Hacı Bektaş Veli Bir Batıni Daisiydi
Dr. İsmail Kaygusuz
Hacı Bektaş Veli'nin Türkistanlı Hace Ahmet
Yesevi'den (ö.1167-9) el aldığı doğru olmadığı gibi mümkün de değildir.
Geleneksel bilgiler, özellikle Vilayetname, Ahmet Yesevi'nin halifesi Lokman
Perende'den el aldığını söylüyor. Ahmet Yesevi, Orta Asya'da "Hacegan (Hocalar)
Hanedanı"nın kurucusu bilinen Yusuf Hemedani'nin (ö.1140) öğrencisidir. Onun
öğrencilerinden Abdel Halik el-Gucvani (22 yaşına kadar Malatya'da yaşamış,
ö.1120) yol zinciriyle Nakşibendilik, Şeyh Zahid (ö.1296) aracılığıyla
Safevilik, Halvetilik ve Bayramilik, ve Ahmet Yesevi - Lokman Perende - el
Harasami üzerinden Bektaşilik'in çıktığı üzerine bir Tarikat zinciri kurmaktadır
Nakşibendi araştırmacıları. (Hasan Şuşud, "Hacegan Hanedanı-Les Maitres de
Sagesse de l'Asie Centrale-Orta Asya Bilgelik Üstatları", Fransızcaya Çev.
Charles Antoni, Le Soufism, la voie de l'Unité, Paris-1980, s.47-80)
Hacı Bektaş Veli'nin, Yesevilik çevresinde
yetiştiği doğru mudur? Daha önce biz de gelenekçilere uyarak, istemeye istemeye
Vilayetname verilerini kabul edip, bu soruya "evet" diyorduk. Zaten İttihat
Terakki'ci araştırmacılardan bu yana milliyetçi ve resmi çevreler, Hacı
Bektaş'ın Ahmet Yesevi'nin ölümünden yaklaşık kırk yıl sonra doğmasına rağmen,
onun tarafından Anadolu'yu "Türkleştirmek" ve Türkçeyi yaymak için
gönderildiğini ciddi ciddi(!) ileri sürdü, yazdı çizdi. Bile bile yanlış olanda
ısrar etmek, tarihe müdahale etmektir. Bu ise baskıcı devlet anlayışının
yansımasıdır. Kaldı ki, Hacı Bektaş Veli'nin Yesevi çevresinde, Lokman Perende
aracılığıyla yetişmiş olması da onun Yeseviliği Anadolu'ya taşıyıp Bektaşiliğe
dönüştürdüğünü, ve de aynı çevrenin onu Türklük-Türkmenlik adına buraya
gönderildiğini kesinlikle göstermez.
Yıllar önce bu anlayışa Abdülbaki Gölpınarlı haklı olarak şu yanıtı vermişti:
"Hacı Bektaş'ın, Mevlana'ya karşı Türk harsını koruduğu, Mevlevilerdeki
Farsçaya karşılık Bektaşilerde Türkçenin işlendiği gibi götürü, yahut ısmarlama
pek çok sözler duyuldu. Hatta onun bir Türkçü olduğu ve başında Ahmet Yesevi'nin
bulunduğu bir teşkilat tarafından bu maksatla Anadolu'ya gönderildiği gibi,
kargaları bile güldürecek hükümler verenler çıktı..." (Abdülbaki
Gölpınarlı, Mevlana Celaleddin, 4.Basım, İstanbul-1985, s.237)
Hacı Bektaş'ın soyunun İmam Musa Kazım'a (Ö.799)
kadar çıkması, onun Türk-Türkmen olmasına engel değildir. Yedinci İmam Musa
Kazım'ın ölümüyle 11. kuşaktan Hacı Bektaş'ın doğumu arasında tam dörtyüz yıl
var. Adı geçen İmam ve oğlu İmam Rıza Horasan bölgesinde yaşamış olup, kendileri
ve çocukları yerli halkla evlilik ilişkileri kurmuşlardır. Yalnız onlar değil
8.yüzyılın başlarından beri Hasan ve Hüseyin soylular zaten İran, Horasan,
Daylam, Tabaristan, Türkistan'a yayılmış bulunuyorlardı. Özellikle Zeynelabidin
oğlu Zeyd soylu, İmam Cafer'in oğlu İsmail ve onun oğlu Muhammed soylu İmamlar
da yaşıyorlardı. Onlar da bölgelerindeki etnik gruplar ve kültürleriyle iç içe
karışmışlardı. Bir kaç kuşak sonra artık onların etnik Arap olduklarını söylemek
çok anlamsızdır. Hele Nakşibendi şeyhi Prof. Dr. Esat Çoşan'ın, Makalat'ı Arapça
yazmış olmasını kastederek Hacı Bektaş Veli için; "demek ki, Arap ırkından ki,
Arapça yazmayi uygun görmüş" yargısını vermesi saçmalığın en büyüğüdür! Zaten
Coşan, Ahmet Yesevi'nin Yusuf Hemedani ve El-Gucvani ile ilişkilerinden ötürü,
Hacı Bektaş'ı Yesevi tarikatından kabul edip, "Nakşilere amcazade" yapıyor,
"akraba olarak" görüyor. (Bu kişi Hünkar'ı Sünni göstermek için Makalat'ı
tümüyle tahrif edip, işine geldiği gibi yorumlayarak Üniversite kariyerini
tamamlamış; onu kendi inanç ve kişisel çıkarlarının aracı yapmıştır.) Hacı
Bektaş Veli'ye - hatta ellerinde doğru şecereleri olan seyyidlere, dedelere -
Ali soylu diye Arap gözüyle bakılırsa, tarih boyunca halkların ve kültürlerin
kaynaşma sürecinde yaşamış olduğu gerçeğini yadsımış olursunuz.
