ileri sürerken, bir Zeydi-imamcılığı biçemi temelinde
iktidar eğilimi (claiming power on the basis a Zaydi-style Imamate)
ortaya koyuyorlardi" sözlerini rağmen biz diyoruz ki, Zeydi Alevi
devlet geleneğiyle birlikte, belki biraz daha fazla Alamut Nizari
İsmaili yönetim geleneği temelinde, iktidar eğilimi göstermişlerdi.
Ayrıca M. Momen bu sözlerinini arkasından, neden Şah İsmail'in
dinsizlik eğilimine (Kızılbaşlığı dinsizlik olarak niteliyor bu
İranlı araştırmacı) bir protesto yükselmediği sorusunu sorup,
açıklamasını şöyle sürdürüyor:
"Bu eğilime, ulema tarafından yanıt verilememesindeki neden bu
sıralarda tanınmış İran kökenli Oniki İmamcı ulemanın yeterli sayıda
bulunmayışıdır. Kum, Nişabur, Tus, Kaşan ve Rey gibi İran'daki eski
Şii dinbilimi merkezleri artık önemini yitirmiş ve pek az alim
yetiştiriyor ve hiçbiri de ehliyetli değildi. Zaten İsmail'in kendi
Kızılbaş güçleri arasında da, Oniki İmamcı Şiilik hakkında derin bir
bilgisizlik olduğu anlaşılmaktadır. Öyle ki Tebriz alınıp, Oniki
İmamcı Şiilik devlet dini olarak ilan edildiği zaman, İsmail'in
ordusunda Oniki imamci Şilik üzerine tek bir kitap bile yoktu.
Tebrizli bir Kadı'nın kitaplığında bulunmuş olan Allama el-Hilli
tarafından yazılmış bir kitabın kopyası, yeni devlet dini üzerinde
yol gösterici olmuştu." (Moojan Momen, An Introduction to Shi'i
Islam... s.108)
Şah İsmail'i tahta geçirmiş olan Safevi-Kızılbaş ihtilalinin
Dede-beğlerinin, zaten İran'daki ortodoks Şiilik ve Şii ulemasıyla
inanç bağları yoktu. Anadolu'da batini Babailikle birlikte, yerli
Anadolu halklarının inançlarından ödünç alınan bazı ögelerle
birleştirilmiş tasavvufi bir synkretizm içindeki Hacı Bektaş
ilkelerine bağlıydılar. Gerek Babai'lerde ve gerekse uzantısı olan
Hacı Bektaş ve çevresinde Oniki İmamcılığı göremiyoruz. Zikredilen
Muhammed-Ali ve Ehlibeyt kutsal adlarina (nomina sacra) ve tutulan
Muharrem orucuna rağmen, Oniki imamların tek tek anıldığını gösteren
kanıtlar yoktur. Oniki İmamlar (Farsça Düvazdeh-i İmam) 14. yüzyılın
sonlarında Seyyid İmadeddin Nesimi (Ö. 1404) ile Alevi-Bektaşi
edebiyatına girmiş ve Anadolu Aleviliği inancında kökleşmiştir. 15.
16. ve daha sonraki Alevi-Bektaşi ozanlarının hepsi de bir şiir türü
olan ve Oniki İmamların adlarının geçtiği Düvazimam'lar yazmışlar.
Düvazimam'lar o zamandan beri Cem'lerde özel yerini almıştır.
940 Yıllarında Zeydi Aleviliği'nin Orta Asya'da Türklerin arasında
yaygın olduğunu Abu Dulaf'ı seyahatnamesinde anlattıklarından
biliyoruz. Anadolu'ya gelen Türkmenlerin Zeydi ve İsmaili ögelerinin
bileşkesi bir Alevilik inancında oldukları söylenebilir. Ayrıca
zaten Anadolu'da Malatya-Arguvan Dersim yöresinde 8. yüzyılın
sonlarından itibaren İmam Zeynelabidin oğlu Zeyd'in torunları
yaşamaktaydı.
Zeyd'den inen Ali soylu ve Fatımi İsmaili dai'leri
listesinde adı geçtiğini saptadığımız Seyyid Ebu'l Vefa'nın (Ö.1017)
kurduğu yolun Irak, Suriye, Anadolu ve Daylam çok yandaşlarının
olduğunu biliyoruz. Hünkar Hacı Bektaş'ın da bağlandığı Baba İlyas
(Ö. 1240) ve onun piri Dede Garkın da Vefaiyye yolundandı.
Silsilenamelere bakılırsa Ebu'l Vefa'nın 7. ve 8. kuşaktan torunları
Seyyid Salih ve oğlu Seyyid İmad 13. yüzyılda yaşamıştır. Geniş ve
etkili bir Alevilik inanç alanı oluşturmuşlardı. Bugün Anadolu'daki
en eski Seyyid Ocakları ve Zeyd soyundan gelenler Arguvan, Erzincan,
Tunceli ve Isparta-Ulugbey'de bulunmaktadirlar.
I. 5 Şah İsmail ile Anadolu Kızılbaşlarının Siyaset Farklılaşması
İsmail Safevi, gerçekten ağır bir askeri disiplin altında bir
şeyhten çok bir yönetici, yani Şah olarak yetiştirilmişti Ehl-i
İhtisas kurulu tarafından. Çevresini kuşatmış Kızılbaş güçlerinin
arasında kazandığı egosuyla (benlik-bencillik), gözünü çok
yükseklere dikmişti. Daha yirmi yaşına gelmeden yazdığı bir şiirinde
görüldüğü gibi amacı, Aral gölüne dökülen Ceyhun ırmağından su
içmek, Bağdad'da hurma yemekti. Dicle nehri boydan boya vatanında
aksın istiyordu. Tam orta yerdeki Tebriz kentini kendine başkent
seçmişti, çünkü büyük bir imparatorluk peşindeydi:
"Çün hüsn ileyim şeh-i Horasan
Hem Hüsrev-i Tebriz taht-ı İran
Mülkümde gerektir ab-i Ceyhun
Sürh ab gerek kim ola demgün"
...
"Bagdad mihi menim lebim semr
Ahsın vatanımda şadd Bağdad "
1501-2'de Tebriz'i ele geçirip Kızılbaş Safevi devletini kuran
Kızılbaş Türkmen askeri aristokrasisi ile, İranlı toprak feodalları
ve kentleşmiş (yönetici) aristokratik aileler karşı karşıya
gelmişlerdi. Bilindiği gibi savaşarak bir imparatorluk oluşturan
Kızılbaş kitle, Anadolu'dan gelen Rumlu, Şamlu, Dulkadırlı, Ustaçlu,
Tekelü vb. Türk-Türkmen unsurlardı. Çoğunluk yerli unsur ise
İranlıydı. Devlet içindeki Türk ve Pers elemanlar arasında
karşılıklı kuşku ve rekabet, kaçınılmaz bir biçimde Safevi
yönetiminde etnik çizgi boyunca hizipleşme yarattı. H. R. Roemer:
"Türk ve İranlılar'ın, diyor, sadece dil ve gelenekleri farklı
değil, aynı zamanda kültür ve kökenleri de farklıydı. Türk unsurunu,
çoğunluğu göçebe çoban ve savaşçılar olan Türkmenler oluşturuyor;
İranlı unsur ise eski yerleşik köylü ve kentli tüccar ve zanaatkar
sınıfları kapsıyordu. İki grup İsmail'in kişiliğinde kaynaşmıştı.
İsmail'in, kaderini bunlardan birine bağlayıp bağlamıyacağı hemen
ortaya konulamadı. Eğer öyle olsaydı birini seçmiş olacaktı."
(agy.s.227)
Şah İsmail'in başlangıçta Türk unsurun dışında bir seçeneği olması
zaten olası değildi. Kızılbaş ihtilalinin son halkasında yaratılmış
bir Ali soylu hanedan mensubuydu. Önderliği ve Kızılbaş Türkmen
boylarını birleştiriciliği, "Ali'nin Şah İsmail donunda ortaya
çıktığı" inanç siyasetine dayanıyordu. Tercih edilendi, seçen
durumunda değildi.
Kızılbaş Devleti'nin temelini, 1494'de Türkmen
kabilelerinin inançsal ve dünyasal önderliğini kişiliğinde toplayan
Dede-beğ'lerin oluşturduğu askeri aristokrasisi, "Ehl-i İhtisas"
örgütlenmesiyle Lahikan'da atmıştı. Bu örgütlenmeyle atılan
çekirdek, on-oniki yıllık olağanüstü bir propaganda ve silahlı
mücadele sonunda Tebriz'de fidana dönüşmüştü. Çekirdeği Kızılbaş
kanlarıyla sulanıp büyüyen bu devlet ağacı, meyva vermeğe
başladığında İranlı unsur bir anlamda, bizde varız ve burası bizim
ülkemizdir, diyerek ortaya çıkmış. Oysa Ehl-i Hakçı Kürtler dışında,
Sünni Türkler, Gürcüler ve Ermeniler kadar uzak ve düşman
konumundaki İranlı unsurun devletin kuruluşuna hiçbir katkısı
olmamıştı. Ne varki, onlar ülkelerindeki yabancı unsurların kurmuş
olduğu devletten pay almasını her zaman bilmiştir; içine girip
diliyle ve kültürüyle dış unsurları kendi kendilerine
yabancılaştırmış, çok kere yoketmiş, iranlılaştırmıştır. İran'da
kurulan yabancı ve elbetteki işgalci etnik unsurların kurduğu
devletlerin yüksek yönetim kadrolarında İranlı feodal aristokrat
aileler, işbirlikçi olarak yer almış ve egemenliklerini birlikte
sürdürmüşlerdir. İranlı emeğiyle geçinen halk yığınları için, ister
kendi ulusu isterse yabancı unsurlar egemen olsun fazla
farketmiyordu, çünkü ikisi de eziyordu. Ancak ezilenlerin haklarını
koruyan, savunan, zulüm yapanlara bayrak açmış önderlerin
peşlerinden, ezilen sınıflar olarak gitmekten çekinmemişlerdir.
