Nejat Birdoğan (Söyleşi)
Sayın Birdoğan, çok genel olarak halk kültürü, felsefesi, edebiyatı,
folkloruyla ilgilendiğinizi biliyoruz. Sizi bu alanlarda çalışmaya çeken
nedenler nelerdi?
― Benim büyüdüğüm dönemlerde medya dediğimiz yazılı sesli, görüntülü
yayın organları bugünkü gibi değildi. Ben Kars'ta doğdum, büyüdüm.
Şimdiki radyoyu liseyi bitirdiğim zamanlar gördüm. Daha önce radyonun
varlığını biliyordum ama evimizde radyo yoktu. Bu durumda bir müzik
dalıyla, bir şiir dalıyla ya da halk dansının yerine koyabileceğimiz
bale sanat dalıyla yüksek öğrenime gidinceye kadar karşılaşmamıştım. Ya
ne görmüştüm? Bir kere yerli halk kültür ürünlerinin tümünü görmüştüm.
Halk ozanlarıyla içiçe yaşıyorduk. Babam orta derece şiirler yazan,
fakat çok engin belleği olan birisiydi. Evimize halk ozanları gelirdi.
Daha sonra taşındığımız Iğdır'daki evimizin iki odası "dokunulmaz
odalar" olarak halk ozanlarına ayrılmıştı. Halk ozanları gelip bizde
kalırlardı. Bu ozanlar kendi kültürel zenginliklerini de beraberlerinde
getirirlerdi. Gelen halk ozanları içinde Alevi olanlar kadar Sünni olan
halk ozanları da vardı. Onların dışında "usta malı" yani başkalarının
ürünlerini söyleyip çalanlar da vardı. Bunlara da yerel sanatçılar
dersek daha uygun düşmektedir. Uzun ramazan akşamları kış günlerini
Iğdır'da, Kars'ta; Kerem ile Aslı, Köroğlu Öykülerini, Seyfüzül Yezen
gibi İslam kökenli olayları Anadolu halk diliyle anlatmayı yeğleyen halk
ozanları uzun süre bizlerde kalırlardı. Emrah'ı bunun gibi birçok ozanın
yaşamını anlatırlardı, bu ozanlar.
Kimlerdi bu ozanlar? İçlerinde ünlü halk ozanları da var mıydı?
― Medrese kültürü almış, hikayeleri çok iyi bilen rahmetli Posoflu
Müdami, Sosgirtli Âşık Hünkar Hicrani (diğer adıyla Sosgirtli Memet)
Yine bir Alevi halk ozanı Dursun Cevlani gelirdi. Bunlardan daha genç
ozanlar, arkadaşlarım olanlar vardı. Âşık Deryani, Murat Çobanoğlu,
Şeref Taşlıovalar geliyordu. Ben de Alevi halk ozanları içinde
büyüyordum.
Çamşıhlı Köyü'nde Cemal Hoca (İsmail Cemal) vardı ki çok iyi din kültürü
almıştı. Nakşibendiliğe girmişti. Bunların tümünü gördüm. Adı sanı belki
şu anda aklıma gelmeyen birçok ozanın içinde büyüdüm. O yörenin
türkülerini dinleyerek büyüdük.
Kars'ın içinde yerli Karslılar vardı. Tipik Erzurum kültürünü yaşatanlar
vardı. Bunlar yerli Kars'ın yanı sıra Koskof göçmenlerinden Sünni
kökenli Terekemeler, Kara Papaklılardı. Sonra Kafkas kökenlilerden Şii
kökenli Azeriler vardı. Kars'ta Türkmen adıyla anılan, benim de içinde
bulunduğum Alevi kültürü vardı. Bunlar hep halk güzel sanatı dediğimiz
kültürlerin kapsamı içine giriyor. Sonra Kars'ta inkar edilmez ölçüde
Kürt kültürü vardı. Artı Kars'ta gelip yerleşmiş Karagalızlılar vardı,
Posof Aycara kültürü vardı. Bunlar Kars'ın, belki de Türkiye'nin en
büyük kültür mozaiğini oluşturan Kars'ın çiçekleriydi. Bu kültür içinde
büyüdüm. Babam da sürekli eski kültürlerden, ozanlardan bahsederdi. Bir
de Kars'ta ilginç bir gelenekten bahsetmek gerekiyor. Büyük oğullar
okula gider, en küçük oğul evde kalırdı. Ben de küçük oğul olduğum için
bu serüveni yaşadım. Babamın hiç yanından ayrılmadım. Ona bir parça
sevdalıydım. O da beni çok severdi. İkimiz de şiir yazmaya
yelteniyorduk. İkimiz de saz çalıyorduk. İşte ben bu kültür ile büyüdüm.
Ankara'da okurken hocam rahmetli Mustafa Nihat Öz bana halk kültüründe
ilerlememi öğütledi. Daha sonra ise Van Lisesi'ne atandığımda orada,
sevgili dost bir ağabeyle karşılaştım. Ali Saraçoğlu. Benim yüksek
öğrenimimin üzerine bir yüksek öğrenim daha ekledi. Ve ben belki halk
kültürünü Ali Saraçoğlu'nun Karakoyunlu kültürü içerisindeki varlığıyla
öğrendim
Ali Saraçoğlu'nun sizin üzerinizdeki düşünsel etkileri neler oldu?
― Ali Saraçoğlu, bana Anadolu Aleviliğinin apayrı birşey olmadığını
aslında eski Mani inancından gelen Budizmin Zerdüştlüğün, Gök Tanrı
Şaman kültürünün, Ön Asya geleneklerinin bir karması olduğunu, bu
bakımdan Karakoyunlu kültürünün belki Alevilikteki bir Oniki İmamlar
kültünü içermese de tipik bir Anadolu Kızılbaş kültürü olduğunu öğretti.
Ben de bunu sürekli geliştirdim. Bu arada ben divan edebiyatına da
yönelmiştim. Aruzla şiirler yazıyordum. Saraçoğlu'yla tanıştıktan sonra
Erçişli Emrah üzerinde yoğunlaştım. Erzincanlı Kurbani üzerine yöneldim.
Dede Kasım üzerine yöneldim. Safevi Kültürü'ne yönelerek bu kültürü de
iyice öğrendim. Daha sonra ise mesleki yaşamım için Anadolu'da sayısız
yöreyi gezdim. Mesleğimin ilk yıllarında elektirik yoktu. Öğretmen
olarak elimde kalem defter köy köy gittiğim şehirleri dolaşıp insanlarla
içli dışlı oldum. Yazılar kaleme aldım, şiirler yazdım, köylülerle
söyleşiler yaptım. İlk yazım ise 1958 yılında Türk Dili Dergisi'nde
yayınlandı. Yazım Erçişli Emrah üzerineydi. Bu yazıyı yayınlamama vesile
olan rahmetli folklorcu, Türk Folklor Araştırmaları Dergisi'nin
kurucusu, çok değerli halkbilim uzmanı Dizdaroğlu İsmet Bey'le
karşılaştım. Haşim Nezihi Okay'la karşılaştım. Bilindiği gibi Orhan Şaik
Gökyay halk tarzını çok iyi bilen birisiydi. Onunla da karşılaştım,
herbirinden çok şeyler öğrendim.
Zaten sayısız halk ozanıyla iç içe büyümüştünüz?
― Evet halk ozanları da benim hocalarım sayılırlar. Günlerce Müdami'ye
hizmet ettim. Sosgirtli Memet'e, Cemal Hoca'ya hizmet ettim. Kız
alıp-vermeden dolayı akraba olduğumuz, babamın dahi yüzünü görmediği
Kağızmanlı Hıfzı ailesine hizmet ettim. Onun şiirlerini ezberledim.
Böylece Türk halk edebiyatına da girmiş oldunuz?
― Evet. Daha sonra ise çeşitli tarzlardaki halk müziklerini, Azerbaycan
müziğindeki halk hikayeleri varyantlarını, Yerli Kars'ta, Azeri Kars'ta,
Terekeme Kars'taki halk müzik varyantlarının değişik olduğunu gördüm.
Kars'ta Ermeniler vardı. Balakanlar dediğimiz Beyaz Ruslar vardı.
Onların birtakım müziklerini gördüm. Özellikle Ermeni müziğiyle, Türk
halk müziği, Doğu Anadolu bölümünde sayısız benzerlikler saptadım. Halk
danslarının içerisine kendimde bir halk dansçısı olarak katıldım.
İstanbul Alibeyköy Lisesi Müdürlüğü'ne geldikten sonra da, 1968'de
Milliyet Halk Dansları yarışmasında tanıştığım hocaların da yardımıyla
her bir dans ekibinin oyunlarını ayrı ayrı inceledim. Sayısız
çalışmalardan sonra ise artık yaşlanarak emekli oldum.
Kültür Bakanlığı'ndaki Halk Bilgisi Genel Müdürlüğü görevini yürüttüm.
Ben oradan emekliyim. Orada da sayısız şeyler öğrendim. Anadolu
Alevilerinin tipik dedeleriyle zakirleriyle, ehl-i dilleriyle
karşılaştım. Her birinin dizinin dibinde kaldım. Kültür aldım onlardan.
Çok şey öğrendim. Bunları yazıya dökme gereğini duydum. Bugüne kadar
300'den fazla makalem yayınlandı. 3 tane kitabım çıktı. Kitaplarımdan
ilki rahmetli Âşık Beyhani üzerine bir monografidir. Daha sonda bir
yayınevi benden Türk halk müziği ile ilgili bir kitap istedi, geniş
oylumlu bir kitap hazırlayıp verdim. O da yayınlandı. Ondan sonra Farsça
bildiğim için, Farsça'dan Gülzar-ı Hasaneyn diye bir kitap çevirdim o da
yayınlandı. Daha sonra ise Anadolu Aleviliği ile ilgili kitaplarım
yayınlandı.
Halen, halkbiliminden sonsuz zevk alıyorum. halkbilimini dörtbaşı mamur
ortaya çıkarırsak, çok soğuk kanlı olarak, kökenine bakarsak, içeriğine
bakarsak karşılaştırmalı yöntem dediğimiz, en şaşmaz yöntemle bunu ele
alırsak, incelersek Anadolu'da karışık gördüğümüz çok şey
aydınlanacaktır. İnanç halk kültürüyle ekonomik kültür elele verdiğinde
Anadolu'daki bütün karşılıklı düşmanlıklar ortadan kalkacaktır. Buna
inanıyorum ve bunun içinde çalışıyorum, halkbiliminden müthiş zevk
alıyorum.
Anadolu uygarlığının, kültürünün zenginliğini görerek halkbilime
yöneldiğinizi söylediniz. Peki sizce Anadolu halk kültürünün bu kadar
zengin olmasının, bu denli renkli olmasının nedenleri nelerdir?
― Sevgili Ayhan, kültürü insan yaratır. Tek başına bir insanı bir dağın
başına koyduğunuzda ya da bir küme insanı bir dağın başına koyduğunuzda,
yalnız gıdasını sağlayın yatsınlar, kalksınlar tüm gereksinmelerini
sağlayın bunların kültürü yalın kalacaktır. Bir süre sonra bunların
içine farklı iklimlerden gelen insanlar karıştığında kültür
zenginleşmesi de başlayacaktır. Anadolu bu. Bizim kökenimiz, ceddimiz
Anadolu'ya gelmek üzere yola çıktıkları dönem, sanıldığı gibi 11. yüzyıl
değil. Bugün Türkmen Tahtacılarının önemli bir bölümünün Anadolu'ya
gelişlerinin 5.-6. yüzyıllarda olduğu tespit edilmiştir. Bunların o
zaman ki isimleri Oğuzlar değil de Saka Türkleriydi. Aynı zamanda
bunlara "Ağaç-Eri" de denilmekteydi. 11. yüzyılda Anadolu'ya gelen
Oğuzlar burada birtakım Türkler görmüşlerdi. Hacı Bektaş
Velayetnamesi'nde dahi Sulucakarahöyük'te önceden gelmiş Çepniler'den
söz edilmektedir ki Çepnilerin Anadolu'ya gelişleri 9. yüzyıldır. Yani
söylendiği gibi sadece Malazgirt Savaşı'ndan sonra Türklerin Anadolu'ya
gelmeleri değil daha önceden bir geliş de var. Hatta bunu Ermeni, İran
tarihlerini inceleyenler de somut olarak görebilmektedirler. Böylece
Anadolu'da büyük Türk göçlerinden önce de bir Türk kültürünün varlığı
belirgindir. Akın halinde Türkler Anadolu'ya geldiklerinde ise,
Anadolu'nun yarıdan çoğu Rum. Diğer yarısı ise Kürtler, Zazalar,
Ermeniler. Şimdi bunların hem dinsel kültürleri, hem yaşamsal-geleneksel
kültürleri ayrı. 10. yüzyıldan sonra ise akınlar halinde Oğuzların
gelişleri var, Anadolu'ya. Bu göçler 400 yıl sürmüştür. Peki nasıl
oluyor, bir göç 400 yıl sürer mi? Sürer. Bir yere geliyorlar sözgelişi
Hazar Denizi'nin güneyine, orda bir müddet kaldıktan sonra da farklı
yere. Mesela Harzemşahlar gibi. Bir ara bu Harzemler, Tevrat dinine yani
Museviliğe giriyorlar. Yahudi inancına giriyorlar. Bir dine girdiğinizde
o dinin kültürünü de siz mecburen alacaksınız. Ona da uymak zorunda
kalacaksınız. Şimdi başladımı bir kez Eski Oğuz kültürüyle bu kez Musevi
kültürü elele vermeye. Siz bunu Hazar'ın hemen güneyinde yapmışsınız.