Hacı Bektaş Yesevi yolu yolcusu mu, yoksa bir
Batıni mi?
Hacı Bektaş Veli, Yesevi yolunun yolcusu değildir, olamaz. Tarihsel olarak
Nişabur'da geçen olaylar ve Horasan bölgesindeki Moğol saldırıları gözönünde
tutulacak olursa gerçeğin çok farklı olduğu görülecektir. Hacı Bektaş 1200'ün
ilk on yılı içinde doğmuş olduğuna göre, Lokman Perende'den olsa olsa okuma
yazma öğrenmiş ve ilk dinsel bilgilerini almış olmalıdır. Lokman Perende, Ahmet
Yesevi'nin halifesi olmuş olsa bile, ondan çocuk yaşlarda ders alan Hacı
Bektaş'ın Yeseviliği öğrenip, ona bağlanması olası görülmüyor. Abdülbaki
Gölpınarlı bu konuda, "hasılı bizce," diyor, "Ahmet-i Yesevi nasıl şöhreti
yüzünden Bektaşi geleneğine sokulmuşsa, Lokman da bu geleneğe sokulmuş ve bu
zata Hacı Bektaş'a hocalık ettirilmiştir". (Vilayetname, s.103) Elbette bu
kişiler sadece "şöhretleri" yüzünden değil, Hacı Bektaş'ın "menkıbe"lerinin
yazıya geçirildiği dönemin (1480'li yıllar) Osmanlı siyasetinin gereği olarak
Vilayetname'ye sokulmuştur. Gölpınarlı'nın asıl Mevlana Celaleddin
(s.237) adlı yapıtında, Hacı Bektaş Veli hakkındaki aşağıdaki saptaması çok
yerindedir:
"Hacı Bektaş, bütün manasıyla batıni inanışların mürevvici (yürüten,
propagandasını yapan) bir batıni dai'siydi. Bunu 'Makalat' açıkça gösterdiği
gibi en eski kaynakların Bektaşilik hakkında verdikleri malumat da teyid eder."
Bu kanısına fazla açıklık getirmemesi ve nedenleri
üzerinde doğru bilgi vermemesi düşündürücüdür. Abdülbaki Gölpınarlı'nın Hacı
Bektaş'ı, salt Mevlana ile karşılaştırılacak düzeyde olmadığını göstermek ve onu
küçük düşürmek için (sevilmeyen) bir tarihsel gerçeği ortaya atıp ardında
durmamasının, belirsiz bırakmasının anlaşılır yanı olamaz. Ayrıca, bu
saptamasından sonra Gölpınarlı, Mevlana karşısında Hacı Bektaş'ı tanımlarken,
doğrularla yanlışları bir arada kullanarak, birbirlerini elimine etme niyetini
ortaya koyuyor:
"Halbuki Horasani'lerden olmakla birlikte ne kadar bilgin olduğunu
bilemediğimiz, ancak 'Makalat'ına ve gene elimizde bulunan bir 'Şathiyye'sine
nazaran derin ve geniş bir bilgiye sahip olmaktan ziyade münteşir
(yaygın,dağınık) terbiyeyle yetiştiğini sandığımız Hacı Bektaş, bir halk
isyanının (Babai başkaldırısı kastediliyor- İ.K.) arda kalanları tarafından ulu
tanındı. Bilgisi, meşrep ve mezhebi bakımından yalnız medrese mensupları
tarafından değil, tarikatçılar tarafından da kınanan bu zümre, ilk zamanlardan
itibaren gizlenmeye lüzum görmüş ve tekkelerini, şehirleri bile dağ başlarında,
ıssız yerlerde kurmuştur. Ortodoks Müslümanlıktan dışarı gören saltanat ve
medrese, bu zümreyi vakıftan da mahrum etmişti."(agy.s.239-40)
Abdülbaki Gölpınarlı, Hacı Bektaş'a bir batıni dai'si diyorsa - ki bu en doğru
saptamadır-, bunun arkasında durmalı ve açıklığa kavuşturmalıydı. Yani onun bir
batıni olarak yetişmesinin tarihsel ve nesnel koşullarını açık açık
göstermeliydi.
Abdülbaki Gölpınarlı, Hacı Bektaş'a bir batıni dai'si diyorsa - ki bu en doğru
saptamadır-, bunun arkasında durmalı ve açıklığa kavuşturmalıydı. Yani onun bir
batıni olarak yetişmesinin tarihsel ve nesnel koşullarını açık açık
göstermeliydi.
Hacı Bektaş Veli ailesi ve Mogolların Nişabur'u zaptı
Nedense araştırmacılar o yıllarda bölgenin tarihsel koşullarını inceleme gereği
bile duymadan, Vilayetname'de anlatılan olayların hepsini doğru kabul
ediyorlar. Hacı Bektaş ailesiyle birlikte, doğduğu kent olan Nişabur'dan en geç
1221'in Mart ayında ayrılmak zorunda kalmıştır. Çünkü kent Nisan ayının ikinci
haftasında Moğol ordusu tarafından kuşatıldı. Hacı Bektaş 11-14 yaşlarındadır.
Belki de Vilayetname'de anlatıldığı gibi, babası "İbrahim el-Sani,
Tanrının rahmetine vardı." Ayrıca aynı paragrafta, "padişahlığı Hacı Bektaş
Veli'ye arzettiler, kabul etmedi. Padişahlığı, amcazadelerinden olan ve Musa-el
Sani evladından Seyyid Hasan'a verdiler" denilmektedir.