Örneğin Şam ve Bağdad halifelerine karşı proto-Alevi (heterodoks)
ayaklanmalarında ( Zeyd oğlu Yahya, Ebu Müslim, daha sonraları
Babek-Hurremi, Maziyar vb.) önemli unsur İran halklarıydı. Şimdi
aynı halk, Kızılbaş ihtilalinin Tebriz'de bir devlet kurup, onu
yerleştirmeğe çalıştığı silahlı mücadelede döneminde,
Karakoyunlular, Akkoyunlular ve Timuroğullarının egemenliğinde
ortodoks İslamın Sünni ve Şii kamplarını oluşturuyordu. Dolayısıyla
Alevi-Kızılbaş inancına karşı düşmanca konumdaydılar.
İran ülkesindeki büyük şehir merkezlerlerinin büyük bir kısmı Sünni
idi. Gilan ve Mazanderen dahil, Rey, Varamin, Kum ve Kaşkan gibi
şehirler, Kuzistan ve Horasan eyaletleri ve Şabvazar bölgesi
geleneksel olarak Oniki İmamcı Şii'ydiler; bu bölgelerde Şiilik
köylüler arasında da yaygındı. Aristokratik ailelerin sahibi olduğu
bazı kentler de Şii idi ve bu aileler özellikle Timuroğulları ve
Sünni Akkoyunlular yönetimlerinde görev almışlardı. Sünniler
arasında Kubrevilik ve Nimetullahçılık; Şiiler arasında da Nurbahşi
ve Musa'şai tasavvufi eğilimleri yaygındı. (Mustaufi'den aktaran
B.S. Amoretti, agy. s.617)
Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi 1502'de 15 yaşlarındaki Şah
İsmail'e taç giydirildikten sonra Ehl-i İhtisas kurulundan Lalalık
kaldırılmıştı. Bunun yerine, Vekil-i Nefs-i Nefis-i Hümayun, yani
hem Mürşid-i Kamil, hem yeryüzü padişahı olan Şah'ın vekili kurumu
kuruldu. R. M. Savory'nin tanımlamasıyla: "Kurum, Gilan'da Şah
İsmail'in güvenliğinden sorumlu küçük yoldaşlar grubundan biri olan
ve Safevi ihtilalinin (doğrusu Kızılbaş ihtilali İ.K.) son
sahnelerini planlayan Şamlu kabilesinin sorumluluğuna verildi. Şamlu
lala Hüseyin Beğ görevi üstlendi."(R.M. Savory, The Cambridge
History of Islam I, s.401; The Cambridge History of Iran VI, s.358
vd.)
Şah İsmail devletin kuruluşundan 6 yıl sonra 1508'de Şamlu Hüseyin
Beğ'i bu görevden uzaklaştırıp yerine bir İranlı atadı. Bu tarihten
itibaren İran unsuru araya girmiş, kuruluşunda hiçbir katkıları
olmayan aristokratik aileler ve ortodoks Şii ulema aracılığıyla
geleneksel rollerini oynamaya başlamışlardı; yönetime katılacaklar
ve sonra kendi inanç, dil, kültür ve deneyimleriyle onu ele
geçireceklerdir.
Görünüşte Türk-İran ortak yönetiminde denge sağlamak amacı
güdülmüştü. Kızılbaş beğlerin etkinliğini azaltmak anlamına gelen
Şah İsmail'in bu davranışı, bir İran devleti oluşturmaya
yöneldiğinin ilk belirtisiydi. 1508 ile 1524 yılı arasında beş
İranlı Şah vekili birbirini izledi. Ayrıca Şah İsmail, İranlı
vekilin yetkesini, devletin savaş gücünü oluşturan Kızılbaş
ordularının başkomutanı Emir ül Umera'nınkine eşit kılmış
bulunuyordu. Şah Vekilliğine bir İranlının atanmasına karşı Kızılbaş
Türkmenler kesiminde derhal şiddetli bir tepki doğdu. Beş vekilden
en az üçünün Kızılbaşlar tarafından öldürüldüğü bilinmekle birlikte
geri dönüş olmadı. Bazı Türkmen beğlerinin muhalefetine "Han"
unvanıyla valilikler dağıtma yoluyla engel olunarak, Kızılbaş askeri
aristokrasisinin birliği bozuldu. Böylelikle İranlı feodal
yöneticiler Çaldıran'dan önce etkili biçimde dizginleri ele geçirmiş
bulunuyorlardı.
Şah İsmail'in Dulkadirliler üzerine yapmak istediği sefer sırasında
(1509), Osmanlı sınırında Yıldız dağındaki büyük konaklama, değişen
bu siyasetle ilgili olmalıdır. Sarız çevresinde, Yıldız Dağında
yapılan toplantıdaki görüşme ve tartışmalarda Balım Sultan'ı kardeşi
Kalender Çelebi temsil etmiş. Onun başkanlığındaki Dergah ve diğer
Ocak temsilcileri Dedeler, Şah İsmail'in siyasetine karşı
çıkmışlardı.
Anadolu'dan Türkmen gençlerinin dalga dalga, bölük bölük Şah'ın
ardından gidip bilmedikleri ülkelerde fetihlere girişmelerini artık
istemiyorlar. Anadolu'da birlik sağlayıp, Şeyh Bedreddin'in
düşlerini bir Kızılbaş Devleti'nde, ama yaşadıklar topraklarda
gerçekleştirmek yanlısıydılar. Kemal-Paşazade tarihinde,
"(Şah İsmail) Diyarbekir içinden dahi gitse olurdı. Ol yoldan da
maksuda vusul bulurdu; amma yerinden deprenüp bir taşla iki kuş
vurmak istedi. Bahane ile gelip Serhadd-i Rum'da (Osmanl
sınırlarında İ.K.) bir zaman turmak istedi. Ta ki Anatolı'nın
Kızılbaş'ı vesair evbaşı ol şem-i bezm fitnenin kenara geldügün
duyup, her taraftan yanına cem'oluna...Amma umduğun bulmadı, ol
dedigi iş olmadı ve içinde Kızılbaş olan vilayetlerin raiyyetleri
boyunlanıp birbirine merbut olmuştu (bağlanmıştı İ.K.)" diye
yazmakta haklıydı. (Faruk Sümer, agy. s.29, dipnot 41)
Şah İsmail'in Yıldız Dağı durağından olaysız ayrılması ve başında
bulunduğu Kızılbaş ordusuna katılımın olmayışı, asıl nedenini
anlamadığı için II. Bayezid'i sevindirmiş, Balım Sultan'ın
Kızılbaşları etkileyip durdurduğuna inanmıştı. Arkasından Şah
İsmail'in Dulkadirli Ala üd Devle'yi yenip, ülkesini ele geçirmesine
de memnun oldu. Osmanlı'nın doğusundaki bu güçlü beylik bir daha
belini doğrultamazdı. Şah İsmail'in kendisinin ise Tebriz'den İran'ı
yönetirken Anadolu'yu elinde tutabileceğine zaten inanmıyordu.
Anadolu Kızılbaşları da desteğini çekerse bitti demekti Osmanlı
Sultanı'na göre.
Sultan II.Bayezid'in, Balım Sultan'ın kendisi için siyaset yaptığı
konusunda yanılgısı, çok değil iki yıl sonra (1511) Şah Kulu
başkaldırısıyla ortaya çıkacaktı. Bu hareket tamamıyla İstanbul'a
yönelik ve Safevi siyasetinden bağımsız, Yıldız Dağı toplantılarında
saptanmış Anadolu Kızılbaşlarının ilk uygulamasıydı. Çaldıran'dan
önce ve sonra, 18.yüzyılın başlarına kadar Osmanlı'nın uygun gördüğü
"Celali Hareketleri" adıyla sürüp gidecek ve hepsi de kırımlarla son
bulacaktır.
Şah İsmail, Cengiz Moğol İmparatorluğu ve torunlarından Timur'un
kurduğu cihan imparatorluğunu kendine örnek almış gözüküyordu. Onun
düşüncesi Orta Asya'ya kadar fetihlerini tamamlayıp geri dönmek ve
Osmanlıları büyük bir meydan savaşına zorlayıp yoketmekti; tıpkı
1243'de Yassı Çimen ve 1402'deki Ankara Meydan savaşları gibi.