Buralar eski Zerdüşt Mazda kültürlerini almış, Mitra kültürünü almış
yani Güneş kültünü almış. Yetmemiş bu Güneş kültünü reddeden bir Sasani
kültürüyle, diniyle karşılamış. Sasaniler çıkınca Mazdaları
kovalamışlar, Zerdüştleri kovalamışlar. Onların bir kısmı Doğu'ya
yönelmiş, bir kısmı Batı'ya kaçmış, Küçük Asya'ya gelmiş. Bütün
bunlardan bizim göçebe Oğuzlar 400 yıl boyunca etkilenmişler. Sonra da
Anadolu'ya gelmişler.
Anadolu'ya gelince de farklı kültür ve inançlarla karşılaşma yaşanıyor?
― Evet. Anadolu'nun doğu kısmı, Van Gölü Bölgesi olduğu gibi Kürt
kültürleriyle mesken. Ermeni kültürüyle mesken, yani dolu. MÖ 2.
yüzyılda, Aydın-Manisa yöresinden kalkan bir Yunanlı komutan Eski İran'a
yardıma gidiyor. Orada bu komutan ölünce bu kez giden Yunanlı askerler,
başıboş bir şekilde geri dönüyorlar. O sıra bir
araştırmacı-yazman-katip, bu askerleri derleyip toplayarak Anadolu'dan
Trabzon civarına geliyor. Oradan deniz yoluyla tekrar kendi memleketine
gidiyor. Bu adamın adı Kisanafon. Bir kitap yazıyor bu seyahatları
esnasında, Kitabın Yunanca adı "Anabasis" Türkçe'ye "Yüksek Yerlerde
Seyahat" başka bir isimle de "Doğum Günleri Dönüşü" diye çevrilebilir.
Burada işte Boftan Suyu, Van Gölü civarında Karduklardan ve burada
Armenya ülkesinden söz edilmektedir. Demek ki MÖ 2. yüzyılda burada
Kürtler var. Buranın adı da Armenya. Bu isimle Ermeniler arasında da bir
bağlantı olduğu söylenmektedir.
Türklerin Anadolu'ya gelmelerinden önce karşılaştıkları başlıca dinler
ve kültürler hangileriydi acaba, sayın Birdoğan?
― Horasan'da kardeş kavgasından, kuraklıktan, Moğol korkusundan kalkan
göçebe Oğuzlar, yürüye yürüye gelirken kendi Gök Tanrı kültlerini
getiriyorlar. Şaman inançlarını, kültlerini getirirken, Zerdüşt diniyle,
Mazda diniyle karşılaşıyorlar. Horasan'da zaten 50 yıl kadar kalıyorlar.
Aslında bizim yerimiz o ünlü ormanlar, Altay Bölgesi'dir. Orada iken
güneydeki Hindistan Budist dinleriyle, daha çok Brahmanizm diniyle
ilişki kurmuşlardır. Bir ara 9. yüzyıl Türk dünyasının bir kolu olan
Uygurlar, resmen Budist dinine girmişler. Size ilginç bir şey de
söyleyeyim 14. yüzyıl Kayseri civarında kurulan Ertane Beyliği'nin Beyi
Budisttir. Budizmin büyük etkisinde kalmışız. Sonra Zerdüştliğin, Mazda
kültürünün etkisinden kalmışız. İran'a gelirken bu sefer Hıristiyan
misyonerleriyle karşılaşmışız. Nasturi Hıristiyanlarının etkisinde
kalmışız. Derken güneyde türeyen yeni bir din, Müslümanlığın kimi
misyonerleriyle alış-veriş etmişiz. İşte tüm bu karşılaşmalar bir
mozaiktir. Bu mozaiğin içinde yitip gitmemek için çeşitli çareler
aramışız.
MS 3. yüzyılda bir söylentiye göre Mardinli bir söylentiye göre
Bağdat'ın hemen kuzeyinde prens hanedanından gelen Manes ya da Mani
adında birisi de çok farklı inanç ve kültürlerin karmaşası karşısında
birleştirici misyonuyla birçok inanç ve kültürün özümsenmesinden doğan
yeni bir yapılanmaya gitmiş. Bütün dinlerin nüvesi olan Asya dinlerini
ele almış, Asya dinleri ki bir adı da Arî dinlerdir, bunun içinde
İran'da olan dinlerin tarihi sıraya göre Mitra dini, Zerdüşt dini,
onların da üçüncü perdesi olan Mazdek dini (Kamucu din). Sonra bizim
Türkmen Oğuzların Gök Tanrı Şaman dini sonra Hindistan dinleri. Bunlar
da tarihsel sıraya göre Veda dini, bunun ikinci evrimi olan Brahman,
onun da üçüncü evrimi olan ünlü Budist dini. (Özellikle Budist dini
bugün dahi Dünya'nın en saygın dinidir. Dünya'da her 5 kişiden ikisi
Budist dinindendir.) Mani dediğimiz kişi bu dinleri almış, sonra buna
Suriye Bölgesi'ndeki biraz reddiyeci, Nasturi Hıritiyanlığını eklemiş ve
bu dört dini bir potada eritmiş, kendini de peygamber ilan ederek buna
Mani dini adını vermiştir. Mani dini en fazla Farslar ve o yörede en
fazla kalmış olan bizim cedlerinizi etkilemiştir. Mani dini İslam
çevresine girdiğinde müthiş koğuşturmalara, izlemelere uğruyor. Mani
dininde olanlar bir ara kendilerini kurtarmak için bir süre İslam
giysisi giyiyorlar. Ama gönüllerindeki ve beyinlerindeki Mani dinini her
zaman yaşatıyorlar. "Asıl Müslüman biziz", "asıl Kur'an bizimdir" gibi
bir sürü sözle kendilerini koruyorlar ama, Mani dini ileri gelen
yazarları çizerleri tümüyle, zindanlarda sürünüyorlar ya da işkenceye
tabi tutuluyorlar. Sonra kendilerini kurtarmak isteyen Maniler,
"Kur'an-a bağlıyız ama, Kur'an-ın anlamı ile sizin bildiğiniz anlam
değildir, bir de iç anlamı vardır" diye kendilerine bir savunma zırhı ve
kalkanı seçmişlerdir. "Bir de iç anlamı gizli anlamı vardır. "Batini
anlam deniliyor" demişlerdir. İşte, Anadolu Alevilerinin kökleri de bu
Batinilerdir. Sonra da Batinilerin bazı misyonerleri yani din yayıcıları
gittikleri her yerde kendi adamları olsun, kendilerine adam kazanmak
için kendilerinden olmayanlar olsun, bazı şeyleri aşılama yoluna
gidiyorlar.
Mani dininin en temel özellikleri nelerdir?
― Mani din adamlara, bir lokma, bir hırka, ellerinde bir asa, bastonla
yürüye yürüye, dört iklim dolaşıyorlar. Bunlara gezgin anlamında
"derviş" deniliyor. Bu dervişler daha sonra kendi büyüklerinin adıyla üç
bölüme ayrılacaklardır. Bir kısmına Kalenderi, bir kısmına Hayderi bir
kısmına da Abdallar denilecektir. Bunlar din adamlarıdır. Mani dinine
göre din adamları et yemezler, evlenemezler, din adamlarının
ağızlarından kötü söz çıkmaz. Din adamları şehvet duygusuna
kapılamazlar. Bunlar karşı cinsten birisine kötü düşünceyle bakmazlar.
Elleriyle de haram bir şeyi alamazlar. Bunu bugün Anadolu Aleviliğinde
"eline-beline-diline hakim olma" olarak aynen görmekteyiz. Mani din
adamları sakallarını kesip bıyıklarını uzatacaklardır. Mani dininde din
adamlığı babadan oğula geçer. Baba ölünce onun yerine büyük oğlu ya da
en yetenekli oğlu onun yerine geçer. Bugün Anadolu Aleviliğindeki
dedeliğin babadan oğla geçmesi sanıldığı ve söylendiği gibi Peygamber
soyundan geleneğinden değil de, Mani'den gelmedir. Çünkü İslam dininde
babadan oğla geçen din adamlığı yoktur. Halifelik olgusu da yalnız
Kureyş Hanedanı'na verilmiştir. Ama babadan oğula geçme diye bir dinsel
motif yoktur, İslamiyette.
Peki Mani dinindeki babadan oğula geçme olayı nereden gelmiş olabilir?
― Eski Şamanlıkta da böyle bir sistemi görmekteyiz. Şamanlarda bu
şekilde ayrı bir sınıf olan Şaman din Adamlarına "Moğanlar" deniyor.
Ondan sonra da bu "Mo" Adamlığı, Mo Din Adamlığı sözcük olarak
Zerdüştlere geçiyor. Anadolu'da hatta bizim divan edebiyatımızda bile
18. yüyılda bile bu Mugan sözcüğü geçmektedir. İçki içip, meyhane
çalıştıran kişilere ve müzik okuyan kişilere "Pir Mugan" denmektedir.
Buradaki Mugan'ın bir anlamı din adamıysa bir anlamı da ateşin etrafında
dönen pervane dediğimiz küçük kelebeklerdir ki, bu da Zerdüşt inancından
gelmektedir. Fakat son incelemeler de bu "Mu" sözcüğünün Zerdüştlere de
Şamanlardan geçtiğini göstermektedir. Bugün Anadolu'da "Muanlık,
Muganlık" sözcük olarak kalmadı, ama gelenek olduğu gibi yaşamaktadır.
İşte dervişlerin dönüp durması, Cumhuriyet'ten öncesine kadar ocakla
dedelerin yanlarına Kamberler alarak, dönmeleri buraya dayanır. Bizler
dedelerin kamberi olarak Hz. Ali'nin kölesinin adı rastlantı olarak
Kamber diyoruz ama, bunlar eski Şaman Kültürü'ndeki "Kambaar" olarak
geçen deyimin ta kendisidir. Yani Şamanlıkla bunun arasında büyük
benzerlikler vardır. İşte, bütün bu kültürler ve inançlar toplana
toplana Anadolu Aleviliğinin özünü oluşturmuşlardır. Fakat günümüzde
Anadolu Alevilerini Kur'an'ın esas sahipleri, İslamın esas sahipleri
olarak göstermek istiyorlar, ama böyle birşey yok ortada. Alevilik,
İslama kadar olan eski Türk, Kürt, Zaza hatta Hatay yöresindeki
Arapların eski dinlerinin bir karmasıdır.
Anadolu Aleviliğinin Şamanizm, eski Türk inançları, Gök Tanrı inancı,
Zerdüştlik, Budizm, Maniheizm, İslamlık gibi sayısız din inanç ve kültür
ve uygarlıklarının derin etkisiyle gelişip ortaya çıktığını görüyoruz.
Peki bize tüm bunların Aleviliği etkileme boyutundan bahseder misiniz?
Yani hangi inanç ve kültürlerin hangi motifleri, bölümleri Aleviliğin
hangi inanç ve kültür uygulamalarını ne kadar etkilemiştir? Somut
örnekler verebilir misiniz?