Bu gerçek Nişabur padişahlığı değil, gönül padişahlığıdır. Aile bireyleri,
Muhammed Ali soyundan olması dolayısıyla kendilerine bağlı ehlibeyti ve İmamları
sevenler için bir padişah, yani inançsal önderdi. Belli ki, Hacı Bektaş'ın henüz
çocuk olması dolayısıyla, babasının yerine Seyyid Hasan seçilmiştir. Bu kişi
kaynaklara göre Abdal Musa'nın babasıdır. Eğer İbrahim el-Sani Nişabur'da
ölmüşse, aile ve aileye bağlı olanlar Seyyid Hasan'ın önderliğinde Nişabur'dan
çıkıp yollara düşmüştür.
Moğollar Türkistan'dan Azerbaycan'a kadar Horasan'ı baştanbaşa işgal etmişlerdi.
Konar-göçer Oğuzlar, kentli kasabalı Türkmen toplulukları, Doğu'ya değil Batı
İran ve Irak'a doğru gidiyorlardı. Moğolların önünden kaçan çok sayıda Horasanlı
göçmen Alamut'a bağlı Kuhistan bölgesindeki Nizari İsmaili kalelerine sığındı.
Hacı Bektaş aile çevresi ve yandaşları en geç 1221 yılı içinde, Kuhistan'daki
İsmaili kalelerinden birine sığınmışlardı. Büyük olasıyla bu kale, Nizari
valisinin oturduğu yerdi. Hacı Bektaş burada önemli biriyle tanışacaktı.
Bu ilk duraklarında ne kadar kaldıkları üzerine yorumlarımıza geçmeden önce
Nişabur kenti ve kentin son Moğol işgali hakkında kısa bir bilgi geçelim: İlk
kez Sünni Selçuklu önderi Tuğrul 1038'de Nişabur'u alıp kendini orada sultan
ilan etti. Nasır Husrev, 1052 yılında Horasan hücceti (İmamın tanığı) ve Fatımi
İsmaili baş dai'si olarak karargahını Belh'de kurdu; oradan Nişabur ve
Horasan'ın diğer kentlerine İsmaili propagandasını yönetti. Onun başarıları,
Selçuklu yöneticilerinin desteğini alan Sünni ulemanın düşmanlığını yükseltmiş
(Farhad Daftary, İsmailis, their history and doctrines, s.204,216) ve
kuşkusuz heterodoks İslam inançlı Türkmenler ve İranlılar (Oniki İmamcılar, yedi
İmamcı İsmaililer) bu ortamda kendilerini gizlemek zorunda kalmışlardı. Ancak
Hasan Sabbah'ın Alamut Nizari devletini kurmasından ölümüne kadar (1090-1124) ve
ölümünden sonraki Alamut şeflerinin, Melikşah (1063-1092) ve oğullarıyla
mücadeleleri boyunca İsmaili dai'leri İsfahan'da Belh ve Nişabur'da çok geniş
propagandaya girişmişler ve Onikimamcı Şiilerden kendilerine büyük katılımlar
olmuştu. Bunlar Sünni Selçuk oğullarının baskılarından ötürü akın akın Hasan
Sabbah'ın kalelerine (darül hicralara) gidip yerleşiyorlardı. Kentlerde kalanlar
da gizli ilişkiler içerisindeydiler. Hacı Bektaş Veli'nin babasının ve dedesinin
bu olaylarla ilişkileri olmadıkları söylenemez. Ayrıca çocukluk dönemi hocası
Lokman Perende'nin bile bu ortam içinde Yesevici olduğu iddiası bizce
geçersizdir.
Nişabur 1142'de Selçuklu prensi Atsız tarafından ele geçirilmiş ve arkasından
Sencer tüm Horasan'a yeniden egemen olmuştu. Sonra 1174-1185 yılları arasında
Toğan Şah Ebu Bekr'in egemenliği altına girdi. 1187'de Melikşah bin Tekiş ve
1193'de Kutbeddin Muhammed'i Nişabur'un hakimleri olarak görüyoruz. Kent,
bölgedeki Harezmşahlar, Karahitaylı ve Selçuklular arasındaki çekişmeler
arasında birinden diğerine el değiştiriyordu. Son olarak;
"10 Nisan 1221, Cumartesi günü Moğolların eline geçen Nişabur şehrinin sonu
(Merv'den) daha acıklı oldu. Halk, Kasım 1220'de şehir surundan atılan bir ok
ile vurulan Tokuçar'ın ölümünden dolayı cezalandırıldı. Bu nedenle Toluy aman
dileyenlerin isteklerini kabul etmiyordu. Şehir zaptedilince 400 sanatkar hariç
bütün halk katledildi. Şehir tamamıyla tahrip edilerek çift sürüldü. Gizlenerek
sağ kalanları da imha etmek için bir Mogol komutanı 400 Tacik ile harabeler
arasına bırakıldı." (V.V. Barthold, Türkistan, s. 472, 558,560; dpnt.385)
Batıya doğru ilerleyen Cengiz Han 1221'e doğru Oksus'u geçip Buhara'yı almış.
Genç oğlu Toluy'u Horasan'ı fethetmekle görevlendirmişti. Doğu İran'a
yöneldikleri sırada Cengiz Han 1223'te oğullarıyla görüştü. 1225'te Mogolistan'a
döndü ve 1227'de öldü. Onun ölümü ile bölge geçici olarak biraz nefes aldı.
Zaten bölgede Moğollarla mücadele eden sadece Celaleddin Harezmşah idi.