Buna karşılık, özellikle Anadolu'da Osmanlı ülkesinde ve bazı
beyliklerde yaşayan Kızılbaşlar, yarım yüzyıldır yenilgiler ve
yeniden toparlanmalarla sürmüş büyük mücadelelerin son aşamasında
kurulmuş Kızılbaş Safevi Devleti, kendi gövdesi üstünde yükselsin
istiyordu. Baş gövdeden, gövde baştan ayrı yaşayamazdı. Baş fetihler
peşinde koşarken, Osmanlı topraklarındaki gövdenin yarısında
kıyımlar, sürgünler yaşanıyordu. Şah Anadolu'da otursun; yıkmış
olduğu Akkoyunlu devletinin, dedesi Uzun Hasan'ın varisi olarak onun
başkenti Amid'i (Diyarbakır) merkez yapsın istiyorlardı. Ancak böyle
bir siyasetin güdülmesi, baş ile gövdeyi birleştirebilir ve Osmanlı
hanedanıyla başa çıkılabilirdi. Anadolu Kızılbaşlarının, yani
gövdenin isteği ve gerçekçi Kızılbaş siyaseti Pir Sultan Abdal'ın şu
dörtlüklerinde yansımaktadır:
Haktan inayet olursa
Şah Urum'a gele bir gün
Gazada bu Zülfikarı
Kafirlere çala bir gün
Hep devşire gele iller
Şah'a köle ola kullar
Urum'da'ğlayan sefiller
Şad ola da güle bir gün
Çeke sancağı götüre
Şah İstanbul'da otura
Frenk'ten yessir getire
Horasan'a sala bir gün
....
Pir Sultan'ın işi ahtır
İntizarım güzel Şah'tır
Mülk iyesi padişahtır
Mülke sahip ola bir gün
"Safevi tahtına oturduktan sonra, diyor Savory, on yıl gibi kısa bir
dönem içinde Şah İsmail, gerçekten de Ceyhun'dan Bağdad'a uzanan bir
imparatorluk oluşturmuştu. 1503'de orta ve güney İran'i, 1504'de
Hazar denizi kıyılarını, 1505-7'de Diyarbakır'i alarak tüm Doğu
Anadolu'yu, 1508'de Bağdad'la birlikte güneybatı İran'ı tam
egemenliği altına aldı. 1512'de Ceyhun'un doğusuna kadar ilerledi;
Herat, Meşed ve Tus'u alarak tüm Horasan'a sahip oldu oldu. (R. M.
Savory, "Safavid Persia" The Cambridge History of Islam I,
Cambridge-At The University Press, 1970, s.399)
Ancak Şah İsmail, 1509'da Yıldız Dağı toplantısından
sonra kendisine asker vermeyen Anadolu Kızılbaşlarını yüzüstü
bırakmıştır. Kendisini tutan İran'daki Kızılbaş Türkmen grupları ve
Dede-beğ'likten 'Han'lığa geçmiş Kızılbaş askeri şeflerinin
desteğiyle büyük İran Safevi İmparatorluğu idealinin peşinde
koşarak, yüksek egosunu doyurmaya çalışmıştır. Anadolu'daki Kızılbaş
başkaldırılarına kulak tıkamış. 1511'de üzerine gönderilen birkaç
Osmanlı ordusunu yendikten sonra bozguna uğrayan Şah Kulu'nun sağ
kalan ve İran'a sığınan yandaşlarını, Kervan soydukları bahaneyle
öldürtmüştür. İçlerinden kendi siyasetine yakın gördüğü Ulama'yı
"Han" yapmış. Aynı kişinin daha sonraları Osmanlıları safına
geçtiğini görüyoruz. Ertesi yıl Nur Ali Halife'nin yükselttiği büyük
bir Kızılbaş hareketini de görmezlikten gelmiş olan Şah İsmail,
Ceyhun'un ötelerinde yayılmacılığını sürdürmektedir. Şah İsmail'in
bu duyarsızlığını, II. Bayezid'le iyi ilişkilerine bağlamak
yanlıştır.Yöneticilerin de geleneksel telkinleri, dil ve kültür
biçimlenmeleriyle İranlılaşma devlet siyasetinin egemen olması ve
Caferi Şiiliğin öne çıkmaya başlaması, Gulat (aşırı) sayılan
Kızılbaşlık siyasetinin geriye atılmasıyla ilgilidir. Aşağıda
Çaldıran savaşını incelerken tüm bu siyasetleri biraz daha açıklığa
kavuşturmaya çalışacağız.
II "SUFİ KIRAN" ÇALDIRAN, GERÇEK BİR KIZILBAŞ TOPLU KIRIM SAVAŞIYDI
II. 1 Şah İsmail Hatayi'nin bir Şiirinde Çaldıran Savaşı
Alay alay geldiler
Koşan koşan durdular
İkinci gelen bir top
Atıldı ana saldılar
Eskerler örüledi
Çakmaklar kuruladı
Ol kafir Melhuçoglu
Şah üstüne duruladi
Hey al kana al kana
Kızıl kanlar çalkana
Melhuçoğlu kılıç urdu
Şahım aldı kalhana
Şah anda bindi ata
Yezitler döndü mata
Şah bir kılıç urdu ki
Kelleden indi ata
Melhuçoğlu attan düştü
Şah anda geriye kaçtı
Beş yüz elli tüfekçi
Şah'ın ardına düştü
Ün edüben gittiler
Şah'ın ardından yettiler
Sultan Ali Mirza'mı
Bu kavgada tuttular
Dört yanın uladılar
Ciğerciğim dağladılar
Sultan Ali Mirzam'ın
Ağ ellerin bağladılar
Bindirdiler atına
Göt(ür)düler inkar katına
İnkar bir sual sordu
Bakınca suratına
Sağ mısın esen misin
Ciğerciğim kesen misin
Koca haydar zül olası
Şah dedikleri sen misin
Elifim var kaddim var
Bir İskender hadd'im var
Ben Şah'ın kurbanıyım
Şah olmaya ne haddim var
Seni attan indirmiyem
Gül benzin soldurmuyam
Gel Şah'a şek getür sen
Vurup boynun öldürmeyem
İşte geldim yanına
Sığındım Sübhan'ıma
Ben Pire şek getürmem
Lanet senin canına
Şunu atından indirin
Gül benzini soldurun
N'oldu benim cellatlarım
Vurun boynun öldürün
Cellatlar aralandı
Ciğerler parelendi
Sultan Ali İmirza'm
Bu kavgada parelendi
Gönül hüma kuşudur
İşitenler naşidir
Baş verip ser kurtarmak
O da Mervan işidir
Çöl olasi Çaldıran
Altun kadeh kaldıran
Hatayi'm ağlar gezer
Musahibin aldıran
(İbrahim Arslanoğlu, Şah İsmail Hatayi ve Anadolu Hatayileri,
İstanbul-1992, s.411-412)
Bizce önemli bir belge olarak ortaya çıkan şiirin, Türk tarihçileri
tarafından görülmediği, görülmüşse de önemsenmediği anlaşılıyor.
Osmanlı tarihyazıcıları kadar, çağdaş Türk tarihçileri için de doğru
olan,Yavuz'un çevresinde seferin günlüğünü (Ruzname) tutan Haydar
Çelebi ve Şah İsmail'den kaçıp onun hizmetine girmiş İranlı ulema
takımından Hasan Can'dan nakleden oğlu Hoca Sadeddin'in
anlattıklarıdır.
Şah ismail Hatayi bu 16 dörtlükte, kendisinin de hücum hattı
içerisinde göğüs göğüse çarpıştığı Çaldıran savaşından önemli bir
kesiti vermektedir. Uğruna canını vermiş, "musahibim" dediği Sultan
Ali Mirza'nin yakalanışı ve Osmanlı Padişahı Yavuz Selim'in
huzurunda sorgulanıp, cellatlara nasıl parçalatıldığını çok duygulu
ve etkileyici biçimde, yedi heceli dizelerle destanlaştırmıştır.
Sultan unvanını taşıyan ve sadece bir Afşar Türkmeni olduğu bilinen
Ali Mirza, öyle görünüyorki Gilan'dan beri onun çok yakınında bir
kimseydi. İ. Hakki Uzunçarşı'lının tanımladığı gibi sadece, "Şah'in
maiyetindeki zabitlerden biri" (Osmanlı Tarihi II, Ankara-1983, s.
268) değildir. Şah İsmail Hatayi, Muhammed-Ali'den, Ehlibeyt, Oniki
İmamlar ve Hacı Bektaş'dan başka hiçkimseyi nefeslerine, şiirlerine
konu edinmemiştir. Büyük mutasavvıfların adlarını elbette zaman
zaman yadetmiştir, ama içlerinden hiçbirine bir şiiri ya da
destanını ayırmış olduğuna biz rastlamadık. Onu çok sevdiği ve
yitirdiğine çok fazla üzüldüğü için bu şiiri yazdığı anlaşılıyor.
II. 1. a Şiirin Açıklaması Ve Verdiği Farklı Bilgiler
Şiirde olaylar "ben" ile birlikte, daha çok "o" şahıs
zamiri kullanılarak, yani üçüncü kişinin, ağzından anlatılmıştır.