― Aleviliği etkileyen inançları sayarken, İslamdan bahsettiniz. Ben buna
karşıyım. Buna katılmıyorum. Öbürlerinin rolü vardır, fakat İslamın rolü
yoktur. İslamın Alevileri kırımı ve Alevilerin de İslama bir tepkileri
vardır. Bir Şiilik olayı. Bir Ali kültü olayı. Bir Oniki İmam Olayı,
belki bizi böyle bir düşünceye doğru götürür ama, işin özüne
baktığımızda olayın hiçte böyle olmadığını anlarız. Peygamber'in amcası
oğlu olan ve 661'de öldürülen Hz. Ali ile Anadolu Alevilerinin Ali'sinin
düşünce olarak da biçim olarak da davranış olarak da pek ilgileri
yoktur. Ancak biraz önce söylediğim gibi ölümden kurtulmak için,
baskıdan, işkenceden kurtulmak için "asıl Müslüman biziz" diyerek yasak
savma olayında ister istemez İslamın tutucu bağnaz kişilerinden ise Ali
gibi ilk anında yoksuldan yana olan birisine bağlanmak bizim işimize
gelmiş doğrusu.
Oniki İmam kültünü ise çok çok sonra 15. yüzyıldan sonra 17. yüzyıllarda
Şah İsmail'le biten ve onun torunları olan Şah Abbaslar'ın sonuncusuna
kadar yürüyen İran coğrafyasında kurulan Türk ve Fars karmasından oluşan
devletin bizlere aramağanıdır. Bütün olarak bakıldığında Hz. Ali'den
başlayıp Mehdi'de biten bu oniki kişinin, imamın olayında sözünü
ettiğimiz imamların tümü de şekilleri İslama olduğu gibi bağlı, bir
başka tanımla 5 vakit namazlarını kılan, üç ay oruçlarını tutan,
fitresini, zekatını veren orucuna bağlı, Kâbe'ye bağlı, meleklere bağlı,
kişilerdir. Bunların bir kısmı Kâbe'de doğmuştur ve orda yatmaktadırlar.
Bunların inançsal telakkilerinde ayrılmayacak derecede Kur'an'a
bağlılıkları var. Anadolu Alevilerinin Kur'an'la bir ilgileri yoktur.
Anadolu Alevilerinde kendini "Hakk" Allah sayan bir zihniyetin
Peygamber'e bağlılığı, meleğe bağlılığını düşünemezsiniz. Çünkü kendini
Allah yerine koymuştur. Bir başka tanımla yine Anadolu Alevileri de var
olan Hz. Ali'yi Peygamber'den birkaç yerde üstün bulmak olayı da İslama
karşı tepkilerdir. Ben o yüzden Aleviliğin İslamla bir ilgisi olduğu
kanısında değilim.
Efendim, şimdi bunu biraz daha açmanızı isteyeceğiz. Aleviliğin İslam
dışılılığı konusundaki fikrinize etken olan etmenler nelerdir? Şimdiye
kadar hemen herkesin savunduğu bir fikrin karşısında bir düşünce ileri
sürüyorsunuz. Bunun somut verilerini bize anlatabilir misiniz?
― Bunun için Anadolu Aleviliğinde var olan bir takım biçimlere bakmak
lazım. Cem olgusu İslamda yok. Dinsel ve kültürel olguları bize aktarıp
gelen iki kol vardır, genelde. Birisi inanma koludur, diğeri ise bilim
koludur. İnanma da kayıtsız şartsız itirazsız bir kabullenme vardır. Ama
bilimde kuşkuya kapılıp araştıracağız. Ne, niçin, nasıl bir birtakım
sorular soracaksınız. Hangi koşullar altında soruları soracağınız da
önemli. Bu soruları sorduğumuzda Anadolu Aleviliğinin inançsal, bir
başka tanımla imansal boyutu kalkıyor ortadan.
Cem olayı Anadolu'nun hemen her yöresinde, Bulgaristan'da, Urmiye
Kıyısı'ndaki İran'da, birçok yörede cem törenleri var. Ama İslamiyette
cem yoktur. Cami içindeki koşullarla cem içindeki koşullar kesinlikle
birbirine benzememektedir. Camiden çıkanlar kimi insanları
yakmaktadırlar ama cemden çıkan insanların yüzyıllarca incelenirse
kimseyi yakmadıkları görülecektir.
Bu cem ayinlerinin kökenleri nereye dayanıyor öyleyse?
― Cem törenlerinin dışında bir de cem adında eski İran Zerdüşt dininde
bir isim var. Sonra Sanilere de geçmiştir bu olgu. Çemşid adıyla
kullanılıyor. Hatta Şehnâme'de de vardır. Bu Cemşid, İran'ın şarap
ilahıdır. Acaba bunun adı burada kullanılmış olamaz mı diye sorarsanız,
benim de aklımdan geçen bu. Yani toplama anlamındaki cemden çok İran
hükümdarı olan, efsanevi destansı hükümdarlardan olan "Cem" burada
çıkmaktadır. Şimdi bu cemlerde Osmanlı İmp. koğuşturmalarından
anladığımız kadarıyla, belgelerde yazılı olarak geçtiği gibi, Tokat'ta
ve Sivas'ta içki içiliyormuş. Bizde dedelere verilen soyağaçları
1232'den sonra başladığına göre, 1232'den bu yana ocaklarımıza Anadolu
Alevilerini, Kızılbaş Alevileri yöneten dedelerin, "Biz İslamsak içkiyi
yasaklayın" diyen bir anlayışı da vardır, Anadolu Aleviliğinde. Yalnız
köy Alevileri değil, köy Bektaşileri de vardır. Köy Bektaşilerinin
tümünde içki içilmektedir. Alevilerin bir kısmında cemlerde hâlâ içki
içilmektedir. İçki içilmeyen cemlerde ise "Dem Geldi Semahı" vardır.
"Güzel şahtan bize bir dolu geldi / Bir sen iç sevdiğim bir de Cem'e ver
/ Hünkâr Hacı Bektaş Veli'den geldi / Bir sen iç sevdiğim bir de Cem'e
ver" deniyor. Birçok örnek var yine "Dem Ali, Dem dem, dem..." gibi. Eee
bu dem, şarap demektir.
Araştırıyoruz, bakıyoruz. Bu 22 milyonluk topluluğa bu dem nereden
geldi. Kökeni oluşturan Şaman, kökeni oluşturan Zerdüşt, kökeni
oluşturan Brahman yahut Budist dinlerinin tümünün dinsel törenlerinde
içki var. Şaman kültüründe bu içkinin adı "araki", ya da kımız. Zerdüşt
kültüründe Elburz Dağları'nda bittiği var sayılan, "Haomaş" ya da "Ha
oma" şarabı var. Şarap içki demek. Çok ilginçtir, Haomadaki h'yi
kaldırırsanız, "saoma" denilen ağaçtan yapılan içki de Hindistan'da
Budist ibadetlerinde içiliyor. Budistler'eki kavramlarla, Zerdüştlerdeki
birçok kavram birbirine son derece benzemektedir. Şimdi baktığımızda
birbirine benzer özellikleri hemen görebiliyoruz. Zerdüştlerde yakılan
kocaman bir ateşin etrafında; Gök Türklerde, yani Oğuzlarda Şamanlarda
yine kutsal bir suyun başında; ya da kutsal bir ağacın altında;
Budistlerde yine ormanlarda "Sagi" denen ağacın altında veya suyun
kenarında kadınlı-erkekli mutlaka daire ile çevrili bir alanda, bir
arada kutsal ilahiler okuyarak bu içki içilmektedir.
Bugün Anadolu Alevilerinde kadın-erkek eşitliği başta cemlerde her yerde
vardır. Hem köy Bektaşilerinin cemlerinde kadınlar da içki içerler. Ve
de bu içki, İslam kisvesi giyildiğinde, Cennet'teki kutsal içkidir. Bu
içki Güzel Şah'tan yani, Hz. Ali'den gelmiştir. İşte yine burada da bir
İslam kisve var. Bu da Hz. Ali oluyor.
İslamdaki Ali'yle Anadolu Alevilerinin Ali'sinin farklı olduğunu
söylemiştiniz. Anadolu Alevilerinde Ali kimdir öyleyse?
― Bu soruya daha ilerde de yanıt vereceğim. Prof. Cahit Tanyol hocamız
Hz. Ali'yi Eski Oğuzlardaki, Şamanlardaki Gök Tanrı'ya benzetiyor. Fakat
bu benzeyiş yadsınamayacak kadar olsa da Tanrı'nın insanda tecelli
etmesi olgusu geçmiş bize, Budizmden. Yani Budist tanrısı İslam ya da
Hıristiyan tanrısı değildir. Dünya'yı yaratan birisi değil. Budist
tanrısı dünya yaratıldıktan sonra gelip insanların içine girerek. (Ama
kimin içine girdiği belli değil) ona yön vererek, dünyayı güzeleştiren
Tanrı'dır. Erdem Tanrı'sıdır. Budist tanrısının bir kişinin içine girip
de insanların içinde olması Anadolu Aleviliğine Hûlûl ya da "Sudür"
Kuramı olarak geçmiştir. Sudür, Anadolu Aleviliği'nde, Tanrı'nın insan
içine girip yerleşmesidir. Tarihsel süreç içerisinde Anadolu Alevileri
bir kişiyi, "evet tanrısallık bu adamdadır" diye bulmuşlardır kime
indiği belli olmayan bir tanrısallıktır bu. Bu bakımdan o dönemin
inancına göre toplumda olan herkes etrafındakine Tanrı'dır diye bakmak
zorundadır. Biz buna "beden birliği" diyoruz. "Vahdet-i Vücut". Yani
Tanrı, kendi güzelliğini görmek ister, ve bunun için de yaratır. Anadolu
Aleviliğinde bu iş "Küntü Kenzen Mahfiyya" diye geçer. Yani "Ben gizli
bir hazineydim istedim ki bilineyim" demektir. Yöremizde gördüğümüz
herşeyi yarattı. Öteden beri Batiniler yani İsmaililer, ki bu da İslam
çerçevesi içinde kaçamaklar yaptığımız adlardır. Dünya yaratılışını 4
öğeye bölerler. 1) Canlılar bölümü 2) Bitkiler Bölümü, 3) Hayvanlar
Bölümü, 4) İnsanların ortaya çıktığı bölümdür.
Bugün dahi Anadolu Aleviliğindeki felsefede, tasavvuf diyoruz biz buna,
her şey Tanrı'dan bir parçadır. Bu bize eski Budizmden geçmedir. Yani
Tanrı insana geldi ve orada kendine yer edindi. Anadolu Aleviliğinde de
buna "Hulül" diyoruz. Yine bu Zerdüştliğe, Gök Tanrı inancından
geçmedir. Çok net görüldüğü gibi Arî, dediğimiz Asya dinleri sürekli
birbirlerini etkiliyorlar. Birbirleriyle savaşmışlar. Birbirine
sığınmışlar bu dinler. Din adamları birbirleriyle ilişki kurmuşlar.
Sonra eski Budizm'de bir tanrısal ruh vardır. Bu ruh ölümsüzdür. Ama
beden ölümlüdür. Dolayısıyla beden bu ruhu taşımayacak duruma gelip
ortadan kalkınca, ölünce, (Anadolu Aleviliğinin de ölüm lafı yoktur,
Hakk'a yürüme vardır) ruh aslına döner. Aslı Tanrısıdır. Ve bir süre
sonra bu ruh yeni bir beden arıyarak oraya gider. Eğer Anadolu
Aleviliği'de çok genç bir ölüm varsa devri tamamlansın diye "devri asan"
diye de bir dua vardır. Bu ölümsüz olan ruh yalnız bir bedene bağlı
değil. Bedenden bedene geçiyor. Buna tenasüh, Türkçesi ruh göçü
diyebiliriz. Bu ruhun geçmesi Budizmden gelmektedir. Öyleyse ne diyoruz
şimdi, Tanrı'nın insan vücuduna girmesi "Hûlûl" ve Südur" olarak
Budizmden gelmedir. Diğeri yani ruhun bedenden göçmesi de yine Budizmden
gelmedir.
Siz diyorsunuz ki "Siz hem İslamdan geldik diyeceksiniz, hem de Ali
Allah'dır diyeceksiniz". Alevilerin Allah anlayışlarını siz nasıl
yorumluyorsunuz, yukardakiler ek olarak söyleyeceğiniz şeyler nelerdir?
― Sünnilikte Allah karşısında kul olan insan vardır. Böyle bir şey yok
Alevilikte. Allah ve Allah'ın gelip içine girdiği ikinci bir Allah
denilen bir insan topluluğu var.