Elbette, Hacı Bektaş ailesi ve yandaşlarının, yerle bir edilmiş, tarla gibi
sürülmüş Nişabur'a bir daha geri gelmiş olmaları düşünülemezdi. O zaman bu aile
nereye yerleşmiş ve ergenlik çağına yeni girmiş bulunan Hacı Bektaş eğitimini
nerede görmüştü? Farid Daftary, Moğolların Horasanı istila ettikleri yıllar ve
Horasan'ın batı sınırını oluşturan Kuhistan bölgesindeki Nizari kalelerinin
durumu hakkında şu bilgileri veriyor:
"Alaaddin Muhammed III'ün (1221-1255) ilk yıllarıydı. Sünni ulema dahil
(acaba Belh'den çıkmış olan Mevlana'nın babası Bahaaddin Veled de bunlar
arasında mıydı? İ.K.), Mogolların önünden kaçan çok sayıda Horasanlı
göçmenler gelerek Kuhistan bölgesindeki Nizari İsmaili kalelerine sığındılar.
Mogollar istilalarının başlangıcından itibaren, Alamut Nizari İsmaili
devletinin, diğer küçük prensliklerden daha güçlü olduklarını deneyerek
anlamışlardı. Ayrıca Nizari İsmaili önderleriyle Moğollar arasında bir andlaşma
yapıldığı anlaşılıyor; çünkü Celaleddin Hasan III (1210-1221) Mogolların batıya
hareketinin başlangıcında, Talikan'da bulunan Cengiz Han'a barış istemiyle gizli
bir elçi heyeti gönderdiği biliniyor."
"Kuhistan Nizari İsmailileri Mogol istilasından etkilenmedi. Güçlerini, gelişim
ve özgür yönetimlerini (saltanatlarını) sürdürdüler. Aralarına katılmış olan
sığınmacılarla herşeylerini paylaştılar. Doğrusu, Kuhistan Nizarilerinin bilgin
önderi Şihabeddin (Shihab-al Din) bu mültecilere öylesine iyi ve cömert davrandı
ki, bu Nizari bölgesinden Alamut'a şikayetler oldu; hazinenin kaynakları
üzerinde olumsuz etkilenmelerden yakınılıyordu. Alamut'tan onun yerine atanmış
olan yeni muhtashim (Kuhistan Nizari önderlerine verilen genel ad) Shams al-Din
(Şemseddin) de mültecilerde eşit derecede saygı ve hayranlık uyandırdı. Bu
olayları ve Kuhistan'daki Nizarilerin o zamanki durumunun ayrıntılarını,
Minhac-i Sirac adıyla tanınan, 1224-1226 arasında üç kez Kuhistan'ı ziyaret
etmiş bulunan Sünni kadı Minhac al-Din Osman bin Sirac al-Din al Cuzcani
anlatmaktadır. Cuzcani, hem yüksek övgüler yaptığı Şihabeddin'i hem de
Şemseddini'i tanımış. Hatta Şemseddin ile Sistan adına diplomatik görüşmeler
yapmıştı."
"Şemseddin'in Kuhistan'a gelişi Nizarilerle, Sistanlı komşuları arasında
yeni çatışmaların patladığı dönem rastlar. Sistan Emiri Yamin al-Din Bahramşah,
daha önce Hasan III ile iki kez çatışmaya girmişti. Moğollar Sistan'ı istila
ettiyse de fazla kalmadan batıya doğru ilerlediler. Yeniden tehditler ve
karışıklıklar başladı Sistan'da. Güçlü bir askeri kumandan olan Şemseddin Nizari
güçlerin başına geçerek, Sistan Emiri Binaltıgin'i 1226 yılında kesin bir
yenilgiye uğrattı... Kuhistan'daki Nizari topluluğu bölgesel işler ve olaylarda
Alamut'tan bağımsız davranma siyaseti izliyordu; böylece diğer bölgelerle
ticaret yolları geliştirdi, bu da ekonomisinin yükselmesine büyük yardımcı oldu."
(F.Daftary, İsmailis, s.381,414; Juzjani, Tabaqat , vol 2, s.182-185 ve
186-188).
Hacı Bektaş ve Şemseddin Muhammed Tebrizi
Yukarıda söylediğimiz gibi Hacı Bektaş'ın aile çevresi ve yandaşları en geç 1221
yılı ortalarında, Kuhistan'daki İsmaili kalelerinden birine sığınmışlardı. Büyük
olasılıkla bu kale, Nizari valisinin oturduğu yerdi. 1221-1223 yılları arasında
tanınmış bilgin ve İsmaili ozanlarının övgü şiirleri yazığı Şihabeddin,
muhtashim (Kuhistan İsmaili valilerinin genel adı) idi. Bu İsmaili valisi,
İsmaililiğin kurucusu, büyük İmamı İsmail'in kardeşi Musa Kazım soyundan gelmiş
olan Hacı Bektaş ve ailesine saygıda kusur etmemiş, özel bir değer vermiş
olmalıdırlar. Hacı Bektaş'ın, 1224'te Alamut tarafından Kuhistan yöneticisi
olarak atanan genç Şemseddin Muhammed (el Tebrizi) ile kurduğu ilişki
yaşamlarının son dönemlerine kadar sürecektir.
Yaşamı tamamıyla aydınlanmamış ve (batıni İsmaili) inancının gerektirdiği sırrı
hâlâ koruyan Şemseddin Tebrizi'nin, Alamut İmamı Celaleddin Hasan III'ün
(1210-!221) oğlu olduğu ve İmam İsmail soyundan geldiği üzerinde kaynak ve
kayıtlar bulunmaktadır.(1) A. Gölpınarlı bu kaynaklardan birincisini göstermekle
birlikte, İsmaililerin büyük düşmanı tarihçi Cuveyni'nin "Nev Müsülman
Celaleddin Hasan'ın Alaaddin Muhammed'den başka oğlu yoktu" diye yazmış olmasını
geçerli görüyor, hiç bir kanıt göstermeden. (Aldülbaki Gölpınarlı, agy, s.50)
Şems'in, 12.yüzyılın son on yılının başlarında doğmuş olması olasıdır ve kendisi
Şemseddin Muhammed ya da Şemseddin Hasan gibi babasının adıyla çağrılmaktaydı.