Çaldıran savaşının irdelenmesine geçmeden önce şiirde anlatılanların
daha iyi anlaşıkabilmesi bakımınından, onu düzyazı biçiminde vermeyi
deneyelim:
"Alay alay gelen Osmanlı askerleri, koşaraktan sıraya girdiler.
İkinci topun patlatılmasından sonra ona (Şah'ın kendisine)
saldırdılar. Askerler taşlarla örülü bir duvar gibi sıralanmış
tüfeklerinin çakmaklarını kurarken, o kafir Melhuçoğlu (Malkoçoğlu
Tur Ali Bey,İ.K.) Şah'ın üstüne doğrulayıp, hücuma geçti. Her taraf
kızıl kan çalkalanıyordu. Melhuçoğlu'nun kılıç vuruşunu, Şah
kalkanla karşıladı. Zaten anında atına binince yezitler (Sünni
Osmanli askerleri İ.K.) şaşkına dönmüştü. Ardından düşmanının
kellesine öyle bir vurdu ki, kılıcı vücudunu ikiye bölüp ata
ulaştı."
"Melhuçoğlu attan düşünce Şah atını çevirip geriye kaçtı. Bunun
üzerine beşyüz elli tüfekçi, bağıra çağıra Şah'ın ardından koştular.
Ulaştıklarında onun yerine, Sultan Ali Mirza'yı kavganın ortasında
yakaladılar."
"Dört yanını çevirip onu aralarına alınca, ciğerim yandı, çok
üzüldüm. Sultan Ali İmirzam'ın ellerini bağlayıp ata bindirdi ve
İnkar'in (Alevi inancına düşman Yavuz Selim kastediliyor İ. K.)
katına çıkardılar. Yavuz Selim, Sultan Ali Mirza'nin yüzüne bakarak
onu sorgulamaya başladı:
"YAVUZ: 'Ciğerimi yerinden söken, beni bu kadar öfkelendiren adam,
sen hala sağ ve esen misin? Kahrolası koca arslan, sen misin Şah
dedikleri? (Koca Haydar, diye Şah'ın babasının adıyla hitap etmiş
gibi görünüyorsa da, izleyen konuşmalar; haydar'ı arslan anlamında
kullandığını gösteriyor. İ.K.)"
"ALİ MİRZA: 'Elif gibi doğru ve uzun boyum ve İskender'inki gibi bir
yüzüm var. Yani Şah'a benziyorum, ama ben haddimi bilirim; Şah
değilim, Şah'ın kurbanıyım, ona kurban olurum ben."
"YAVUZ: 'Seni atından indirip, eziyet ederek gül benzini
soldurmuyayım. Gel inat etme. Şah'a şek getir; yani o olduğunu
farzet, onu yadsı ve Şah olduğunu söyle. O zaman boynunu vurdurtmam,
seni bağışlarım."
" ALİ MİRZA: 'İşte yanındayım. Ama, sana değil ben Tanrıma
sığınırım. Senin canına lanet olsun; ben ne Pir'imi yadsır ve ne de
kendimi onun yerine korum."
" Bunun üzerine Yavuz öfkeyle: 'Neredesiniz cellatlarım? Şunu
atından indirip, önce eziyet ve işkenceyle soldurun yüzünü. Sonra
vurun boynunu öldürün' diyerek Sultan Ali Mirza'yı cellatlara teslim
etti."
"Cellatlar oradan, Sultan Ali Mirzam'ı alarak ayrıldılar. Onu parça
parça ederek, sevdiklerinin de ciğerini dağladı, onları acılara
boğdular."
"O, Mervan işi işlemedi; kendi başını kurtarmak için, başındaki
Şah'ina ihanet etmedi, hakkında bilgi vermedi. Gönlümüzde bir cennet
kuşuydu o, uçtu gitti. Bütün bu bilgiler, bizzat olayı işitenlerden
çıkıp, yayılmıştır."
"Ah! Çaldıran olmaz olsaydın; toprakların çatlayıp kurusun, çöle
dönüşesin. Kendisine altın kadehle şarap dolduran musahibi Sultan
Ali Mirza'yı, senin toprağın üzerinde düşmana kaptıran Hatayi artık
ağlar gezer oldu."
II. 2 Savaş Öncesi Yavuz Selim ile Şah İsmail'in Siyasetleri
Baştan söyleyelim: Çaldıran savaşının galibi, dönemin ahlaki değer
ölçülerine vurulduğunda yiğitlik değil, ama yenilik olmuştur. Erlik
ve yiğitliğin ölçütü olan kılıç, ok ve mızrak değil, o çağın
savaşlarında teknik yeniliğin simgesi olan (500) top ile (12 bin)
çakmaklı tüfek, Çaldıran savaşını Yavuz'a kazandırmıştır.
Kuşkusuz Şah İsmail, ateşli silahlara sahip olmamak ve
kullanmamakla, elbetteki yanlışın en büyüğünü yapmışır. Oysa dedesi
Akkoyunlu Uzun Hasan bile, elli bir yıl önce Otlukbeli savaşında,
Fatih'e karşı top kullanmıştır.
R.M. Savory'nin "ateşli silahların kullanılışını insanlığa ve
yiğitliğe-şövalyeliğe aykırı buluyordu (The Cambridge History of
Islam, Vol. I, s. 400)" düşüncesine, Ali donunda ortaya çıktığına
inanılan Şah İsmail'in askerine kurşun işlemez gibi aşırı
fanatikliği de belki eklemek gerekir. Ama asıl, bu dönemde Şah'ın
çevresini yeni sarmış olan İranlı Şii umera ve ulemasının bilinçli
telkinlerini unutmamalıyız.
1499'dan 1514'e kadar Şah İsmail'e, Ceyhun'dan Buhara'dan Fırat'a,
Bağdad ve Kayseri'ye uzanan bir imparatorluk kazandırmış Kızılbaş
ordusu, yenilmezliği ve çok hızlı hareket yeteneğine sahip süvari
gücüyle ün salmıştı. Onun içindir ki Yavuz, Osmanlı'da o tarihe
kadar az görülmüş, 140 bin kişilik bir ordu ve çok üstün ateşli
silah gücüyle bu savaşa çıkmış ve hiçbir şekilde zaferi şansa ve
yiğitliğe bırakmamıştır.
Yavuz'un amacı, İran'da egemen olmak isteyen Şii devletini ortadan
kaldırmak değil, kızılbaş askeri aristokrasisinin oluşturduğu
yönetimi ve kızılbaş ordusunu yoketmekti. Kültürüne, dili ve
edebiyatına hayranlık duyduğu İranlılara düşmanlığı yoktu, olmazdı.
Yavuz'un düşmanlığı, Anadolu Alevi-Bektaşi Türkmenlerinin, yaklaşık
elli yil boyunca sürdürdükleri ihtilalci Kızılbaşlık siyasetlerinin
sonucu kurduklari Kızılbaş Safevi Devleti yönetimine idi.
Tarihçilere ve konuya ilişkin bildiklerimize çok aykırı gelecek ama,
bize göre Şah İsmail'e bu dönemde Yavuz'un kişisel kini de olmaması
gerekir. Çünkü 1508-9 ile 1514 arasında Kızılbaş askeri
aristokrasisinin kendi aralarında ve Şah İsmail ile büyük
sürtüşmeler vardı; bir bakıma İran milli devletine doğru gidiş ve
Şah'ın Kızılbaş Türkmenlerin nüfuzunu, çeşitli yollarla kırma
siyasetinden Yavuz Selim'in haberdar olmadığı
düşünülemez.