Gafil kaldır gönlündeki gümanı
Bu mülkün sahibi Ali değil mi
Yaratmıştır onsekizbin alemi
Irızkını veren Ali değil mi
diyerek Ali'yi Allah yapan ve Ali'nin de Allah olduğundan hareketle
Aynayı tuttum yüzüme
Ali göründü gözüme
Nazar eyledim özüme
Ali göründü gözüme
ben de Ali'yim diyen, dolayısıyla ben de Allah'ım diyen insanların
olduğu bir topluluk. Bundan çıkarak "En-el Hak" diyenlerin, önderlerin
çıktığı bir topluluk. Yine bu yoldan çıkan bu yola başını, derisini,
canını veren Pir Sultanlar, Nesimiler, Hallacı Mansurlar. Alevi inancına
göre devlet gölge etmesin başka birşey istenmemektedir. Alevilere göre,
cennete cehenneme gidilmesine kimse karışmasın. Edebiyatçılar
Derneği'nin Sivas Kitabı'na da yazmıştım,
"Bugüne kadar yaşadığım toplumların en güzel şiirlerini ben yazdım. En
güzel sazlarını ben çaldım. Senden birşey istemiyorum, sen beni niye
yakıyorsun. Benim ölüm sana fayda vermez. Şimdiye kadar Pir Sultanlar
asıldı, Hallac'ın derisi yüzüldü. Ne kazandınız, kazanacaksınız.
İnsanlar isterse güvercine bile tapabilirler, devlet buna karışmasın,
devlet Alevi'nin inancına karışmasın."
Alevi tarihi biraz da zor bir tarih değil mi?
― Birgün çocukken anneme sormuştum, "biz niye Aleviyiz ya" diye.
Anacığım da, "Hz. Ali Efendimizin hakkını vermediler, götürdüler, Ebu
Bekir'e verdiler, o yüzden biz Aleviyiz" dedi. Ben de biraz takılmak
için, "Peki ana o hakkı Ali'ye verseydiler, semahı Ebu Bekir mi
dönecekti"? Annem şaşırdı. Başka dedim. "Fatma Anamız Fedek
Hurmalığı'ndaki hakkını vermediler", Ben de, "Verseydiler Muharrem
Orucu'nu tutmayacak mıydık" dedim. Sonra, "Hz. Hüseyin'i öldürdüler",
"Hüseyin de Yezid'i öldürseydi. Allah insanda tecessüm eder, tecelli
dediğimiz olay, bunu Yezid taraftarları mı yapacaktı", bu soruları
duyunca annem şaşırdı. Bunlarla sık sık karşılaşırız. Alevilik tümden
ateizm değil elbette. Bence Alevilik bambaşka bir dindir. "Alevilik
kolay zannetme âşık" diye bir şiir vardır. Çok zor bir olaydır,
Alevilik. Tarih ve inançların derinlikleri çok fazladır.
MÖ 4000 yıllarında Hindistan'da çangıllarda oturan Brahmanlar ki,
İbrahim dini, Brahmanizmden gelmektedir. Brahmanlar Allah'ın insanda
tecelli ettiğine inanmışlardı. MS 1103. yıllında din adamlarının verdiği
fetvalarla öldürülen bir Kürt bilgini var, Şahabettin Suhreverdi. Bu
genç adamın öldürülmesi için fetva vermişler. Niye? O demiş ki, "Güneş
olmasaydı insanlık olmazdı." Güneş Budizmin öğretisi. "Güneşi kaldırın
hiçbirşey olmaz" demiş. Bunu kitap olarak yazmış. Sonunda öldürülmüş.
Nazım, Kurtuluş Savaşı Destanı'nı yazarken, "Ben ne Allah diyorum, ne
tabiat", derken yanındaki adam da Nazım'ı kızdırmak için "Ben Allah
diyorum, siz tabiat deyin" demiş. Muhakkak Alevilikte de var ama bu
İslam Allah'ı değil. Alevinin Allah'ı, İslam Allah'ı değil. Alevilik
bambaşka bir dindir, bambaşka bir inançtır. Alevi ne diyor, "Ben
Küntü-Kenzü-Mafhu'yum buna inanıyorum. "Ben gizli bir hazineydim.
İstedim ki bilineyim." ve yarattı. Peki nasıl yarattı? İşte bu kez yorum
başlıyor. Herşeyi kendisine benzeyen bir biçimde yarattı. Yani bitki
ondan, balık ondan ve insan da ondan bir parçadır, diyor. "Yarattığı
zaman Arşı Ala'daydı. Arşta ruhlar dünyası vardır. İslamcı kalkıp yorum
yapıyor, ruhlar dünyası yaratıldığında Cenab-ı Halk dedi ki, "Ben sizin
Rabbiniz değil miyim?" "Kalü-bali" dediler, Taa Kalü-bali'den beri
sevdik seviştik" diye Pir Sultan'ın da bir şiiri vardır. Bu kez Alevi
kalkar şunu söyler, "Evet ben buna inanıyorum ama başka bir nur vardı
ya, Yer ile gök yokken bir nur vardı ya bu nur Hz. Ali idi.
Bu Hz. Ali olayı Alevileri İslamdan ayırır. Siz hem İslamdan
bahsedeceksiniz hem de Ali Allah'dır diyeceksiniz.
Alevilik içerisindeki kimi inanç kurumlarının da tümüyle İslam-dışı
unsurlar olduğunu savunuyorsunuz?
― Mesela musahiplik, tümüyle eski Budizmden Zerdüştlikten Aleviliğe
geçmiştir. Bu da aşama aşama birbirini izlemiştir. Yani çeşitli
uluslarda ve dinlerde gördüğümüz bu gelenek birbirine geçmesiyle
günümüze kadar gelmiştir. Buna "yol kardeşliği" denebilir. Ben savaşa
gittiğimde çoluk-çocuğumu en yakın arkadaşıma dostuma emanet edeceğim. O
da kendi ailesiyle beraber benim çocuklarıma ve eşime de bakacak. Burada
eşlerin bırakılmasına rağmen kesinlikle evlilik toplum kuralı olarak
yasaklanmıştır. İşte buradaki toplumsal yapıyı "yol kardeşliği"ni yani
musahipliği de tutup İslamiyete bağlıyorlar. Kur'an'da bir sureyle bunun
arasında bağlantı kurup bunu da İslamiyete bağlıyorlar. Sabe Suresi'nde
güya buna ilişkin bir yorum varmış. "Onlardan öncekilerle de
peygamberlerini yanılttılar. Bunların öbürlerine verdiklerinin onda
birine ermemişlerdir. Böyleyken öbürlerinin peygamberi terkedişlerinin
akibeti ne oldu. Rabbim de ki size sırrı Allah için ikişer ikişer, teker
teker karşıma, sonra dönüp arkanıza hiçbir memnunluk olmadığını iyi
düşünüp günlerinizi vaaz edin"! E be kardeşim musahiplikle bunun ne
alakası var, Allah aşkına. Varsa buyrun beraberce arayalım.
Namaz İslamiyete Zerdüşt dininden geçmedir. Sırat Köprüsü Zerdüştlerin
kutsal kitabı Zevasta'da aynen vardır. "Günahkarlar geldiğinde o köprü
daralacak, o günahkarlar düşecek. İyiler geldiğinde köprü genişleyecek
herkes geçecek" Buradan İslama bir geçiş olmuştur. İlk önce Tevrat'a
geçiyor, sonra Kur'an'a geçiyor.
Miraç Olayı'da aynen var. "Ahuramazda çıkan peygamber bir sabah dere
kenarında uyurken melekler (ferişteler) alırlar göğsünü yararlar,
kalbini çıkarır onu madeni bir kapta yıkayıp yerine koyarlar" Bunun
mantıklı bir yanı var mı? Hayır. Zaten din bir inançtır. İnanç ancak
aşkla olur. Fakat inançları da ancak bilimin ışığıyla araştırıp
inceleyebiliriz. Tüm inançlara sonsuz saygım var ama, bilimsel gerçekler
de mutlaka söylenmelidir. Dedelerin, zakirlerin aşkı olmasaydı Alevilik
yürümezdi. Elbette Aleviliğin İslamiyetle bir ilgisi yoktur. Cemlerdeki,
içki, Ali'nin Allah yapılmasını nasıl açıklayacaksınız? Mehmet Akif
Ersoy Kurtuluş Savaşı'na inanmadığı için Kahire'ye gitmişti. Atatürk Onu
Kur'an'ı Türkçe'ye çevirmekle görevlendirmişti. Para da vermişti bu iş
için. Kur'an ne Türkçe'ye çevrildi ne de verilen para geri geldi.
Buradaki sır da yeni açığa çıktı. Oysa ki Mehmet Akif'e Mekke'den bir
fetva geliyor, "Kur'an Türkçe dışında her dile çevrilebilir" diye. Şimdi
bakalım bunlarla Aleviliğin bir ilgisi olabilir mi?
Mehdi inancı da Alevilik için son derece önemli bir inançsal kurum. Siz
bunun da Hıristiyanlıktan Aleviliğe geçtiğini savunuyorsunuz?
― Mehdi inancı İslamiyetle bağdaşmaz. Bu Hıristiyanlıktan geçmedir.
Alevilikteki Mehdi inancı ise çok daha değişiktir. Pir Sultan'ın bir
şiiri var, "Mehdi Dedem gelse gerek / Münkirleri kırsa gerek" diye.
Mehdi kimi zaman Mehdi olmaktan çıkan Hz. Ali'dir. İslam inancında bir
yerde toplum bozulduğu da Mehdi gelecektir, Deccal'le boğuşacaktır ve
kıyamet kopacaktır. Aleviler bunun bir kısmına inanır diğerine
inanmazlar. Aleviler kıyamete inanmazlar. Aleviye göre kıyamet
kopmayacaktır, ancak dünya düzelecektir. Dünya'nın düzenlenmesini
gerçekleştirecek olan Mehdi çok değişik kılıklarda gelebilir çünkü,
dünyayı her insan topluluğu bozabilir. Eğer dünya bozulursa, Mehdi
karaderili kılığında gelecektir. Eğer Kızılderililer tarafından dünya
bozulursa Mehdi kızılderili olarak dünyaya gelecektir. Yani Mehdi
inançları da çok farklıdır Alevilerin.
Muharrem Orucu Hicret'in 2. yılına kadar yani 620 yılına kadar vardı.
Peygamber de Muharrem Orucu'nu 10 gün tutuyordu. 623 yılında Ramazan
Orucu inince, Musevilikten geçmektedir. Zerdüştlükte de buna benzer bir
oruç vardır. Bunun yanında Şaman "Yu Törenleri"nin benzeyen bir olayı da
tekrar yaşatmak için Kerbela Olayı'nı aldık. Hüseyin'i oralardan aldık
ama bizim çok eski kutsal tapınaklarınızın yerine koyduk. Hz. Ali'yi
aldık, "İnsan-ı Kamil" dediğimiz insanın yerine koyduk. Öldürmedik
onları. Onlar Hüseyin'e, Ali'ye katıldılar.
Hz. Ali ve Oniki İmamlardan biraz daha bahsedecektiniz?
― Hz. Ali, Muhammed'le aynı hanedendan. Amcaoğulları'dır. Hz. Ali beş
vakit namaz kılar, üç ay oruç tutar, zekatını verir, zaten Kâbe'de
doğmuştur. Yani Oniki İmamların Onikisi de böyledir. Zaten bu Oniki
İmamlar bize 15. yüzyılda geçmiştir. ondan önce yedi sayısı var. Yedi
İmam kavramı var. Yedi sayısının kutsallığı eski Sebiye dininin bize
kattığı birşeydir. Alevilerin o tarihteki isimleri Batınidir. Buralardan
Yedi İmamlık gelmiştir. İsmail İmam Cafer'in dip torunu. Babadan oğula
imamlık geçerken, İsmail İmamlığı kabul etmiyor. Zaten İsmail'in
imamlığı da fazla kabul görmüyor. Ama Türkler, Kürtler, İranlılar ruhun
ölmezliğine inandıkları için, "İsmail'den çok iyi imam olur" diyerek
onun imamlığında diretiyorlar. Öbürlerinin imdadına bir tutsak
yetişiyor. İsmail ise babasından önce ölüyor. Fakat yandaşları buna
inanmıyorlar. İsmail ölmez diyorlar. "O ölmedi beden değiştirdi"
diyorlar. Üç kere mezara inen Cafer Sadık, İsmail'in yüzünü açıp
gösteriyor. Fakat taraftarları İsmail'in öldüğüne yine de inanmıyorlar.
Onun sır olduğuna günün birinde tekrar geri döneceğine inanıyorlar. İşte
o İsmail taraftarları Alevilerin dedeleridir.
Oniki İmam ise tamamen Şah İsmail'den sonra Anadolu Aleviliği'ne geçen
bir kavram ve inanış biçimidir.
Alevilerin İslam-dışılılığı her zaman net olarak görülmektedir.