Bağdad halifesiyle anlaşma yaparak şeriatı benimsemiş olduğu bilinen ve yeni
Müslüman Celaleddin Hasan'ın öldürülmesinin ardından 9 yaşında yerine geçirilen
Alaaddin Muhammed ile aynı anadan olmadıkları anlaşılıyor. Hasan III'ün ölümünde
(1221) parmağı bulunan başvezir ile Alaaddin Muhammed'in anasının anlaşması
sayesinde küçük kardeş Alamut tahtına oturtuluyor. Şemseddin Muhammed de böylece
dışlanmış olmalıdır.
Ancak üç yıl sonra onun Kuhistan bölge valisi olarak atandığını görüyoruz.
1224-1226 yılları, göçmen sorunları ve yıllardır süren Sistan savaşlarının
sonuçlandırılmasında gösterdiği başarılarla hem tanınıyor, hem de Alamut
yönetimi tarafından sık sık önemli görevlere atanıyor. 1227'den 1235'e kadar
Kuhistan valisinin, Nasiruddin Tusi'nin koruyucusu, Nasuriddin Abdurrahman bin
Mansur olduğunu görüyoruz. Bu yıllar Şemseddin'in Hindistan'da Multan, Pencap ve
Gucerat bölgelerinde İsmaili davasını yaydığı yıllardır. Buralarda daha sonra,
Multan'da mezarı bulunan Şemseddin Sebzvari Multani (Ö.1356) ile Şemseddin
Tebrizi'nin söylenceleri birbirine karışmış. Halk arasında daha çok Şemseddin
Tebrizi tanınmaktadır.
Öyle anlaşılıyor ki, Şemseddin Tebrizi hakkında bildiklerimizi bir daha gözden
geçirmemiz gerekecektir. Onun Kalenderi ve zaman zaman tacir kılığında dolaşıp
kendini saklamasını ve Makalat'ında "Ona niçin medreseye uğramadığını soranlara;
'ben sözlerin görünüşteki ya da açık görünen anlamları üzerinde tartışmaya
girmem. Kendi anlayışımla (batıni, iç anlamıyla) tartışsam bana gülerler, kafir
derler" demesini iyi anlamak gerekir.
Şemseddin üzerine geniş incelemeyi başka bir yazıya bırakarak, özetleyelim.
1242-43'lerde Diyar-ı Rum'da (Anadolu'da) İsmaili davasının görevlisi şef dai
olarak bulunan; ancak Mevlevi tarihçilerinin anlattıklarıyla tanıdığımız ve bir
yıl boyunca Konya'dan ayrıldığını, Mevlana'nın ağlayarak onu aradığını
bildiğimiz Şemseddin'in Alamut'a çağrıldığını görüyoruz:
Alaeddin Muhammed III, Abbasi halifesi al-Mutasım (1242-1258) diğer birçok İslam
liderleri tarafından ortak anlaşmayla düzenlenen bir elçilik heyetinin başına,
eski Kuhistan valisi ve şef dailerden Şehabeddin ve Şemseddin Muhammed (Tebrizi)
geçirilerek Moğol başkentine (Talikan) gönderildi. Bu heyet 1246 yılının
başlarına Mogol İmparatorluğunun başına geçen Göyük Han'ın tahta geçme
törenlerine katılmıştı. Moğol geneğine göre toplanan kurultaya 2000 kişi
bulunuyordu. Alamut önderi Alaeddin Muhammed III, bu heyetle Göyük Han'a babası
Celaleddin Hasan ile Mogollar arasında yapılan anlaşmayı anımsatan bir
memorandum gönderdi. Ancak Nizari elçileri Han tarafından hakarete uğrayıp
kovuldular. Memoranduma da ağır sözlerle karşılık verildi. Han, bu olayın hemen
arkasından sözlerini uygulamaya koydu ve Elgidey'i (Elçigiday) Moğol ordularının
başına geçirerek İran'a gönderdi. Hedef, İsmaililerin ve Bağdad halifelerinin
idaresindeki toprakların zaptı idi. Göyük'ün Nizariler'e karşı düşmanca planları
onun ölümünden (1248) sonra halefleri tarafından sürdürüldü. (F.Daftary, agy,
s.418; V.V. Barthold, Hz. Hakkı Dursun Yıldız, Mogol İstilasına kadar Türkistan,
Ankara,1990,s.511-513)
Genç Hacı Bektaş'ın Şemseddin gibi birinin koruması altına girmiş olmasıyla,
batıni eğitimini bir devlet olarak örgütlenmiş Nizari İsmaililerden, Kuhistan ve
Alamut'ta almış olduğu bir gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor. Hacı Bektaş'ın
durumu, 1227'de Kuhistan baş dai'si Nasuriddin Abdurrahman'ın korumasına girmiş
büyük İsmaili bilgini Nasıruddin Tusi'nin (1202-1274) ilişkisine benzer
görülmektedir. Bu ilişki sayesinde, onun yaptığı gibi, Alamut kitaplığından ve
dai öğretmenlerden yararlanarak eğitimini tamamlamıştır. Konuşmakta olduğu
Türkçe ve Farsça'yı geliştirdiği gibi Arapçayı da öğrenmiştir. Üç dil ile
dava'yı sözlü ve yazılı yayacak dereceye yükselmişti. Olasıdır ki, Bizans
dilini, yani o dönemin Yunancasını da öğrenmişti.