Bir başka gerçek daha var: 1509 yılı Şah İsmail'in, Anadolu Kızılbaş
Türkmen boyları temsilcileriyle yaptığı Yıldız dağı toplantısında
Kızılbaş siyaseti bölünmüş: Bir yanda başında, Balım Sultan'ın
kardeşi Kalender Çelebi'nin bulunduğu ve onun talibi büyük halk
ozanı Pir Sultan Abdal'in sözcülüğünü yaptığı "Padişah'ın tacı ile
tahtını ele geçirmeye" yönelik Kızılbaş siyaseti, diğeri ise Şah
İsmail'in Safevi İran İmparatorluğu kurma siyaseti vardır. Yukarıda
anlattığımız üzere, bu tarihten itibaren Anadolu'dan, 6-7 yil önceki
gibi akın akın Şah İsmail'in Kızılbaş ordusuna gidip katılan
olmamıştır. Oysaki, Kızılbaş ordusunu oluşturan Kızılbaş Türkmen
kabileleri de, son yarım yüzyıl boyunca Azerbaycan ve İran'a göçüp
yerleşmiş akrabalarından başkaları değildi. Gidenlerin amacı zaten
Şah İsmail'in Anadolu'ya gelip kendi devletlerinin başına geçmesini
sağlamaktı. Kurtuluşlarını Şah'a bağlamışlardı. İşte bu umut büyük
çapta yokolduğundan dolayı, aynı yılın sonunda Şah İsmail'in
Dulkadiroğlu Alaüddevle ile yaptığı savaşa Anadolu Kızılbaşları
katılmamıştır. Şah İsmail de bu tarihten sonra Doğu'da fetihlere
yönelmiştir. (Geniş bilgi için bkz. İsmail Kaygusuz, Görmediğim
Tanrıya Tapmam, Alev Yayınları, İstanbul-1996, s. 213-282)
Birkaç yıl sonraki Şahkulu Sultan ve ardından Nur Ali Halife
başkaldırıları bağımsız Anadolu Kızılbaşlarının ayaklanmaları olarak
kalmıştır; Şah İsmail onlarla ilgilenmemiştir. Yavuz'un yeğeni
Şehzade Murad'ı her iki harekette de Kızılbaş yandaşı olarak
görmekteyiz. Ama, Şah İsmail bu hareketlerin ikisine de sırtını
çevirmiş, Osmanlı'dan yana tavır almıştır. Örneğin, Şahkulu
başkaldırısının bastırılması sırasında kırımdan kurtulanların İran'a
gittiklerinde, kervan soydukları bahanesiyle hepsinin Şah İsmail
tarafindan yokedildiği bilinmektedir. Ayrıca, birkaç yıl önce
Kayseri'ye kadar gelmiş olan Şah İsmail isteseydi, Sivas, Çorum,
Tokat va Amasya Kızılbaşlarını ayaklandırıp, kendi adına hutbe bile
okutan ve Erzincan'da kendisini bekleyen Nur Ali Halife'nin
yardımına gelemez miydi? Gelebilirdi, ama gelmedi.
Fazla ayrıntıya girmeden söyleyelim: Yavuz'un tahta çıkar çıkmaz,
Kızılbaşlar hakkında Kemal Paşazade ve Müfti Hamza'ya fetvalar
yazdırttıktan sonra, "yediden yetmişe defter edilerek" giriştiği 40
bin ile 100 bin arasında Kızılbaşı katlettirmesi, Anadolu
Kızılbaşlarının siyasetine dönüktür, başkaldıranlara gözdağıdır.
Ama, yine de karşısında, kaynağını Anadolu'dan almış bir Kızılbaş
devlet yönetimi vardı. Onu yoketmekle, Anadolu Kızılbaşlarına
-umutlarırını tümüyle kesemedikleri- bu yönetimin desteğini kesmiş
olacaktı.
Şah İsmail, halifelerinden Nur Ali'ye yardıma gelseydi, büyük
Kızılbaş kırımları da Çaldıran savaşı da olmayabilirdi. Belki Şah
ile Yavuz ya da başka bir Osmanlı padişahı arasında, Timur-Bayezid
arasındaki (Ankara 1402) savaşına benzer bir durum ortaya çıkardı.
Kızılbaş ayaklanmalarını desteklemedi. Çünkü Şah İsmail Kızılbaşlık
davasına ihanet içindeydi. Bu ihanete daha 1508'de Kızılbaş Ehl-i
İhtisas kurulunu dağıtıp, Şah Vekilliği 'ni İranlı Şiilere vererek
ve baş dinsel kurumu Sadr'i, Caferi mezhebi üzerinde işletmeye
başlatarak adımını atmıştı.
Yine de görülüyor ki, çevresindeki Kızılbaş hanlar ve ordusunun
baskısıyla, Kılıç adlı bir halifesini Kızılbaş kırımını incelemesi
için Anadolu'ya göndermek zorunda kalıyor. Zaten Şah İsmail, Yavuz
ile savaş yapmaya gönülsüz duruyordu. Ancak bu savaşa, büyük
Kızılbaş kırımı nedeniyle, kendi ordusu tarafından zorlanmıştır.
Yavuz tarafından gelen tahrikler de hesaba katılabilir.
II. 3 Yavuz Selim Ordusuyla İstanbul'dan Çaldıran'a Beş Ayda Ulaştı
Yavuz Sultan Selim 1514 yılı Nisan ayının üçüncü haftası sonunda
İstanbul'dan, Anadolu ve Rumeli beylerbeyleri ve timarlı
sipahilerinin kuvvetleriyle destekli 140 bin kişilik ordusuyla yola
çıktı. Konaklama yerleri olarak özellikle zaviyeleri tercih ve
ziyaret ederek ilerliyordu; Akbıyık Zaviyesi, Karye-i Işık, Bozöyük
Zaviyesi üzerinden Seyyidgazi'ye ulaşmıştı.
Seyyidgazi Zaviyesinde konaklama süresini uzatan Yavuz burada
Kapıkulu askerlerine sefer için 1000 er akça bahşiş dağıtmıştır.
Sonra orduda, yeni atamalarla görev bölümü yapmiş: 20 bin kişilik
timarlı sipahi pişdar(öncü) ordusunun başına vezir Dukakinoğlu Ahmet
Paşa'yı atayan Yavuz Selim, Karaca Ahmet Paşa'yı 500 süvari ile
keşfe göndermiş. Mihailoğlu Mehmet Bey'i de akıncıların başına
geçirmiştir.
Bu arada Seyyidgazi türbesini ziyaret eden Yavuz Selim'in, zaviye
dervişlerine 100 bin akça dağıttığını görüyoruz. (M.C. Şahabeddin
Tekindağ, "Yeni Kaynak ve Vesikaların Işığı Altında Yavuz Sultan
Selim'in İran Seferi", İ.Ü. Ed. Fak.Tarih Dergisi sayı 22, s.59)
Yavuz Sultan Selim, Osmanlı Devleti sınırları içinde bulunan bu
Alevi-Bektaşi zaviyelerinden geçerek bir yandan onlara gövde
gösterisiyle gözdağı vermiş, öbür yandan da uslu durdukları takdirde
kendilerine yardımcı olacağını göstermek istemiştir. Bu arada
Konya'ya uğrayıp Mevlana'nın türbesini de ziyaret ettiği ve 100 bin
akça da oraya bağışta bulunduğu halde, yukarıda adı verilen
Zaviyelerin bağlı bulunduğu Hacı Bektaş Veli Dergahına uğramamıştır.
Çok büyük olasılıkla Hacı Bektaş Dergahı çevresi de Alevi kırımından
nasibini almıştır. Ancak başında bulunan Balım Sultan'in idam
edilmemiş olması, çok geniş Alevi-Bektaşi kitlesi ve özellikle
Yeniçerilerin büyük tepki ve isyanına neden olacağı korkusuna
bağlanabilir. Balım Sultan'ın, 1511 Şah Kulu isyanından beri
Dergah'ta gözaltında olduğu ve dışarısı ile ilişkisinin kesildiği
kesindir.
Yavuz'un ne zaviyelere yaptığı parasal yardıma ve ne de saldığı
korku ve gözdağına güvenmediğini de görüyoruz. Sivas'da 40 bin
kişilik bir ihtiyat birliğini, Şah İsmail ile karşı karşıya
savaştığı sırada Anadolu'da olası bir Kızılbaş başkaldırısını
bastırmak için bıraktı.
Katliamın ardından, sinmiş olan Anadolu Kızılbaşları öyle
anlaşılıyor ki, Şahkulu ve Nur Halife başkaldırılarında yardımlarına
gelerek, Osmanlı ile savaşmayan Şah İsmail'in, bu kez mutlaka
savaşacağı ve Osmanlı'yı mutlaka yeneceğine inanıyorlardı. Şah
İsmail'in Yavuz'u, ta Azerbaycan içlerine değin çekmesinden bu umuda
kaptırmışlardı kendilerini. Bu kadar yolu yürüdükten sonra Osmanlı
ordusunun Kızılbaş ordusunu yenebilecek gücü kalacağına herhalde
artık kimse inanamıyordu.
Her alanda önlemini almış olan Yavuz Selim, Şah İsmail ile hiç
değilse Erzincan dolaylarında karşılaşacağını bekliyor olmalıydı.
Mama Hatun Kervansarayı'nı da geçip Çermük'e ulaştığı halde, hala
ortalarda görünmeyen Şah İsmail'e yazdığı mektuplarda ona hakaret
ediyor; memleketi içerisinde yürüdüğü halde, karşısına çıkamadığı ve
kadınlar gibi korkup gizlendiğini; bir sultanın süslü kaftanlar
içinde dolaşacağına, zırh giymesi gerektiğini yazıyor. Kendisinin de
miğfer yerine baş örtüsü, zırh yerine de entari giymesini
öğütlüyordu. Hatta ona bir kadın giysisi bile göndermişti. Bu
hakaret edici söz ve davranışların arasında kafirliği, yani
Kızılbaşlığı terkedip müslüman olması ve yönetimi bırakarak inzivaya
çekilmesi istekleri de vardı.(M. C. Şahabeddin Tekindağ, agy. S.62)
Burada bizce Yavuz, Şah İsmail'e, 6-7 yıldan beri İranlı feodal
bürokrasi ögesiyle denge kurarak, eskiye göre hegemonyasını oldukça
zayıflattığı Kızılbaş Türkmen askeri aristokrasisini, ehl-i Sünnete
dönerek tümüyle terketmesini öneriyor sanki. Şah İsmail'in
kafasındaki İranlı unsuru egemen kılma siyasetine Yavuz bu yolla
yardımcı olarak, Kızılbaşları ortaklaşa, -tamamiyla yokedemeseler
bile- adamakıllı sindirerek siyaset meydanından
uzaklaştırabilirlerdi. Elbetteki o zaman Şah İsmail İranlı bir Şii
hükümdar olarak yerinde kalırdı.3
Şah İsmail'in, Yavuz'un mektuplarına verdiği yanıtlardaki
yumuşaklıktan, sözünü ettiğimiz siyasetine uygun olarak anlaşma
niyeti seziliyor. Mektuplarında Yavuz Selim'i kendisiyle savaşa
zorlayan nedenleri irdelemekte; Al-i Osman hanedanıyla iyi geçinmek
istediği ve savaşın kendisi için iyi olmayacağı ve Timur-Bayezid
savaşı sonrası karışıklığa düşeceklerini belirtiyordu. Ayrıca hiç de
hak etmediği hakaretlerine karşılık olarak ise; bu sözleri bir
padişah değil, olsa olsa afyon çekmiş sarhoş katipler yazmıştır
diyerek, afyon dolu bir altın kutu gönderiyor.