Aleviler meleklere inanmamaktadır. Kendini Allah sayan insan meleği ne
yapsın. Aleviler de kıyamete inanmak yok. Aleviler "Allah'dan geldik,
Allah'a döneceğiz" demektedirler. Çok uzağa gitmeyelim, Âşık Veysel'e
kulak verelim;
Göklerden süzüldüm tertemiz indim,
Yere indim, yerli renge boyandım.
Boz bulanık bir sel oldum, yürüdüm.
Kusur günah kirli renge boyandım.
Veysel yoktan geldim, yok olup geçtim,
Ben diyenler yalan gerçeği seçtim,
Bir buhar halinde göklere uçtum,
Kayboldum o sırlı renge boyandım.
Daha dün toprağa verdiğimiz Veysel Baba bunu söylüyor. Aleviler de
kıyamet yok.
Alevilikte cemlerde şiirler okunur. Kur'an'da onbir yerde şairler
lanetlenmiştir. Alevilikte Pir Sultan ulu bir ozandır, Onun adına bir
ocak vardır. Kul Himmet ulu bir ozandır, onun adına bir ocak vardır.
Derviş Mahmut ocağı vardır... Şairler baş köşededir Alevilikte. Aleviler
semah yaparlar cemlerde. Ebusuud Efendi'ye göreyse bunun cezası idamdır.
Anadolu Aleviliğinde Brahmanizmin somut etkilerinden bahsetmiştiniz.
Nedir bu etkiler?
― Brahmanizmden bize geçen şey, ozanların kutsallığıdır. Eski Brahman
dininde, ozanlar ayrı bir sınıftır. Onlar irticalen şiirler okurlar.
Onlar kutsaldırlar. İslamda ozan yoktur. Kur'an'da az önce de söylediğim
gibi onbir yerde şairler, ozanlar kötülenmektedir. Cemlerdeki içki
Asya'dan geliyor. Daha sayısız unsuru saymıştım, her birini saymaya
kalkarsak birçok kitap doldurabiliriz. Mesala bakın "ocağın kutsallığı"
önemlidir, Alevilikte. Bu da Zerdüşlükten gelmedir. Hatta Avesta'daki bu
kavram Roma'ya bile geçmiştir. Eski Romanlılarda ateş kutsaldır.
Avesta'daki sözcükten esinlenen bir de kelime vardır. Roma'da kullanılan
"Hestiye-a". Ateş Alevilikte kutsaldır. Ateşe su dökülmez. Ateşe
sırtınızı dönemezsiniz. Ateş, büyük bir ocakta sürekli yanar (onlara
ateşzadeler denir). O büyük ocaklardan küçük ocaklara ateş alınır.
Bugünkü uygulama ve gelenek, Anadolu Alevilerinde Horasan'dan gelen bu
çerağda, mumda, cem salonundaki diğer mumların yanması şekline
dönmüştür.
Şamanizmin somut etkisi var demiştiniz?
― Gök Tanrı kültünden Şamanizm'en bize birçok şey miras kalmıştır.
Sürekli adağımız yerine gelsin diye ağaçlara bez bağlamak. Dağ
tepelerine kutsal ruh vermek, saymak, dağlardan yardım istemek. (Benim
rahmetli anam biz hastalandık mı, Sarıkamış Kars yöresindeki Soğanlı
Dağları'ndan ya da Allahüekber Dağı'ndan; Iğdır'a gittiğimizde de Ağrı
Dağı'ndan yardım isterdi). Bugün dahi Tahtacı Türkmenleri "Ulu gaba
ağaçlar (ki onlar kutsal ağaçlar da dua ederler) garlı dağlar, oğlumun
garnının ağrısını iyi et" diye dua etmektedirler. Sonra suların çıktığı
yerlerin kutsallığı. Eski Şamanlıktaki inançlardandır. Biz buna "Yer-Su
kültü" diyoruz. Hayvanlara verilen kutsallıklar hep Şaman kültüründen
gelmektedir. Kutsal din adamlığının babadan oğla geçmesi, Aleviliğe
Şamanizmden, Zerdüşlükten geçmiştir. Ormanların iç kısımlarının
ağaçların kutsallığı, suların çıktıkları yerlerin kutsallığı, dağ
tepelerinin kutsallığı, Hacı Bektaş'taki Hırka Dağı Olayı. Abdal
Musa'daki Dul Dağı Olayı, hep eski Şaman inancının devamıdır. Cem olayı
Zerdüştlükte de var, Şamanlıkta da var. Budizmde de var.
Türklerin Anadolu'ya geldiklerinde Anadolu'daki inanç ve kültürlerin
onlara etkileri nelerdir?
― Bugün Dersim bölgesinde Kureyşan ocağının cemlerinde çok çarpıcı
şekilde eski Zerdüşt geleneklerini görmekteyiz. Aşure kaynayan kazana
dedenin kolunu sıyırarak sokması, elleriyle ateşten kor parçalarını alıp
ağızlarına alarak siyah kömür olarak çıkarmaları hep Zerdüşt kültürünün
etkileridir.
Anadolu'da özellikle Dersim'de, Pazarcık'ta Arap Alevilerinde yani
Nusayrilerde sabah erkenden güneşe eğilip dua edilir. Ayı görünce "ya
Fatma Ana" diyerek analarımızın, bacılarımızın, ablalarımızın,
kızlarımızın, hanımlarımızın yüzlerini sıvazlamaları eski Mitra yani
Zerdüşt inancının, Şaman inancının izleridir.
İslamda kulluk vardır. Alevilikte kulluk yoktur. Çünkü Alevi karşısında
oturan, cemde oturan kişiye secde etmektedir. Cemde kişi karşısındaki
insanın sosyal durumuna bakmaz onu olduğu gibi sever ve benimser.
Sormak istediğim daha birçok şey de var, fakat bu inanç mozaiği
karşısında zorunlu olarak hemen şu konuyu da öne çıkarmak istiyorum.
Aleviliğin sayısız din ve inancın kültürün etkisinde geliştiğine
değindik. Bir de millet, ulus problemiyle karşılaşıyoruz. Ülkemizde
özellikle son yıllarda aşırı milliyetçiliğin hortlatılmasıyla kavram
kargaşası daha yoğun yaşanır oldu. Yaratılmak istenen Türk-Kürt
karşıtlığından bahisle kafamı kurcalayan bir sorun karşısında
görüşlerinizi almak istiyorum. İşte diyorlar ki "Kürt'ten Alevi olmaz,
esas Aleviler Türk'tür" veya tam tersine Aleviliğin tamamen Kürtlükten,
Kürt inanç ve kültürlerinden çıkma, Türklükle bir ilgisi olmayan bir
inanç ve kültür mezhep" olduğu yolunda birçok görüş ortaya atılıyor, bu
konuyla ilişkin kitaplar da yazıldı / yazılıyor. Bu durumu siz nasıl
yorumluyorsunuz? Nedir bu "Türk-Kürt-Alevi" olma meselesinin altında
yatan gerçekler? Aleviliğin belli bir millet kökeninden gelmesi
yönündeki yaklaşımlara sizin tavrınız ve düşünceniz nedir?
― Somut bir örnek vermek gerekirse, ben Aleviliği yürüyen bir kültür
sarayına benzetiyorum (Böyle bir somutlama anlatmayı daha kolay
kılacaktır). Temeli bu sarayın çok uzaklarda, Anadolu halkının büyük bir
kısmını oluşturan Asya yaylalarında atılmış. Asya ormanları, bozkırları,
dağlarında atılmış. Anadolu'ya gelinceye kadar çeşitli yerlerde, çeşitli
büyük ustalarla karşılaşmış. Ustaların bir kesimi sarayın duvarlarını
örmüş, bir kısmı çatısını örmüş bir kısmı mobilyalarını yapmış, bir
kısmı camlarını takmış, bahçesini yapmış, saray görkemli bir şekilde
Anadolu'ya gelmiş. Sonra sarayı izlemeye çıkmışız. Düşünelim, onbinlerce
kişi sarayın etrafında halkalanıp o büyük dev sarayı izliyorlar.
Yanımızda tanımadığımız birisi diyor ki, "şu pencelerin güzelliğini
görüyor musun, o penceleri benim dedelerim yaptı", Bir başka toplulukta,
"bu sarayın bu muazzam güzellikteki bahçelerini de benim dedelerim
yaptı", Bir başkası da diyor ki "şu çatıdaki farklı boyutu görebiliyor
musunuz, işte onu da benim atalarım yaptı"... Bu böylece sürüp gidiyor.
İşte yukardaki gibi, bir kimse "Anadolu Aleviliği tamamen eski Türk
dinidir" derse saçmalar. Eğer "tümüyle Kürt dinidir" derse o da
saçmalar. Bunların gerçeklerle ilgisi yoktur. Kalkıp birisi de "Alevilik
tümüyle eski Anadolu dinlerinin ürünüdür" derse o da saçmalamış olur.
Taa başından beri anlattıklarımdan da çok somut olarak anlaşılacağı gibi
Aleviliği tümüyle tek bir dininin ürünü, tek bir ulusun ürünü olarak
görmek tümüyle bilimsel gerçeklere ters düşmektedir.
Elbette bazı karışık durumlar insanların akıllarını karıştırmaktadır.
Fakat bunlar asıl gerçekler olamaz, ayrımlar için. Bugün Kars'taki
Türkmenler Alevidir. Kars'ta Türkmen deyince akla yüzde yüz Aleviler
gelir. Ama aynı Türkmenler Antep Bölgesi'nde Sünnidirler. Bu durum
Anadolu Aleviliğinde çoktur. Yavuz döneminde Dulkadiroğulları'nın
izlenmesi sonucunda Alevilerin çoğu, Kürtçeyi öğrenip dağ tepelerine
gittiklerini görmekteyiz. Buna karşılık Şah İsmail Bölgesi'nde çoğu Kürt
aşiretlerinin dillerini bırakıp Türkleştiklerini görüyoruz. Bu bakımdan
dil bakımından farklılıklar, inanç yönünden farklılıklarla
karşılaşıyoruz. Bu da çok doğal ama; bunu genelleştiremeyiz.
Zerdüştlüğün öyle inançları ve uygulamaları var ki Anadolu Aleviliği
bunu bünyesine katmamıştır. Şamanizmin kimi unsurları da yine Alevilikte
yoktur.
Budizmin sadece belli inanç kurumlarını almışız, tümünü almamışız. Bu
bakımdan Anadolu Aleviliği tek bir etnik gruba ve kültüre bağlanamaz.
Anadolu Aleviliğini oluşturan dinlerin tümü de kendilerinden sonra gelen
egemen dinlerin baskısından korkup yer altına inen, kovulan, ezilen
dinlerdir. Öyle olunca da Ali Şiası'na bürünmüştür. Şiilik günümüzde ilk
çıktığı gibi değildir. Şu anda İran'da Şiilik tam bir Ehl-i Sünnet
olmuştur. Sünnilik eylem olmuş, Şiilik bu eyleme tepki olmuştur.
Aleviliğin kelime olarak kökeni nereye dayanıyor, sizce?
― Gerek Selçuklularda gerekse Osmanlılarda "Alevi" sözcüğü yok. Bu ismin
belgelere geçmesi yüz yıllık bir olay. Ondan önceki isimler ise,
Kızılbaşlık, Rafizilik, Işık, Taife-i Bektaşiyan, Torlak, Güruhu
Naci.... gibi sayısız isim var.
Alevi ismi Osmanlının son dönemlerinde artık katliamlara uğramak
istemeyen halkın kendisine verdiği bir isimdir. "Müslüman kimliğe sahip
olursak devlet bize birşey yapmaz" mantığının bir ürünüdür, Alevi ismi.
Ali yanlısı anlamında Ali-ri yani Ali'den yana olan anlamındaki sözcük
kullanılıyor. Farsça karşılığına göre Ali'den yana olan anlamındadır.
Türkçe'de Ali-evi olarak yanlış kullanılıyor. Sözcüğün asıl kökeni
Ali-evi değil, (Alevi değil), Ali-ci olması gerekiyor. Ama her sözcük
doğru mu kullanılıyor? Hayır. Ömer'i de çok sık kullanırız. Halbuki
Ömer'in Arapça'daki söylenişi "Ammar"dır. Osman deriz, halbuki onun esas
ismi, "Usman"dır.
Burada sizinle bir anımı paylaşmak istiyorum. Ben Iğdır'da büyüdüğümü
söylemiştim. Lise müdürlüğü yapıyordum. Burada Şii, hem de İran yanlısı
aşırı bir Şii topluluğu vardır. Onlarda ilk üç halifeyi sevmiyorlar.