Hacı Bektaş'ın Makalat'ında bilim ve akıl-usun tanımları, onsekiz bin alem;
büyük evren (makro kosmos) ve küçük evren (mikro kosmos=İnsan) ilişkisi, yani
evrenin tüm özellikleriyle insanda varoluşu, ("İnsan küçük bir alemdir; alemde
olan herşey, hatta artuğu insanda vardır") insan-evren-tanrı birliği; gökte
asılı yetmiş bin kandilin (yıldızın) her birinin birer dünya büyüklüğünde oluşu;
kabe insan gönlüdür ve insandan ulusu olmadığından Hac ibadetinin aşamalarının
insana hizmet olarak algılanması-anlamlandırılması (Örneğin: "Ve hem yoldan taş
arıtmak, Kabede arafatta taş atmaya benzer; sakinlikle yürümek, Arafata
varmaktır.", Makalat, s.75) vb. inanç ve anlayış, eğitimini yaptığı İsmaili
yapıtlarına dayanmaktadır.
Hacı Bektaş, Alamut kitaplığında tüm dai'lerin okuduğu Ummu'l kitab, Mansur
el-Yamani'nin Risalat el-alim ve'l Ghulam, İhvan-ı Safa Risaleleri, Nasır
Husrev'inkileri (Sefername ve diğerleri), Hasan Sabbah'ın Dört Faslı ve
Sergüzeşt'ini; 1164'de Büyük Kıyameti ilan etmiş Al-a Zikri Selam Hasan II'nin
oğlu Alaaddin Muhammed II (1210-1221) zamanında Kuhistanlı Abu İshak'ın kaleme
aldığı, İsmaililiğin yeniden düzenlenip açıklığa kavuşturulmuş ilke ve
buyruklarını içeren Haft bab-i Baba Sayyidina'yı; yola giriş ilke ve törenleri,
dereceleri açıklayan Tusi'nin Rawdat-ül Taslim vb. yapıtları okuyup yetişmiş bir
İsmaili dai'siydi...
Ayrıca İsmaili ordusu saflarında (fedayin birlikleriyle) savaşlara da girmiştir
Hacı Bektaş. Vilayetname'de, Ahmet Yesevi'nin onu sözde oğlu Kutbeddin
Haydar'ı kurtarmak için gönderdiği Bedehşan savaşına ilişkin keramet söylencesi,
gerçekte Şemseddin Tebrizi'nin 1226 yılında yönettiği ve zaferle
sonuçlandırdığı, Sünni Sistanlılarla yapılan savaştan başkası değildir. Hacı
Bektaş bu savaşlara 17-18 yaşlarında bir delikanlıyken katılmış olmalıdır.
Babasının amcası oğlu Seyyid Hasan ailesi ve bazı yandaşlarıyla Azerbaycan'da
Hoy kentine yerleştiklerinde, belki anneleri de ölmüş bulunan Hacı Bektaş ve
kardeşi birlikte Nizari İsmaili eğitim kamplarında eğitim ve öğretimlerini
sürdürüyorlardı. Hacı Bektaş, İsmaililer arasında 15 yıldan az kalmamıştır.
1230'lu yıllarda bir İsmaili dai'si olarak Dava misyonu yüklenip seyahatlara
çıkmıştır. Bu görevleri de, Alamut İmamı Alaeddin Muhammed III'ün (1221-1255)
onayıyla yüklenmiştir. Dai'ler listesinin çıkartılması ve görevlerin onaylanıp
icazet verilmesi, Fatımi İsmailileri zamanında gelenekselleşmiş-resmileşmişti.
Alamut kitaplık ve arşivlerinin 1256'da toptan yakılıp yok edilmesi dolayısıyla
ele geçmemiş olabilir.
Fatımiler döneminden bir örneği, bizi yakından ilgilendirmesi dolayısıyla
vermekte yarar var: 995 yılında, Rey kenti Mutazili (başkadısı) olan Abul Cabbar
Hamdani (936-1025), "Tathbit Dala' il Nubuwwat, s.180" kitabında
Kahire'yi ziyaret eden dai'ler listesinde Abul Vefa al-Daylami adı geçmektedir.
(1017 yılında öldüğü bilinen, Mineyikli soyağacına göre Zeyd soylu (annesi Kürt)
olan Abul Vefa da (İ.Kaygusuz, Alevilik...Tarihi ve Uluları I,
İstanbul-1995, s.52-54), Fatımi İsmaili dai'si olarak Irak'tan Azerbaycan'a
İsmaili davasını yayıyordu. Alamut dai listelerinde mutlaka adı vardı, ama
olasıdır ki babasının adlarından biri olan Seyyid Muhammed diye çağrılıyordu.
Dai, davet eden; İsmaili inancını yayan demektir. Dailer daisi (İmamın
vekili, hüccet), Du'i l-Kebir (büyük dailer) ve Du'i (sıradan dailer,
davetçiler) diye üç kısma ayrılıyordu. Hacı Bektaş büyük dailer sırasında yer
almış olmalıdır.
Batıni İsmaili Dai'si Hacı Bektaş Veli
Hacı Bektaş önce Hindistan'a gitmiş olabilir. Bu dava gezisi, Şemseddin
Tebrizi'nin Multan, Pencap ve Gucerat'ta İsmaililiği yaydığı döneme rastlar.
Onun Hindistan'ı gezmiş olabileceği, Vilayetname'deki Güvenç Abdal
söylencesinden anlaşılmaktadır. Söylencede Hacı Bektaş Veli, Güvenç Abdal'ı
Delhi'deki kuyumcu müridinden 1000 altın neziri (adağı) almaya göndermiştir.
Hacı Bektaş'ın Halep, Şam ve Necef'i dolaştığını; Mekke ve Medine'ye gittiğini
ve özellikle İmam Bakır'ın mezarının başında riyazata (benliği yoketme, nefis
eğitimi alıştırmaları, kendine çile çektirme) girdiğini, orada üç yıl hizmette
bulunduğunu Vilayetname'den okuyoruz.