II. 4 Çaldıran, Kızılbaşların Birliği İçin Çok Önemli Bir Dönüm
Noktasıydı
Şah İsmail'in bu niyetinin uygulamaya konulması, yani
Yavuz'la savaş yaparak değil de anlaşmalar yoluyla Osmanlı-İran
arasındaki sorunları çözme yoluna girmesine, Kızılbaş askeri
aristokrasisinin beyleri fırsat vermediler. Her nekadar bu Kızılbaş
Türkmen beyleri, kısa sürede elde ettiği geniş imparatorluk
coğrafyası içerisinde Şah İsmail tarafından, "Han" sıfatıyla eyalet
valiliklerine atanarak, ya da geniş Timar arazileri bağışlanarak
merkezden uzaklaştırılmaşsa da, Yavuz'un asıl amacının kendilerine
dönük olduğunu anladıklarından Şah'ı savaşa itiyorlardi. Şah İsmail
aslında onları, merkezden uzaklaştırma ve birbirine rakip duruma
getirme yoluyla, temeldeki inanç ve güç kaynağı Anadolu'ya dönük
Kızılbaşlık siyasetini parçalamış ve kendi öz güçleriyle başbaşa
bırakmıştı.
Yavuz Selim'in 1513 yılı sonlarında yaptığı büyük Kızılbaş
toplukırımı, Ustacalu, Afşar, Varsak, Dulkadirlu, Rumlu (Orta
Anadolulu), Şamlu, Kacar ve Karamanlu Kızılbaş Türkmenlerinin
hanlarını, siyasetlerini Batı'ya, yani Anadolu'ya yöneltmekte
birleştirmişti. 80 bin kişilik büyük bir süvari gücü oluşturup, eski
günlerin coşku ve heyecanı içinde Şah İsmail'i Anadolu'ya gönülsüz
de olsa onlar yönlendirdiler. Bu nedenle Çaldıran, Kızılbaşların
birliği için çok önemli bir dönüm noktasıdır: Savaşın kazanılması
birliği sağlayacak, yitirilmesi ise büyük parçalanmayı getirecek;
Şeriatçı Osmanlı yönetimi, Osmanlı-Safevi sınırının geçtiği Kayseri,
Sivas-Suşehri'den itibaren tüm doğu ve güneydoğu Anadolu'nun artık
tam egemeni olarak, Anadolu'da büyük çoğunluk oluşturan
Alevi-Bektaşiler, yani Kızılbaşlar'a baskı ve zulmü artırarak onları
sindirmeye çalışacaktı.
Savaşın başında gösterilen büyük taktiksel hatalardan anlaşıldığına
göre, Şah'ın yakınında bulunan bazı hanların Anadolu'ya dönük
Kızılbaş siyasetine olumlu bakmadıkları anlaşılıyor. Şah'ın en
yakınındaki Şah vekili olarak Seyyid Nimetullah oğlu Emir Nizamüddin
oğlu Abdulbaki, sadr (dinsel işleri yöneten) Seyyid Şerif
Cürcani'nin torunlarından Seyyid Şerif, Meşhed nakibi Seyyid Mehmed
Kemune gibi İranlı ulema ve Kızılbaş emirlerinden Şamlu Durmuş Han
onu çok etkiliyordu.
Yavuz'un Çaldıran seferini ayrıntılı işleyen Şahabeddin Tekindağ bu
siyasetin farkında olmadığı için, yaptığı yorumlar aktardığı
doğruları geçersiz kılıyor. Şöyle yazmaktadır: "Osmanli savaş
tekniğini iyi bilip, daha Çaldıran tepelerinde iken Selim'e hücum
edilmesini, Rumlu Nur Ali Halife ile birlikte teklif eden Ustacalu
Mehmet Han'ın savaşın planını hazırladığı anlaşılmaktadır." (Ş.
Tekindağ, agy. S.67)
1512'de büyük bir ayaklanma hareketini yönetmiş, üzerine gönderilen
birkaç Osmanlı ordusunu yenmiş ve valiliğini yaptığı Erzincan'da
Sehzade Murat ile birleşip, "Üsküdar'a kadar rahatça ulaşabilen bir
güce sahip olarak", Şah İsmail'i beklemiş olan Nur Ali Halife,
elbetteki Osmanlı savaş tekniklerini iyi biliyordu. Ustacalu Mehmed
Han'a gelince, 1501 yılından beri Şah'a çok yakın askeri
kumandanlarından biriydi. 1509'da Dulkadirli Alaüddevle ile yaptığı
savaşın arkasından teslim olan Diyarbakır'a vali olarak atanmış ve
Kürt beylerinden bazılarını yenerek, Kürdistan'ın büyük bir kısmını
Kızılbaş Safevi devletine bağlamıştı. Gerçi Faruk Sümer, inanmakta
tereddüd gösteriyor, ama Lütfi Paşa ve Hoca Sadeddin gibi Osmanlı
tarihçilerinin "Diyarbekir valisi Ustacalu Muhammed Han, Osmanlı
hükümdarına pervasızca mektuplar yazarak onun sefere çıkmasına sebep
olduğu gibi, Şah'ı da Selim ile savaşmaya teşvik etmişti" (Faruk
Sümer, Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu
Türklerinin Rolü, Ankara-1992, s.20, 30, 39) ortak ifadeleri, bizce
doğrudur ve yukarıda açıklamaya çalıştığımız siyasetle üstüste
düşmekte ve uyumlu görünmektedir.
Rumlu Nur Ali Halife ve Ustacalu Muhammed Han, Osmanlı ordusunun
tepelerden inip, Çaldıran ovasında savaş düzenine girmeden hemen
saldırılmasını, yapılan meşveret meclisinde önermiş ve şiddetle
savunmuştur. Diğer birçok Kızılbaş Türkmen beyleri tarafından kabul
gördüğü halde, Şah'ın üzerinde geniş nüfuz sahibi ve dolayısıyla
Safevi İran (milli) devleti siyaseti yandaşı Şamlu Durmuş Han,
Ustacalu Muhammed Han'a: "senin borun Diyarbekir'de öter" diyerek
karşı çıkmıştır. (F. Sumer, agy., s.40, dipnt. 60) Bu karşıt siyasi
muhalefet, savaşın Kızılbaş ordusu tarafından kazanılmasına engel
olmuştur. Şahabeddin Tekindağ'in yanış bir yorum içinde ileri
sürdüğü gibi, eğer savaş planını Ustacalu Mehmed ile Rumlu Nur Ali
Halife yapmış olsalardı, tarihin seyri değişmiş olacaktı.
Son birkaç yıl içinde başkaldırı ve askeri hareketleri sırasında ani
baskın, pusu ve beklenmedik hücumlarından çok büyük zararlar görmüş,
defalarca yenilmiş Osmanlı ordusu ve kumandanları, bunların her
ikisini de çok iyi tanıdığından, Çaldıran ovasına iner inmez, hiç
dinlenmeden savaş düzenine girip hemen saldırıya geçmişti.
Burada, gerek akıncı beylerinden birçoklarının ve gerekse
yeniçerilerin Alevi-Bektaşi inançlı olmaları dolayısıyla, neden
Selim'e başkaldırmadılar? Kızılbaş casusları böyle bir hareketi
başaramazlar mıydı? Bu tartışmaya girmeyeceğiz. Çünkü bu
hareketlerde inançların değil, siyasetlerin en belirleyici ögeler
olduğunu düşünüyoruz; sınıfsal sosyo-ekonomik (nesnel) koşullar bu
siyasetlerin içinde saklıdır. Şimdi savaşın seyri ve sonucu hakkında
kısa değinmelere geçelim:
II. 5 Çaldıran Bir Kırım Savaşıdır: Savaşın Sonunu Ateşli Silahlar
Baştan Belirlemişti
Osmanlı ordusunun sağ kolunu Anadolu Beylerbeyleri Sinan Paşa ile
Zeynel Paşa'nın emri altındaki Anadolu ve Karaman kuvvetleri, sol
kolunu ise Hasan Paşa komutasındaki Rumeli askeri oluşturuyordu.