Adlarını bile anmıyorlar. Muharrem ayında onuncu gün, lise de tek bir
öğrenci bulamazsınız. Binlerce öğrenci gelmez o gün okula. Bunların
hepsi mi Şii? Hayır. Kürt aşiretlerinden, başka yerlerden gelenlerden
başka diğer inançtan bazı öğrenciler de var. Iğdır'ın Melekli Köyü'nde
Kerbela törenleri yapılıyor. Öğrenciler oraya gidiyorlar. Öğretmenler de
meraktan "bunlar ne yapıyorlar" diye onlarla beraber gidiyorlar.
Elbette tarih derslerimiz de var. Birgün bir tarih hocası geldi yanıma.
Müdür bey dedi, yazılı yoklama yaptım, ilk dört halifeyi sordum. Bütün
öğrenciler bana isyan ettiler, dedi. Herkes sadece Hz. Ali'yi yazıyor,
656-661. İlk üç halifeyi kimse yazmamış. Hocaya anlattım durumu. Sonra
beraber sınıfa gittik. Bu sefer sözlü olarak sorduk soruyu. Birisini
kaldırdık. O da dedi ki, Azeri lehçesiyle, "dördüncümsü gurban olduğum
Hz. Ali". İlk üçünü sorunca boynunu büktü. Yani onları ağzına alamıyor.
Yani Iğdır'da Osman'ın, Ömer'in, Ebu Bekir'in adı geçmiyor.
Yıllar sonra bir kitap geçmişti elime, Halk Evleri çıkarmış, Balıkesir
Çepnileri'yle ilgili. 1936 tarihli. Alevi Çepnilerini anlatmış oldukları
bir fıkra vardı kitapta. Onu da sizinle paylaşmak isterim.
"Dede erenlere gitmişler, demişler ki, dede kurban olduğum, bu
Sünnilerin bir sıkıntıları olunca müftüye, şeyhülislama gidiyorlar, biz
kime gideceğiz? O da, bana geleceksiniz, demiş. Onlarda bir sualleri
olduğunu belirtip anlatmışlar. Filan mahallede orturan filan Ali, günü
perişan olsa, parası pulu olmasa, çocuğu da aç olsa, çaresiz gitse,
komşusu Ebu Bekir'den biraz buğday alsa, öbür komşusu Ömer'in de eşeğine
buğdayı yüklese, götürüp Osman'ın değirmenin de buğday öğütse, bu un
yenilir mi yenilmez mi? Dede demiş ki, "Acından ölse daha iyi".
Sayın Birdoğan, Alevilik ve Bektaşilik'te çok önemli olan "ocaklar"
kavramı var. Bunun dışında buna bağlı olarak dedelik ve soy-ağaçlarının
önemli konumlarıyla karşılaşıyoruz, Alevilikte. Acaba bunların tarihsel
kökenleri nelerdir? Alevilikteki en önemli ocaklar hangileridir?
― Son yıllara kadar Kızılbaş kimliği etkin bir şekilde varlığını
sürdürmüştür. Anadolu'daki Alevi toplulukları ocaklı dedeler tarafından
yönetiliyorlardı. Bunlara genellikle Kızılbaş denilmektedir.
Sosyal ve inançsal nedenlerden dolayı çıkan bir Baba İshak, Babailer
İsyanı var Anadolu'da. Bu isyanda Selçuklular Bizans'la anlaşıp 4
yaşından küçük olmamak kaydıyla herkesi öldürüyorlar. Bu İsyan'dan tam 6
yıl önce çeşitli huzursuzlukları sezinleyen Konya Selçuklu Sultanı
Alaeddin Keykubat, ayrı bir şey düşünmüştü. Diyor ki, eski
geleneklerinin etkisiyle 12'li düzen şeklinde yaşayan ve geçinen bu
insanları kendime bağlamam lazım. Böylece bana bağlanan bu insanları
elde etmiş olurum. Sorunu böyle çözebilirim. O dönemde yapılan bir nüfus
sayımından bahsediliyor ki Anadolu'nun büyük kısmı Türkmen Kızılbaş halk
toplulukları. 1238'deki Baba İshak Ayaklanması tümüyle Anadolu'daki
huzursuzluğu yansıtan bir hareketti.
Selçuklu Sultan'a Alaeddin Keykubat gençliğinde Malatya'da hapis yatmış.
Seyyid Mahmut Hayrani Ocağı vardı o dönem Dersim'de. Oradaki ileri
gelenleri sözü en fazla geçenleri yanına topladı. 12 en güçlü aşiretin
reisini topladı. Dedi ki "Çerağ Hakkı" olan tüm hakları sizlere
veriyorum. (Şimdi Hakkullah, Seydullah deniyor) Bunları 12 kişiye
dağıtıyor. Soyağaçlarını Peygamber'e dayıyorlar ki ilgisi yok. İşte
Peygamber hakkıdır, Peygamber soyudur diye, "Çerağlar, soy kütükleri,
secereler" veriliyor bu insanlara. İlk soy kütüğü 1232 yılında
verilmiştir.
İlk verilen ocaklar hangileridir?
― Verilen ilk ocaklar, üç büyük Ocak'tır. Gureyşan (Kureyşan) Ocağı,
Dersim'de hem ocak hem aşiret olan Baba-Mansur Ocağı; üçüncüsü ise
oradan ayrılıp Palu Bölgesi'ne giden Seyyid Sabu Ocağıdır.
O yöre halkı bunları Pir Ocağı, Mürşid Ocağı, Rehber Ocağı diye
ayırmışlardır. İlk İslamlaştırma politikası budur. Bundan amaçlanan
şuydu; "bu soy-kütüklerini size verdik, Peygamber soyundasınız,
Müslümansınız?" Bu Dede Kureyşan Seyyid Sabu'nun, Baba Mansur'un,
Alevilere yani Kızılbaşlara İslamiyeti öğretmeleri şöyle dursun
kendileri daha koyu Kızılbaş oldular.
Derken aradan 150-200 yıl geçti. Selçuklu yıkılıp, Osmanlı kuruldu.
Osmanlı ilkönce Edirne Sarayı'nda bu soy-ağaçlarını devam ettirdi.
Yıllar geçti Tebriz Bölgesi'nde bir Türkmen Şairi bir büyük Ocak-Zâde
Şah İsmail Hatai çıktı. O da Anadolu'da Osmanlı tarafından kendine karşı
kurulan ocaklara karşı kendi ocaklarını Anadolu'da kurmaya başladı. Bu
ocaklara ya Erdebil'den veya Kerbela'dan soy-kütükleri veriliyordu.
Bunları yanında ise Şah İsmail'in ocaklarını da görüyoruz. Şah İsmail
Hatai'nin kendi dedelerinden Altın Taçlı Firuz Şah o da 1100'lılarında
(Şah Safiyeddün'in dedesidir) Kabe'ye giderek bir soy-kütüğü uydurup
getiriyor.
Bir tarafta Sivas Bölgesi'nde, Dersim Bölgesi'nde, Anadolu
Selçuklularının ve Osmanlıların verdikleri ocaklar, bir taraftan da
Malatya Arguvan Bölgesi'nde özellikle Mineyik Ağuçan Ocakları soy
kütükleri aldıkları Erdebil Ocakları var... Böyle farklı ocakların
kurulmasının temel nedenleri bunları karşı karşıya getirmek,
İslamlaştırma politikasını sinsice yürütmekti. Ama tam tersine, bunlar
yüzyıllarca bir arada gül gibi yaşamışlardır. İslamın yasaklayıcı,
yorucu kuralları buralara girememişlerdir.
Bu tür ocaklar zamanla çoğalmıştır. Yeni yeni ocaklar kurulmuştur. 1517
yılında ise Anadolu'da isyanları ortadan kaldırmak için kendi çapında
bir ocak olan Hacı Bektaş Ocağı ocaklıktan çıkarılmış, dergâha
dönüştürülmüştür. Dergâha dönüştürülen bu ocağın başına Anadolu'daki
isyanları bastırsın disipline etsin diye, bir Sırp prensinin adını Balım
Sultan koyarak oturtmuştur. Bıçakla kesilir gibi bir anda isyanlar
kesilmiştir. Ama sadece Alevi isyanları böyle olmuştur. Bunun dışındaki
isyanlar devam etmiştir. Mesela Suhteler ayaklanmışlardır.
Şimdi efendim, Kızılbaşlık var, köy Alevileri var. Bektaşiler de köy
Bektaşileri, şehir Bektaşileri olarak ayrılmaktalar. Bektaşilik temelde
kaça ayrılıyor ve özellikleri nelerdir?
― Bektaşilik iki bölüme ayrılır. Babası Bektaşi olup, anası da Bektaşi
olanlar. Bir de sonradan "ben bu kuralları tanıyorum", deyip de Bektaşi
olanlar vardır. Birincilere köy Bektaşileri, ikincilere de şehir
Bektaşileri denilmektedir. Köy Alevileri, Kızılbaşlar dedelere bağlıdır.
Bunlara "dedeliler" denilmektedir. Babadan oğla geçen bir din
adamlığıdır dedelik.
Seçilerek, beğenilerek, takdir edilerek, inanç kurallarını yürütenlere
de "babalar" denilmektedir. Köy Bektaşilerinin dışında, Bektaşi yoluna
girmiş "ele-bele-dile sahip olma" gibi türlü sınavlardan geçip "görgü
ayini"nden (Alevilerin görgü cemi, boylama dedikleri) sonra Bektaşi olup
yola girenler şehirli Bektaşiler vardır. İşte bunlara da
"Dede-babalılar" deniliyor. Mesela İstanbul Şah Kulu Dergâhı'nı ziyaret
eden Turgut Koca Erenler var. Bunlar da İzmir'deki Bedri Noyan
(Dedebabaya) bağlıdırlar.
Dede-babalılar; Alevileri ve dedeleri yer yer, zaman zaman
eleştirmektedirler. Köy Bektaşilerinin ve Dede-babalıların cemlerinde
içki içilir. Baba Erenler duasını verip, cemi açtıktan sonra, üçleme
faslından sonra içki içilir. Bunların dualarında Alevilerinkinden farklı
olanlar vardır. Aleviler "Allah-Muhammed-Ali" adına "Hü erenler" diye
bağlarlar. Bektaşiler de ise mutlaka özel bir ocak adı vardır. Ya "Şeyh
Bedreddin devrine devranına Hü" derler, ya Otman Baba, ya Geyikli Baba,
ya Abdal Musa adına... Eski bir Oğuz-Türkmen beyinin adına bağlarlar.
Köy Bektaşileri içinde Kürt yoktur, onlar Türkmendir. Türkler Ocaklı
Aleviler içerisindedirler.
Bunların dışında kendilerini ne Alevi ne de Bektaşi sayan bir gurup da
vardır ki bunlar da "Evvel Allah Hz. Ali yolundayız" diyen Babailerdir.
Bunlar Hacı Bektaş'ı pek sevmezler. Bulgaristan'da olan tüm Babaileri
Macaristan'daki Gül Baba Babaileri, Arnavutluk'taki Babailerin çok azı;
Kırklareli'nin Kofraz İlçesi'ne bağlı Kızılcıkdere, Terzidere,
Tekirdağ'da Kılavuzlu Köyü Babailer var. Tüm bunlar Hacı Bektaş'ı niye
sevmiyorlar?
Açıkça da söylüyorlar, diyorlar ki, Yeniçeriler Hacı Bektaş'a bağlı
değil miydiler? Evet. Yeniçerilerin bize ettiği zulmü, kimse kimseye
etmedi. Bunlar cemlerini pazartesi günleri yapmaktadırlar. Köy
Bektaşileri ise cemlerini çarşamba günleri yaparlar. Bunlar birbirlerine
"pazartesililer", "çarşambalılar" derler.
Kızılbaşların dedeleri olduğunu söylemiştik. Pir Ocakları var, Rehber
Ocakları var. Cemleri yöneten dedelerin arasındaki ihtilafları çözerler
onları yetiştirirler. Dedeler cem yönetirler, rehberler de Alevi
insanını yetiştirirler. Bir de bunların arasında Pir Ocaklarından
herhangi biri, bütün dedelerin toplanmasıyla "Düşkün Ocağı"
oluştururlar. Düşkün Ocağı da, "Hıdır Abdal Ocağı"dır. Bir dede herhangi
bir nedenden dolayı kendisine verilen cezasının bir kısmını çektikten
sonra bu düşkün ocağına gider, af diler. "Hata ettim, yüzüm yerde, elim
darda, Hakk-Muhammed-Ali Divanı'da, ocağınıza düştüm" der.