Bu sonuncusu çok önemlidir: 5.İmam Muhammed Bakır ve oğlu İmam Cafer'in,
İsmaililiğin kurucuları olarak tanınan Abu'l Hattab ve Kaddah bin Maymun'a
batıni tevil bilgisi öğrettiklerine inanılır. Bu iki kişi, her iki İmamı kendi
dönemlerinde Tanrının yerdeki mazharı (görünümü, açınımı-epiphany) olarak
görmüştür. İmamların görünüşte onları reddettikleri, gerçekte ise sırrı faş
ettikleri, yani gizli inancı açığa çıkardıkları için çevrelerinden
uzaklaştırdıkları, İsmaili inanç tarihinin önemli olaylarındandır. Abbasi
yönetimi tarafından antropomorfist (insan biçimli tanrıya inanan) suçlamasıyla
katledilmiş olan bu kişiler, İmam İsmail ve oğlu Muhammed'in Hicab'ı (örtüsü,
perdesi) adıyla onları yetiştirenler olarak büyük saygı görürler. Olasıdır ki
Hacı Bektaş, Heterodoks İslamın (Aleviliğin) ilk yazılı kaynağı sayılan Abu'l
Hattab'ın Ummu'l Kitabı'nda İmam Bakır için anlatılanları mezarı
başında tekrar tekrar okudu; soyundan geldiği İmam Musa Kazım'ın dedesini can
gözüyle seyretti.
Yine Hacı Bektaş'ın Makalat'ında (s.81-82) "Adem Aleyhisselam Sıfatı Beyan
Eder" başlığını taşıyan bir bölüm vardır. Burada, Tanrının Adem'i topraktan
yaratması üzerine çok ilginç bir betimleme yapıyor. Yaşadığı zamanın (13.yüzyıl)
iyi tanınan yirmiden fazla ülke, kent ve bölge adlarını tek tek vererek, Adem'in
organlarının herbirinin, bunlardan birinin toprağından yaratıldığını söylemekte.
Çok büyük olasılıkla, tüm bu ülke, kent ve bölgeler, gezip gördüğü, kendi
ölçülerince değerlendirdiği yerlerdir. Üzerinde biraz düşünülünce, her organın
işlevinin, toprağından yapılmış olan kentin ya da ülkenin özelliklerini
gösterdiği anlaşılır. (Makalat'taki bu pasajı, yüzyıl sonra Fazlullah Hurufi (Ö.
1393-4) Cavidanname'sinde kullanmıştır.) Burada geçen coğrafi adlara bakılırsa,
Buhara'dan Mısır ve Kuzey Afrika'ya, Hindistan'dan Konstantiniye'ye (İstanbul)
uzanan kent ve ülkelerinin çoğunu yıllarca gezmiş olabileceği varsayılabilir.
Otuz yaşlarındaki genç İsmaili dai'si olarak batıni derviş Hacı Bektaş'ın son
durağı Rum diyarı, yani Anadolu olmuştur. Ancak onu Anadolu'ya gönderen Ahmet
Yesevi değil, Alamut İmamı Alaeddin Muhammed III (1221-1255) olmuştur.
Alamut'tan Horasanlı Baba İlyas'a yeni bilgiler getirmiş ve onun hizmetine
girmiştir. Aşık Paşaoğlu'nun söylemiyle "Bu Hacı Bektaş... kardeşiyle
Anadolu'ya gelmeye heves ettiler... O zamanda Baba İlyas gelmiş, Anadolu'da
oturur olmuştu. Meğer onu görmeğe gelmişler. Onun dahi hikayesi çoktur..."
Aşık Paşa gibi saray uşağı tarih ve menakib yazıcıları, "bu çok hikayeleri"
alabildiğine kısaltmış ve gerçeklikten uzaklaştırarak Baba İlyas'ın, Hacı
Bektaş'ınkileri değil, kendi hikayelerini aktarmışlar.
Hacı Bektaş'ın başından beri içinde ve stratejik katkılarda bulunduğu Baba İlyas
ve Baba İshak'ın yönettiği Babai Halk hareketinden Alamut'un habersiz olduğu
düşünülemez. Baba İlyas'ın dahi Dede Garkın'ın yerine geçirilmiş bölge baş
dai'si olması çok mümkündür. Suriye İsmaili kalelerinden yardım gelmiş olması da
doğaldır. Bu arada Selçuklu Sultanlarının Alamut'a her yıl belli miktarda vergi
verdiklerini İsmaili kaynaklarından öğreniyoruz. En büyük Selçuk Sultanının da
Alamut'a vergi vermiş olması düşündürücüdür :
"1227 yılında ise Suriye baş dai'si Mecdeddin Rum Selçuklu Sultanı Alaaddin
Keykubat'a ellçisini gönderip ondan Sultanlık tarafından Alamut'a her yıl
düzenli gönderilen 2000 Dinarı talep etti. Sultan bir süre onu oyaladı ve Alamut
yöneticisine (Alaaddin Muhammed III) (1221-1255) danıştı. Alamut İmamı, Suriye
şefinin talebini onaylayarak, verginin Suriye İsmaililerine verilmesini söyledi.
Bunun üzerine vergi Suriye İsmaili topluluğuna gönderildi." (Al Hamawi, al-
Tarikh-i al-Mansuri, s.340'dan aktaran Farhad Daftary, agy. s.420)
Babai hareketinin bağımsız olduğu kesindir. Çünkü yine, 12.yüzyılın ikinci
yarısında büyük Suriye baş dai'si Raşidüddin Sinan'ın (Ö.1193-1194), Alamut
İmamı Hasan II (Ö.1166) tarafından atanmış olmasına rağmen, Alamut'a yaptıkları
işler hakkında bilgi geçmenin ve karşılıklı ekonomik yardımlaşmanın dışında
bağımsız hareket ettiğini biliyoruz.