Yavuz Selim ise merkezde Sipahi, Silahdar, Ulüfeci ve Gureba
(taşralılar, yabancılar) bölükleriyle çevrilmiş olup, yanında
Sadrazam Hersekoğlu Ahmed Paşa, Vezir Dukakinoglu oğlu Ahmed Paşa,
diğer vezirler, yüksek devlet ricali ve din adamları vardı.
Padişahın tam önünde Ayas Ağa'nın emrinde sayıları 12 bini bulan
tüfekçi yeniçeriler, arabalar ve develerden oluşturulan siperlerin
arkasında yeralmıştı. Sağ ve sol kolun sonlarında biri 10 bin,
diğeri 8 bin kişilik Anadolu ve Rumeli Azabları, birbirlerine
zincirlerle bağlı ve hedeflerini bir mil içinde vurmakta ustalaşmış
topçuların başında bulunduğu 500 topun önünde dizilmişlerdi.
(Şahabeddin Tekindağ, agy. s. 65-66)
Sultan Selim'e "yiğit, iyi, cesur, korkusuz" anlamında (sözcüğün
"fena, zalim, acımasız" anlamları neredeyse unutturulmuştur) "yavuz"
sıfatının yakıştırılması, "özyiğitlik ve mertlik" kavramlarına
hakarettir. Babasını bile saltanat için zehirleterek öldürten;
yüzbine yakın Alevi-Bektaşi inançlı Anadolu Türkünü toplukırıma
uğratan Yavuz Selim'in "kuşkucu, korkak, kompleksli" psikolojisi,
yukarıda verilen savaş düzenindeki bulunduğu yerden çok iyi
anlaşılıyor. Şah İsmail'i "korkaklık ve acizlikle" suçlayarak,
bunların simgesiymiş(!) gibi, ona "kadın giysileri" gönderen bu
Osmanlı Padişahının nasıl canından korkup, sıra sıra topçuların
tüfekçilerin ve Azapların (okçu askerler) ardında saklanmış olduğu
ortadadır.
Buna karşılık Şah İsmail, ordusunun sağ koluna bizzat kendisi
kumanda ediyordu. Sol cenahın başında ise Diyarbakır valisi Ustacalu
Mehmed Han bulunmaktaydı. Merkezde yüksek devlet ricali ve bazı
Kızılbaş Türkmen hanları yer almıştı. Tarih-i Alemara-i Abbasi' de,
savaş meşvereti sonunda Şah İsmail'in Yavuz'a, "teke tek, göğüs
göğüse mertçe savaş yapalım" haberi gönderdiği fakat onun kabul
etmediği yazılıdır. Bunun doğru olup olmadığını bilmiyoruz. Ama Şah
İsmail; Ustacalu Muhammed Han ile girişecekleri çevirme harekat
sonunda Azabları yarmak ve onların saflarını aşarak, Yeniçerileri
arkadan vurmak niyetinde idi. Bu maksatla sağ kolun kumandasını
üzerine almıştı...
Korcubaşı Saru Pire, Ustacalu'nun Çarhacılarla Mihaloğlu'na
saldırıp, yenilmesi üzerine, "depesinden dırnağına gök demürlü" (İbn
Kemal, Defter IX, 227/a) seçkin 40 bin kişilik süvari birliğiyle
Rumeli Azablarının üstüne saldıran Şah İsmail, başlarda çok büyük
başarı kazandı. Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa ve diğer birçok emirler
bu çarpışmada yaşamlarını yitirdiler. Hoca Sadeddin'e göre, Azab
askerleri oklarını çıkarmaya bile vakit bulamamışlardı.(Tacü't-
Tevarih II, 263'ten aktaran Şahabeddin Tekindağ, agy, s.68)
Bu savaşta Malkoçoğullarından Sofya Sancak Beyi Ali Bey ile Silistre
Sancaği yöneticisi Tur Ali Bey, Mora Sancak beyi Hasan Aga, Prizren
beyi Süleyman Bey, Yörgüçoğlu Mehmet Bey de öldürülmüşlerdi. Öte
yandan Gaffari, Şah İsmail'in bahadırlıklarını uzun uzadıya
anlatırken, Malkoçoğlu Ali'yi onun öldürdüğünü söyler. Şah İsmail
Hatayi başta verdiğimiz şiirinin birkaç dörtlüğünde de bunu
anlatıyor. Tarihçilerin büyük çoğunluğu aynı gerçeği söylemelerine
rağmen Şahabeddin Tekindağ, Malkoçoğlu'nun korci askerler tarafından
tuzağa düşürülerek öldürüldüğünü kabul etmekedir. (Agy, s.68 dipnt.
70)
Ayni şekilde İ. Hakki Uzunçarşılı da (Osmanlı Tarihi II. Cilt, 4.
basım, Ankara-1983, s.266) Şah İsmail'in ordusunun sağ koluna bizzat
kumanda ettiğini ileri süren tarihçileri onaylamıyor. Oysa bunu,
Osmanlının büyük Şeyhülislamı ve tarih yazıcısı İbn Kemal
kaydediyor. (Demek ki Cumhuriyet tarihçileri, Yavuz ve oğlu Kanuni
döneminin alim ve tarihçisinden daha bir Osmanlı!) Diğer yandan
Türkçü Şahabeddin Tekindağ Hoca'nin Yavuz Sultan Selim sevgisi ve
hayranlığı temelinde kaleme aldığı, dönemin siyasetlerinden uzak ve
habersiz yorumlar içeren makalesinde, Şah İsmail'in savaş başlamak
üzereyken "bıldırcın avında bulunduğunu" yazanlara bile inanıp, onun
savaş alanlarındaki başarılarını görmek istememesi doğaldır. Belli
ki her iki tarihçi de, Yavuz Selim kat kat siperler ardında
saklanmışken, Şah İsmail'in at sırtında savaş alanında kılıç
sallamış olduğu gerçeğine tahammül edemiyorlar.
Şah İsmail'in başında bulunduğu ordunun sağ kolunun başarıları
sürerken, sol kolun kumandanı Ustacalu Mehmed Han hızla merkeze
doğru ilerliyordu. Osmanlı ordusunun sağ cenah kumandan Sinan paşa
safları geri alıp, kaçarmş gibi görünerek ya da çarpışa çarpışa,
Ustacalu'yu çektiği top menzilinde tuzağa düşürdü. Anlaşıldığına
göre, tam merkezin karşısına gelindiğinde, Ustacalu Mahmed Han ile
kardeşi Kara Han'in başında bulunduğu Kızılbaş Türkmen güçleri,
merkezdekilerle ayni zamanda top ateşine tutulmuşlardı.
Osmanlı yönetiminin Kızılbaşlarla baktığı açıdan bakan ve yazdıkça
hırsı ve öfkesi kabaran Şahabeddin Tekindağ'in cümleleriyle
yenilgiyi verelim:
"Sinan Paşa... (onları) müdhiş Osmanlı topçusu ile karşı karşıya
bırakmış idi. Üzerlerinde büyük küçük kazanların bulunduğu topları
hep birden açtıkları cehennemi ateş üzerine, Şii Ordusu (Kızılbaş
Ordusu denilmek isteniyor. İ.K.) darma dağınık oldu; başta Mehmed
Han Ustacalu olmak üzere, Seyyid Mehmed Kemune, Hulafe Bik, Emir
Abdülbaki, Horasan hakimi Lala Bey Şamlu, Tekelü Çayan Bik ve pek
çok Türkmen hasır gibi yerlere serildiler; savaş Osmanlılarin lehine
döndü..." Ancak bilimsellik adına, taraflılığı fazla açık olmasın
diye Hoca, "lehe dönüşün", pahalıya malolduğunu itiraf etmek
gereğini duyuyor:
"Bununla beraber, bu çarpşmada, Anadolu umerasından (emirlerinden)
Ataş Bey, Niğde beyi Yörgüçoğlu İskender Bey, Beyşehir hakimi
Karlıoğlu Sinan Bey, Kayseri beyi Üveys Bey, Sultanzade olan Karesi
hakimi Mehmed Bey yanında bir kısım züema (zeamet sahibi İ.K.) ve
timarlı Sipahinin de şehit düştüklerini işaret etmek icap eder."
(Şahabeddin Tekindağ, agy, s.68-69)
Aynı anda patlatılan yüzlerce topun yarattığı cehennemi ateşin
ardından, canlı kalan Kızılbaşlar saldırıdan geri durmamış; Şah ve
beyleri başlarında, çılgınca ve korkusuzca ateşli silahlara
göğüslerini açarak, Osmanlı ordusunun merkezine doğru ilerlemeyi
sürdürüyorlardı. Ölümü hiçe sayarak yalınkılıç üstlerine gelmekte
olan Kızılbaş dalgalarından korkan Yavuz Selim, hemen yeni kuvvetler
eşliğinde, deve katır gibi yük hayvanları birbibirine zincirlerle
bağlanarak oluşturulan siperler arkasına konuşlandırılmış
yeniçerilerin tüfeklerini ateşlemesini emretti. Ustcalu Menteşe
Sultan emrindeki Kızılbaş Türkmenlerin bu siperlere hücumları da
şiddetli top, tüfek ve zemberek ateşiyle karşılandı.