Buradan dede kendisine ceza verilen ocağa rehberle beraber gönderilir.
Af edilebilir.
Dedelerin ilginç yöntemleri vardır. Bir kısım dedeler "âsâ, erkân
değneği, tarik" denilen bir değnekle cemi yönetirler. Bu değnek cem
dışında yeşil bir cuha içerisinde, dede evinin başköşesinde kalır ve
sadece cemden ceme çıkarılır. Bir kısmı ise onu kullanmayarak ellerini
kullanır. İşte bunlara "pençeliler", diğerlerine "erkanlılar" denilir.
Bu pençeli ve erkânlı dedeler de yüzlerce yıl birbirleriyle kavga
etmişlerdir.
Eskiden köylerde yüz kişi toplanıp cem yapıyorlardı. Şimdi İstanbul'da
Şah Kulu'nda bin kişi cem yapıyor. Kimin umurunda dedenin, erkânlı mı
pençeli mi olduğu...
Bir de Hacı Bektaş Velayetnamesi'nde görevlendirilen belli olanlar var.
Mesela, Derviş Cemal.
Tarihte bu ocakların çeşitli dönemlerde yardımlaştıkları, çeşitli
dönemlerde de yalnız bıraktıkları dönemler var. Kapalı kültür ocakları
var.
Ne demek bu kapalı kültür ocakları?
― Sırrını kimseye söylemeyen demektir. Bu eski Zerdüştten Şamandan gelen
bir gelenektir.
Bir de Arap Alevileri var. İskenderun'da olan bu Alevilerin yerel adları
Fellahlar. Bu Arap Alevileri, bacıları, kadınları ceme almıyorlar.
Bunlar da Dersim Alevileri gibi güneşi görünce secdeye kapansalar da
kadınları ceme almıyorlar.
Kadınları cemlere alıp onlara sırlarını vermeyen Aleviler de var...
Bunlar Tahtacılar. Bu Tahtacılar çok ilginç âdetleri olan insanlar ki,
bugün dahi bu âdetleri devam etmektedir. Toroslarda bazı erkekler
saçlarının kenarlarını usturaya vurup tepesini bırakıyorlar ve onu da
örüyorlar (Atilla Erden'le beraber fotoğraflarını çektim). Bunlar da
sakal yok, ağızlarından akan bıyıkları var. Hayderi dervişlerinin devamı
gibi bunlar. Bunların bıyığının adına "mühür" deniliyor. İşte bu mühür,
"sırr" mühürüdür. Kadınların bıyığı çıkmadığı için, bunlar kadınlara
sırlarını söylemiyorlar. Ceplerinde parası yoksa, bunlar karısına "param
yok" diyemiyorlar. "Sırlarını açmıyorlar" onlara.
Urfa'ya bağlı Kısas Köyü var. Kısas Köyü doğrudan doğruya Hacı Bektaş
Dergâhı'na bağlı. Doğal olarak, Hacı Bektaş'ın Çelebilerinden icazet
alıyor. (Hacı Bektaş evlenmemiştir, bugün artık bu kesin anlaşılmıştır.)
Kısas Köyü'nde bir baba ölmüşse diğer baba seçilmeden önce buradan
icazet almak zorundadır. Biliyorsunuz bunların en son "Has Nenni
Semah"ları çıktı. "Gene gamda gördüm zülfi siyahım / Gülmedi sultanım
bilmem ne haldır / Nenni de nenni has nenni" diye.
Fakat çok ilginçtir bunlar cemlerinde Pir Sultan'dan birşey okumuyorlar.
Hiç okumuyorlar, bu nedir? Çelebiler diyorlar ki, "bizden icazet
aldığına göre bizi seven âşıkların şiirlerini okuyacaksınız" Kimdir
onları öven âşıklar, başta Âşık Sıtkı. Hep ondan okuyorlar.
Tahtacılar ilk üçlemeyi, cemlerde, mutlaka Şah İsmail Hatai'den okurlar.
"Baharın geldiği nerden bellidir / Biri ipek sarar bir baldadır" diye
şiirler okurlar. Buna karşılık Trakya Bektaşilerinde bu durum yoktur.
Kureyşan ocağında ibadet bölümünden sonra görülmeden, musahiplikten
sonra muhabbet bölümünde Kureyşanların ateş dansları başlıyor. Dedenin
"Ya Hızır" diyerek kolunu sıvayıp aşure kazanına soktuğunu görüyoruz.
Kızgın ateşin içinden avuçlarıyla koru alıp ağzına atması ve onu kömür
olarak dışarı çıkarmasını görüyoruz. Ama mesela bunlar Baba Mansur
ocağında yok. Bunun sebepleri ne ola? İşte bunların sebepleri taa başta
söylediğimiz sebeplerdir. Taa Orta Asya'dan kalkıp gelirken
etkilendiğimiz tüm kültür ve inaçların etkileridir. Anadolu'da yeniden
bir şekil almasıdır bunlar.
Zaten daha önce de dedeliğin Asya kökenliliği üzerinde durmuştunuz.
― Miladın 3. yüzyılında İranlı Peygamber Mani'nin öğretilerini tekrar
değinmekte yarar var. Maniheizm dini kuruluyor. Mani diyor ki: "Belli
din adamları vardır. Bu adamlar topluma "eline, diline, beline sahip
olmasını öğreteceklerdir". El kendine haram olan şeyi almaz. Biz de bir
laf vardır. "gördüğünü ört, görmediğini söyleme" diye. "Koğ koğanın,
gıybet edenin, cemde yeri yoktur" bu da oradan kalmadır. Gönül şehvet
duygularıyla dolu olamaz. Alevilikte en büyük ceza zinadır, kötü gözle
bakmadır. Bu da oradan gelmedir.
Mani din adamlığı babadan oğla geçer. Bu din adamları evlenmezler, et
yemezler. Bunlar bir lokma bir hırka ile toplum içinde gezerek
düşkünlerin müşkül hallerini ortadan kaldırırlar. Onlara verilen bir
parça yıllıklarla geçinirler. Bu yıllığın adı da kitaplarda
"şeydullahtır" Mani din adamları zamanla izlemelere uğramışlar, gezgin
dervişler haline gelmişlerdir. Bu dervişler Kalenderi, Dervişleri,
Hayderi Dervişler, Abdallar olmak üzere üç bölüme ayrılmışlardır.
Bunların kılık kıyafetleri; sakal bırakmazlar, bıyık bırakırlar tırnak
uzatırlar, Hacı Bektaş Velayetnamesi'ndeki Hacı Bektaş'ın özelliklerine
uyarlar. "Kızdığında bıyıkları diklenen, tırnak uzatan" bir Kalenderi
dervişidir, Hacı Bektaş. Kalenderi dervişlerinin bir adı da
Cavlaklardır.
Tahtacılar da bir gelenek var. Üç yaşına giren çocuk "görülmez" Onlar da
var. Üç yaşındaki çocuğun ikrarını anadan-babadan alıyorlar ki çocuğu
Alevi tarzı üzerine yetiştirsinler. Bu ise Trakya'da yok. Trakya'da da
içki var. Tokat'ta Çorum'da yok...
Şah İsmail, Erzincan Sarukaya Köyü'ne geldiğinde 11 yaşındaydı.
Propagandacılarını olduğu gibi gönderiyor Anadolu'ya. Yeni bir umut
ışığıdır o. Gül yüzlü Şah'tır, bütün Anadolu Alevileri için "yoluna
kurban olunan, sadaka olunan, pir, mürşidtir, gül yüzlü Şah'tır o"
Anadolu'dan ona akın akın Avşarlar, Şamlu Türkmenleri, Rumlu Türkmenleri
ve daha niceleri gitmişlerdi. Şah İsmail Anadolu'yu sevinçten ayağa
kaldırmıştı. Osmanlı ise oraya akını durdurmak için, "Niye oraya
gidiyorsunuz, neden Kâbe'ye gitmiyorsunuz dediğinde, "Biz ölüye
gitmeyiz, diriye gideriz" demişlerdi.
Safevilerin de Anadolu Aleviliği üzerinde de derin etkileri olmuştu.
Biraz da tasavvuftan, Alevilerin Tanrı'nın insanı ve dünyayı yaratma
inancına bakışlardan bahsedebilir miyiz?
― Sevgili Ayhan bu konuyu daha önce "Alevi İnancında Varlıkların
Oluşumu" başlığı altında Pir Sultan Dergisin'de yazmıştım. Burada aynen
aktaracağım.
Yer ve gök yoğ iken bir top nur var idi (Tunceli-Dersim Alevilerin bir
inancı). Bu nûr'dan oluşan Ezel'in kimi değişikliklerle Anadolu
Alevilerinin başka kesimlerinde de olduğunu görüyoruz. Osmanlı döneminin
yükselme ve başlangıç dönemlerinde Işık taifesi adıyla anılan Alevilere
verilen bu ad, Şehabettin Suhreverdi'nin (M.1154-1191) ünlü kuramı ışık
kaynağından alınmadır. Suhreverdi'ye göre ışık, ana enerjidir. Varlıklar
ise zamanla cansız birer heykelken bu ışıklarla birleşince
canlanacaklardır. Öteden beri sürüp gelen Alevi inancında Güneş'e dua
edilmesi de böyle bir inancın yinelenmesidir.
İslam çerçevesine girdikten sonra Alevilerde Allah sözcüğü de yer aldı.
Ancak, bu Allah sözcüğü hem görünmeyen, hem görünen şeyleri kapsar. Bu
görüntüler açısından Allah, Muhammed ve Ali bir tek nurdur. Aşamalar
açısından insanlığın en yüce ve en son noktasıdır. Bu, Hakk'ın ortaya
eksiksiz çıkışıdır. Hakk'ın her sıfatla ve her sıfatta görünmesi
demektir. Alevi ermişi bu nur olayına döne döne eğilir; "Arşta nur
kandili yandığında önce Ali'nin nuru göründü." (Bu tümce yüzlerce ozanda
dizeler olarak görünüyor. Bana bu tümceyi Sinemil dedelerinden rahmetli
Tacim Dede söylemişti. Kantarma Köyü Elbistan y.1979) Bu nûr, tanrısal
güç (kudret) demektir. Ötelerden beri süre gelen bir hadis'e göre dile
gelir. "Küntü kenzen mahfiyya..." diye kısaca anılan bu tümcenin anlamı
"Ben gizli bir hazine idim. İstedim ki bilineyim"dir.
Kur'an'da "Ol de o da oluverir." anlamında "kun-fekân" terimi geçiyor.
Örneğin Al-i İmran Suresi'nin 47. Ayeti şöyledir:" (Meryem) dedi ki,
"Hey Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olabilir?"
(Allah dedi, "Öyle, (fakat) Allah ne dilerse yaratır. Bir işe
hükmedince, ona ancak ol der, o da oluverir." (Sure 3-a.47)
Bu "küntü kenz" olarak sürüp gelen terimin iç anlamı da ilginçtir: Ebced
hesabı ile K harfinin değeri 20'dir. "Çok şefkatli" anlamına gelen
"vedut" sözcüğünün harflerinin toplamı da 20'dir. Öyle ise "K" sevgi,
sevmek anlamına gelebilir. Yine var olan "Nun vel-kalemuve mâ
yasturu'nun" hadisinde söylendiğine göre "Nun" "K"nın farka gelmesidir.
Yani "K" farka geldi ve "Nun" oldu. Yani evreni, bilsin ve sevsin diye
yazdı, yaptı. (Cavit Sunar-Melamilik, Bektaşilik, s.136) Bu, "kün"
buyruğu olup da herşey bedence can'a gelince Alevi tasavvufu, öyküsünü
sürdürür: Bu öykünün kaynağı Kur'an'dan alınmadır:
"Araf süresi" 72. ayete göre (Hani Rabb'in ademoğullarından, onların
sulblerinden zürriyetlerini çıkarıp kendilerini nefslerine şahit tutmuş"
Ben sizin rabbiniz değil miyim?" (demişti). onlar da "evet, şahit olduk"
demişlerdir. (Bu şahitlendirme, Kıyamet günü "bizim bundan haberimiz
yoktu dememeniz içindi.") İnsanlar yaratıldığında Tanrı'nın onlara
sorduğu "Elestü bi rabbikum..." sorusu (elestü-değil miyim?) evrenin
canlılar olarak başlangıcıdır. Tanrı, bu sorusuyla ve aldığı yanıtla
kullarıyla arasında bir anlaşma yapmıştır. Tasavvufa göre bu zamanda var
olan ruhlarla Tanrı arasındaki anlaşma asıldır. Bu zamanda var
olmayanlar veya soruya olumsuz yanıt verenler kafir kalacaktır.