Baba İlyas'ın piri olan Dede Garkın'ın Abu'l Vefa yolağından olduğunu ve
dolayısıyla Baba İlyas ile Baba İshak'ın Abu'l Vefa'ya bağlı bulunduklarını
Osmanlı tarihçileri ve menakıbname yazarları da söylemektedirler. Yukarıda
değindiğimiz üzere Abu'l Vefa, Fatımi İsmaililerin 995 yılı listesinde Daylam
baş dai'si olarak geçiyor. Yaşamının son zamanlarında ise Irak'ta Bağdad baş
dai'si görevinde bulunmuş olup, Abu'l Vefa Bağdadi adıyla anılmaktadır. Baştan
beri verdiğimiz tüm bu tarihsel bilgi ve olaylar, Hacı Bektaş'ın ve Babai
ayaklanması önderlerinin batıni İsmaililerle ilişkileri bulunduğunu
göstermektedir. Unutmayalım ki, halk arasında Alamut önderleri "Baba Seyyidina"
diye çağrılıyordu.
Vilayetname'de Hacı Bektaş Veli'nin yaşamına ilişkin anlatılanlar,
yazarın halkın arasından ve başka menakıbnamelerden derlediklerinin, dönemin
yöneticisinin inançsal ve siyasal istekleri doğrultusunda kaleme almış
olduklarıdır. Dikkat edilirse Hacı Bektaş, Vilayetname'sinde
batıniliğinden - bir suçmuş gibi - aklanıp, sünnileştirilmiş. Keramet sahibi bir
velidir, yani Tanrı dostudur; ama en büyük kerametlerinden biri olan tek
danesini dökmeden darı çeçi üzerinde otururken bile ona namaz kıldırtılmıştır.
Ayrıca Vilayetname'ye sokulan bazı keramet ögeleri, çok daha önce yaşamış
veliler tarafından gösterilenlerin yinelenmesidir.
Örgütlü batıniliğin son temsilcileri Nizari İsmaililerin (1090-1256), Sünni
yönetimler tarafından İslam düşmanı, dinsiz, katil, her türlü kötülüğü yapmaya
hazır şeytan gibi görülmesi nedeniyle menakıbname yazarları "dai ve İsmaili"
adları kullanmaktan çekinmişlerdir. Oysa Vilayetname'de Hacı Bektaş'ı
ziyarete gelmiş olduklarından sözedilen Horasanlı Kalenderiler, İsmaililerden
başkası değildir.
Gerçek böyle iken, Hacı Bektaş Veli, Nizari İsmaililerle ilişkisi bir yana
içinden geldiği Babailerden bile uzaklaştırılmış ve hala Babai ayaklanmasına
katıldı-katılmadı tartışması yapılıyor. Onu Sünni göstermek için Nakşibendiler
Hacı Bektaş'a "amcazade" diyor ve onun batıliğini-Aleviliğini "iftira" kabul
ediyorlar.
Sonuç
Hacı Bektaş Veli'nin Makalat'ı karşılaştırmalı incelendiğinde, İsmaili
kitaplarındaki Tanrı inancı, din ve felsefe anlayışı, yola giriş kuralları aynen
bulunabilir. Bazılarının ise üstü örtülmüş, farklı adlarla verilmiş, takiyyeye
gerek duyulmuştur.
Hacı Bektaş'ın Selçuklu Prenslerinin çatışmalarında İzzeddin Keykavus'a destek
vermesi ve Bizans'a yakınlık duyması, Anadolu'da merkezi birliğin kurulması
amacı kadar, antik Ege Uygarlıklarının son mirasçısı olan ileri Bizans
uygarlığından yararlanma ve İslam-Hristiyanlık ayırımı yapmadan insanlığı
birleştirme hedefi taşır.
Hacı Bektaş Veli, 1256'da Alamut'un Moğollar tarafından yerle bir edilmesi
sonucu İsmaililerle ilişkisini kesmiş, ama batıni inancın doruğunda; zamanın
kurtarıcı imamı olarak ortaya çıkıp, Alamut İmamlarının temsil ettiği (Haft
bab-ı Baba Seyyidina'ya göre Alamut İmamı Ali'yi temsil ediyor, bütün
İsmaili inançlıların her biri de Salman'nın makamında bulunuyordu, yani birer
Salman idiler.) Ali'nin donuna bürünmüştür. Bunu pekçok Alevi-Bektaşi ozanı
işlemiştir. Biz Sadece Hasan Dede'den (Ö.1469) bir tek dörtlükle örnekleyelim:
"Yerlerin göklerin binasın düzen
Ak üstünde kara yazılar yazan
Engür şerbetini Kırklara ezen
Hünkar Hacı Bektaş Ali kendidir"
Son cümle olarak;Hacı Bektaş'ın Yeniçerilerin Piri yapılması ya da gösterilmesi,
Osmanlının tarihsel bir siyaset kurnazlığıdır.
------------------------------------
(1)Devletşah'a göre Şems, Celaleddin Nev-Müsülman'ın (Ö.1221) oğludur ve gizlice
Tebriz'de okumuştur. Krş. al-Shushtari,Majalis al-Muminin, Vol.2, s.110 ve A.
Semenov, Sheih Dzhelal-ud-Din-Rumi po predstavleniyam Shughnanskikh İsmailitov;
Orta Asya ve diğer bazı bölgelerin Nizarileri tarafından, kendileriyle ortak
inançta olduğu düşünülen, Mevlana Celaleddin üzerinde Şuğnan Nizarilerin
fikirlerinin analizi yapılıyor. F.Daftary, The Ismaili'is, s. 414, 695. İ.K.)
--------------------
Kaynak: http://www.alevibektasi.org/kaygusuz.htm
|