Yine birçok Han'lar ve askerler toprağa düştüler. Şiirinde beşyüz
elli tüfekçinin peşine dütüğünü söyleyen Şah İsmail, birkaç kez at
değiştirerek her tarafa koşuşturmakta, yaralanmasına rağmen,
askerlerinin önünde çarpışarak onlara cesaret vermekteydi. İşte bu
sıralarda Şah atından düşürülmüş; Ustacalu Türkmenlerinden Hızır Aka
kendi atını verip kaçmasina yardım ederken, kendisine çok benzeyen
ve olasıyla aynı kılıktaki musahibi, Afşar Türkmenlerinden Sultan
Ali Mirza onun yerine Şah olarak yakalanmıştı.
Günüze kadar, çok sayıda tarihçilerden gelmiş olan bilgilere göre;
Sultan Ali Mirza "Şah benim!" diyerek, Şah İsmail'i kurtarmak için
Osmanlı askerlerine teslim olmuştur. Oysa başta incelediğimiz şiirde
ise tam tersine; Yavuz Selim onun Şah İsmail olduğunu söylemesini
istiyor ve eğer kabul ederse kendisini bağışlayıp, atına bindirerek
geri göndereceğini söylüyor. Yine şiirde Sultan Ali Mirza,
cellatlara verilme ve katledilme pahasına Yavuz'un, "kendini Şah
farzetmesi, gerçek Şahı inkar etmesi" isteğini şiddetle reddediyor.
Ancak bu şiirde, kendisine atını verip kaçırdığı söylenen Hızır
adındaki Ustaçlu Türkmenden sözetmemesi, Şah'ın kimsenin yardımı
olmaksızın geri kaçtığının anlatılması biraz garip geliyor. Yerini
almak istemediği için bu uğurda can vermiş musahibi Ali Mirza için
bir ağıt yazıyor. Ama kendi atını vererek canını kurtarmasını
sağlayan Ustacalu Hızır'dan neden tek söz etmiyor? Acaba Alevi
inancında çok önemli bir yeri olan Hızır mı sözkonusudur? Ermiş
velilerle arkadaş olan ve çağrıldığı anda insanların imdadına
yetiştiğine inanılan boz atlı Hızır'ın Şah'ı kurtardığı mı
yayılmıştı? Ve bu söylentiyi tarihçiler, Hızır adlı bir Ustacalu
Türkmen askerine çevirmiş olamaz mı?
Şiirde, Sultan Ali Mirza ile "İnkar" diye sıfatlandırılan Yavuz
Selim arasındaki ilginç konuşmalar bize, Çaldıran hakkında yanlış
bilinen ya da bilinmeyen birçok şeyin bulunduğunu gösteriyor: Öyle
anlaşılıyor ki, savaş süreci içindeki bu aşamada, onca topa ve
tüfeğe sahip olan Yavuz, ordusunun yenileceği yönünde bir korkuya
kapılmıştır. Çünkü patlayan toplar ve tüfeklerle düşen her Kızılbaş
alayının yerini bir başkası alıyor; geri çekilmek şöyle dursun
korkusuzca ateşli silahların üzerine gidiyorlardı. Osmanlı ordusunun
sol kolu tamamıyla dağılmış ve yukarıda Şahabeddin Tekindağ Hocanın
-gönülsüz de olsa- itiraf ettiği gibi sağ kol da çok büyük kayıplara
uğratılmıştı. Kızılbaş ordusu ise büyük kayıplarına rağmen merkezi
alabildiğine sıkıştırıyor, sağ ve sol kol birleşerek çevirme
hareketini gerçekleştirmek üzereydi. Bize göre, işte bu aşamada
Yavuz Selim, bir yandan aralıksız ve bütün şiddetiyle topları ve
tüfeklerini ateşlerken, öbür yandan tutsak alınmış olan Şah'ın
benzeri Sultan Ali Mirza'yi kullanmak istemiş olması doğal bir savaş
hilesi ya da taktiğiydi. Sultan Ali Mirza'ya, canının bağışlanacağı
sözü verilerek, Şah olduğu kabul ettirilince; bir anda Şah İsmail'in
tutsak edildiği ilan edilip, Kızılbaş ordusunun karşısına
çıkartılarak, teslim olmalarını söyletecekler ve bunu
sağlayacaklardı. Bundan sonra gerçek Şah'ın ortaya çıkarak kendini
kabul ettirebilmesi biraz zor olurdu. Şah İsmail Hatayi'nin şiirsel
söylemiyle Sultan Ali Mirza, "ser kurtarmak için Mervan işi"
işlememiş. "Şah'ın sadece kurbanı olduğunu" söyleyip, Yavuz'a
hakaretler yağdırarak kendi kendisini cellatlara teslim ettirmiştir.
Dalga dalga gelen ve çılgınca bir cesaretle hücum üzerine hücuma
geçen Kızılbaş birlikleri, aralıksız ateş kusan top ve tüfeklerle
kırılmışlardı. Çok sayıda Kızılbaş Türkmen Hanları ve Beylerinin ve
devlet ricalının ölümü ve Şah İsmail'in kaçması veya kaçırılması
üzerine, Kızılbaş ordusundan geri kalanların bir kısmı dağıldı, bir
kısmı geri çekilerek savaş alanından uzaklaştı. Merkezdeki ordugahta
bulunan Şah'ın yakınları, Hanların aileleri ve kadınlarının esir
alındığından sözeden kaynaklar, ordudan esir edilenler ve
öldürülenlerin sayısını vermemektedir. Kızılbaş ordusundan,
silahlarını bırakarak teslim olan birlik olmamış savaşarak ölmüşler,
daha doğrusu bu dengesiz savaşta hepsi kırılmış, çok azı kaçarak
kurtulmuştu. Lütfi Paşa'nın, Osmanlı'nın Çaldıran yengisine "Sufi
Kıran" adını vermesi boşuna değildir. Çaldıran, bir inancı, bir
yaşam felsefesini ortadan kaldırma ve bu inanca bağlı kitleleri
yoketme amacını taşıyordu. Çaldıran bir kırım savaşıydı.
Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, 500 top ve 12 bin tüfekle
girmiş olduğu bu dengesiz savaşta; 15 yıldır yenilgi yüzü görmemiş
Safevi Kızılbaş ordusunu, olağanüstü intihar hücumlarıyla büyük
direnişine rağmen, gün boyunca yapılan aralıksız çarpışmalar sonunda
dağıttı. Gerçekte, 23 Ağustos 1514 Çarşamba günü Çaldıran'da yapılan
bu toptankırım savaşını Yavuz' a, ateşli silahlar kazandırmıştı.
Başlarda değindiğimiz gibi, Kızılbaş ordusunun yenilmesinin altında
Şah İsmail'in gizli ihanetinin bulunduğunu da gözardı etmemek gerek.
Ama, Sünni Osmanlının Rafızi-Kızılbaş kırım siyaseti de, daha
sonraları Safevi Şii şeriatı da Kızılbaşlığı ve Kızılbaşları asla
yenemediler. Bugün 25 milyona yakın Alevi-Bektaşi kitlesi, Kızılbaş
atalarının zulme, baskıya ve insanı insana kul eden, sömüren inanç
ve anlayışa sahip yönetimlere karşı amansız mücadele vermiş Anadolu
kızılbaşlık siyasetiyle onur duymaktadır. Bu insancıl siyaset
anlayışını benimseyen her toplumu kucaklar, herkesle barışıktır.
"Yavuz ile Şah İsmail barıştırılmalıdır" gibi bir kaygısı da yoktur
Alevi-Bektaşi inanç toplumunun. Yavuz'dan nefretini silemezsiniz,
ama Şah İsmail de Çaldıran'dan sonra bu toplum için bir inanç
simgesi değildir. Cem'inde, deminde-devranında yaşattığı Şah İsmail
Safevi değil; can ve civan Hatayi'dir, şiirleri, nefesleri,
düvazlarıdır.
Ama görülüyorki, yıkılan bir İmparatorluğun 700. Kuruluşu yıldönümü
kutlanmakta ve övgü dolu yazılar yayınlanmakta, görsel ve işitsel
gösteriler yapılmaktadır. Bu Laik ve Demokratik Türkiye
Cumhuriyetinin işi değildir, olmamalıydı. Yeni devlet, yıktığı
devletin kuruluşunu kutluyorsa, bu bir pişmanlık gösterisidir.
Tarihe bu sakat yöntemli resmi anlayışla sahip çıkılmaz.
Üniversiteler, Enstitüler, Akademiler ve diğer araştırma kurumları
ve Osmanlı'ya ilgi duyan sivil toplum örgütlerinin işidir bu
etkinlikler. Eğer bu kutlama yılı Osmanlı'ya özlemse ve Osmanlı
hanedanın siyasetlerini diriltme çabalarıysa, Alevi-Bektaşi
toplumunun bu çabalara katkısı olamaz ve karşısındadır.
Ismail Kaygusuz
...........................
Kaynak:
Hacıbektaşlılar |