Bu öyküyü Alevi inancı bir kesimi ile benimser. Bu da bu Meclis'in ilk
ruhlar meclisi olduğudur. Aleviye göre bu Meclis'te baş köşede Ali
oturmaktadır. Alevi, küntü kenz olayını bu mecliste çözüme ulaştırır.
Ona göre" bilinmek isteyen Tanrı doğal olarak yaratacaklarını kendi
biçiminden yaratacaktır. Tanrı'nın cansız heykel yaratmayacağı açıktır.
O yarattığı heykellere kendi nefesinden soluk vermiş ve canlandırmıştır.
Bu yaratılanlar, canlılar ve cansızlar diye sınıflanır. Her yaratılanın
bedensel hamuru toprak, su, ateş ve rüzgardır. Buna dört öge (anasır-ı
erbaa) denir. Elest bezminde Tanrı'nın anlaşma yaptığı ruhlar ise bu
heykellerde sıra ile, zamanla yer alacaklardır. Aslolan bu ruhlardır.
Öyle ise çekinmeden söyleyebiliriz ki Alevilikte insan, iki bölümle ele
alınabilir. Birisi dış yüz, biçim, görünüş olarak algıladığımız
bedendir. Öbürü ise can dediğimiz ruhtur. Beden ölümlü, ruh ölümsüzdür.
Canlar ölesi değil... (Yunus Emre)
Tanrı'nın yarattığı ve kendini üflediği bu ruhlar Alevilikte devir
dediğimiz uzun bir yolculuğa çıkar. Bitkiden hayvana, ondan insana
geçinceye değin Tanrı'dan iniş dairesini çizer. Buna tasavvufta "kavsi
nüzul" denir.
Hitab-ı ezelde, bezm-i ezelde,
Sadakatle ikrar verenlerdeniz.
Gönül gezdirmeyiz gayri güzelde,
Biz, cemal'ullahı görenlerdeniz.
Bir "kün" emri ile halk'oldu dünya,
Bu kadar mevcudat bu kadar eşya,
"Nefhatü min ruhi" dedikte Mevla,
Adem'in şekline girenlerdeniz.
Bin türlü dert ile bezet Dertli'yi,
Gerek kısalt, gerek uzat Dertli'yi,
Bab-ı velayette gözet Dertli'yi,
Yabancı değiliz, erenlerdeniz.
Dertli'nin bu üçlüsü biraz önceki anlattıklarımızın kısa bir özetidir.
Ruhun asıl sınavı bu insan olduktan sonraki eylemlerdir. Bu eylemler
sonucunda ruh ya kaynağına dönecek ya da devrini tamamlamak için bir
başka bedende görünecektir. Bu Tanrı'ya dönüş yayına ise "kavs-i huruç"
denir.
Alevilerin en büyük çabası insan olduktan sonraki sınavı vermektir. Bir
kez, bu insan, Tanrı biçimde yaratıldığı için ve içindeki can Tanrı
nefesi olduğundan saygındır, dokunulmazdır. Bu nedenledir ki,
Bundan kibr ile kin olmaz,
Hem sen olup hem ben olmaz,
Adem öldürsen kan olmaz,
Nefes öldürsen kan olur.
diyen Hatai, âdem sözcüğü ile kuru teni, nefes sözcüğü ile Tanrı
üflemesini dillendirmiştir. Ne yapacaktır Alevi insanı Onun yapması
gereken işler öncelikle "ele, dile, bele" bağlı olmaktır. Ayrıca,
menzile varmak önemlidir. Bu menzil, kaynağının ne olduğunu anlamak,
dolayısıyla sırr'a ulaşmaktır. Bunun için koşul "aşk"tır. Aşk, çarşıda
pazarda satılan bir şey değildir ki alınıp kullanasın. Aşka ulaşmak,
ancak bir pire bağlanmakla olur. Alevi insanı, bireysel değildir,
toplumun bir üyesidir. Sizin kendi menzilinize, ulaşma çabalarınız ancak
toplumu düşünerek çalışmanızla olur, Pir, size el verecek ve
öğreneceksiniz,
Küntü kenz remzinin olduk âgâhı,
Ayn'el yakin bulduk Cemalüllahı,
Ey hace bizdedir sırr-ı İlahı
Biz Tur-i Sina'nin tecellasıyız...
Alevi toplumunda iyi insan olmak için "tevella-teberra" olgusu vardır.
Aslına göre Ali dostlarına dost, düşmanına düşman olmak gibi bir anlam
taşıyan bu kavram kötülüklerden kaçıp, iyiliklere yaklaşmak anlamlarına
da gelir.
Alevilikte ruhun ölümsüzlüğüne değinmiştik. Tanrı'nın kendi ruhunu
üfleyerek çamuru biçimlendirmesi, daha doğrusu bir insan bedenine
girmesi Alevilerin reddetmeyeceği şeydir. Buna "südur" derler. Kimi
zaman bir kişinin ruhu, bedeni ölünce yeniden doğar ki bu ruh göçüne
"hulül" denir. Alevi bunu kuşku duymadan evetler.
"Ol esrar sözlü ve kelecisi tuzlu ve lâtif gözlü ve güler yüzlü Sultan
Hacı Bektaş'ül Horasani, bir gün hayatında otururken mübarek nefesinden
nutka gelip eyitti. Kâ Errenler! Genceli'de genç ay gibi doğam, adımı
Abdal Musa çağırdam" dedi. "Beni isteyen anda gelsin, bulsun" dedi.
Hünkâr Hacı Bektaş vefat edicek, Abdal Musa zuhura geldi."
Abdal Musa Menâkıpnâmesi
Bir mürşide bağlanıp aşkı öğrenen ve bununla eylem yapan, ele, dile,
bele bağlı olan, dünya malını bir pula satın almayan kişiler sonunda
menzile ulaşır. Bu menzil Hakkı bilmek, bulmak ve onda eritmektir. Hakla
Hak olmaktır. Buna ulaşan, Burada varılan nokta "insan-ı kamil"
olmaktır. Artık, onlarda eksiksiz bir durum gözlenir. Hallac, Nesimi,
Şehabettin Suhreverdi vb. bu yolda başlarını verdiler. İnsan-ı kamil
kişi Alevilikte, Alevi toplumun da Tanrı'yı kendinde bulduğu gibi
başkasında da bulur:
Yukarıda Arşta nûr kandilinin yandığından söz ederek varlıkların ba
nûr'dan doğduğunu nûr'un "âlâ nûr" bölümünün ise Ali olduğunu
söylemiştik. Tanrı'nın insanda tecelli ettiğini, en üstün insanın da
(kamil) Hz. Ali olduğunu bilen Alevi ozanları bu nedenle Ali'ye Allah
adını vermekten çekinmemişlerdir. Bunları kısaca örneklersek.
Gafil kaldır gönlündeki gümanı
Bu mülkün sahibi Ali değil mi?
Yaratmıştır onsekizbin âlemi
Irızkları veren Ali değil mi?
Kul Himmet
Ali ismi dört kitapta okunur,
Lâ ilâhe illâ Ali yazılı,
Zikr edenler ezazilden sakınır
Lâ ilâhe illâ Ali yazılı.
Kul Himmet
Cihan derya iken yer gök su iken
Her şeyin binasını çatandır Hayder,
Kûn deyince kâfi izhar eyleyen
Lâfeta sûresin mazhar eyleyen
Mağriptan maşrıka nazar eyleyen
Nûr-ı kudret topun tutandır Hayder
Âşık Sıtkı
Padişah-ı âlem oldu cismini can eyledi,
Bu cihan sultanlığı kendüne ferman eyledi,
Sûret-i ademde kendin gördü pûnhan eyledi
Ol Ali'dir pişüva-yı evliya vü enbiya
Anın - içün İncil'inde İsa dedi "İlyan"
Kamberi
Biz Urum abdalıyız
sultanımızdır Murtazâ
Terk-i tecridiz
Bugün Süphanımızdır
Murtazâ Virani
Var ett evreni, bugünü mekân
Gâh âşikâr oldun gahi de pinhan
Nurundan nur kattın yarattın insan
"la ilâhe illâ Ali" olan Şah
Melüli
Cevri nûr deminde buldum bu canı
Bildim lâilâhe illa insan'ı
Mâbut sen, âbit sen kendini tanı
Alidir seslenen sedalarımdan
Cevri
Genç yaşta ölenler için bir "Devri Âsan" duası okunduğunu söylemiştiniz.
Buna bir örnek verebilir misiniz?
― Devri âsan olsun,
Katre idim ummanlara karıştım,
Kaç bulandım, kaç duruldum kim bilir?
Devre edip âlemleri dolaştım,
Bir sanata kaç sarıldım kim bilir?
Bulut olup ağdığımı bilirim,
Boran ile yağdığımı bilirim,
Alt'anadan doğduğumu bilirim,
Kaç ebeden kaç soruldum kim bilir?
Kaç kez gani oldum, kaç kere bakir
Kaç kez altın oldum kaç kere bakır
Bilmem ki kaç kâtip ismimi okur,
Kaç defterde kaç dürüldüm kim bilir?
Bazı nebat oldum toprakta sürdüm
Bilmem kaç atanın sulbünde durdum,
Kaç defa Cennet'i alaya girdim
Gehenneme kaç sürüldüm kim bilir?
Kaç kez alet oldum elde bakıldım
Semadan kaç kere indim çekildim,
Balçık oldum kerpiç kerpiç döküldüm,
Kaç bozuldum, kaç kuruldum kim bilir?
Dünyayı dolaştım hep kara batak
Görmedim bir karar, bilmedim durak
Üstümü kaç örttü bu kara toprak
Kaç serildim, kaç derildim kim bilir?
Güfrani'yim tarikatım boş değil,
İyi bil kara bağrım taş değil,
Felek ile hatırcığım hoş değil,
Kaç barıştım, kaç darıldım kim bilir?
Alevilerde, insanoğlunun sonu veya Hakk'a yürüyüş, nasıl olmaktadır?
― Alevi, ölümü Hakk'a yürüme veya aslına dönme olarak alır. Tanrı'nın
emek vererek yaptığı bedene ruhunu, nurunu katarak canlandırması
sonucunda yeterli eğitimi ile tanrılaşan insan doğaldır ki ölümünde
aslına dönecektir. "İnna Lillah inna ileyhi râciun," Bundan kutsal
emanet olan beden toprağa verilerek sırlanır. Ruh isa yolcu edilir.
Aslına dönüş veya devrini tamamlayış. Bu ikisinden başka bir seçenek
olmadığından Alevi inancında cennet-cehennem yoktur. Öyle ise sizin en
büyük sorgunuz bu dünyadaki sorgunuzdur. Başkaca sorgu yoktur çünkü.
Tanrılaşmak veya geri kalmak senin elindedir. Eğer başarırsan rahatça
haykırabilirsin,
Cihan tılsımının bendi, benim elimdedir şimdi,
Benem bugün bu meydanda, benimdir top ile çevgan.
Benem şahı bu meydanın, benem devri bu meydanın
Benim canı bu canların, benimle diridir her can
Benem Mansur'ı dar eden, benem ağyarı yâr iden
Benem her varı var eden, benem her giden ü duran
Değilim oddan ü sudan veya topraktan ü yiden
Ben irden var idim irden, henüz yoğ idi bu ezman
Görünürsün suretâ âdem, benim emrimdedir alem
Feleklerle melekler hem, bana mahkumdur ins ü can
Sanursun Eşrefoğlu'yam ne Rumi'yim, ne İznikî
Benem o Dâim ü Bâki, göründüm suretâ insan
İnançsal boyutu yanında bir halk kültürü ve felsefesi olan Anadolu
Aleviliğinin edebi, sanatsal ve düşünsel kaynakları nelerdir?
― Sevgili Ayhan bu da güzel bir soru. Senin yayın sorumlusu olduğun
dönemde isteğin üzerine Pir Sultan Abdal Dergisi'ne bir yazı
göndermiştim. Tamamını oradan alabilirsin. (Pir Sultan Abdal Kültür
Sanat Dergisi 15 (1995): 21-25)
Söyleşinin boyutuna bakıldığında, sevgili okurlarımızın bu sorunun
cevabını belirtilen kaynaktan edinmelerinin uygun olacağını belirterek,
onlardan özür dilerim.(A. Aydın)
-----------
Kaynak:Ayhan Aydın: Alevilik Bektaşilik Söyleşileri. İstanbul 1997:
91-127. |