Alevilik
KAYNAĞI, KÖKLERİ VE GELİŞİMİ
İsmail Kaygusuz
I.I Orta Asya Türk Toplulukları Arasında İlk Kabul Gören Sünni İslamlık
Değildi
Devlet tarihi Türklerin İslamiyete girişini, Ebu'l Fazl Muhammed'in 1282
yıllarında Kaşgar'da yazmış olduğu Mülhakatu eş-şurah ve Musullu İbn el-Athir'in
(İbn ül-Esir olarak bilinir, ö.1234) Kâmil fi Tarih adlı yapıtlarında
anlatılanlara dayanılarak, Karahanlılar devletini kuran Satuk Buğra Kara Han'ın
10.yüzyılın ortalarında (955-960) 200 bin çadırlık halkıyla yeni dini kabul
edişine bağlamaktadır. Bu bilgilerin birer menkıbeden öteye gitmediklerini
burjuva tarihçileri de ileri sürdükleri halde (R.Rahmi Arat, Kutadgu Bilig I,
Ankara-1979 2.baskı, s.IX), iddia adeta kesinlik kazanmıştır. Gerçekte bu,
Karahanlı sülalesinin Sünni İslama geçişini iddia etmekten başka bir şey
değildir.
Oysa, Hazar'ın güneyinde ve Orta Asya'da yaşayan çok çeşitli Türk boylarının
İslamiyetle ilk ilişkileri ve onu benimsemeye başlamaları, çok daha öncedir.
Muhammed peygamberin ölümünün üzerinden daha yüzyıl geçmeden dine farklı
yorumlar getiren ilk mutasavvıflar ve yandaşları ile, doğrucası heterodoks
İslamiyetle (Sünni İslama aykırı olan, ortodoks olmayan İslamiyetle) olmuştur.
Diğer bir deyişle Ali-Ehlibeyt inançlı İslamiyet bu halkları kendine
bağlamıştır.
Bu dönemler, Emevi (Umeyyed) halifelerinin topraklarında Türklerin mevali (köle,
yabancı, müşteri) diye aşağılanan topluluklardan öte fazla önemsenmediği
dönemlerdir. Ancak, tarihçi Yakut'a bakılacak olursa, Emevi halifesi Hişam'dan
(722-743) beri Orta Asya'daki Türkler arasına, onları Sünni İslama davet etmek
üzere - kimlikleri bilinmeyen - misyoner elçiler gönderilmeye başlanmıştır.
Fransız tarihçisi Jean-Paul Roux şöyle değerlendiriyor:
``İslamiyeti Türkler arasına asıl götürüp yayanlar; uçsuz bucaksız Asya
steplerinde dolaşan gezginci mutasavvıflar ve yüklerinin içinde Kur'an
mushafları taşıyan tüccarlardır. Bu tüccarlar Hicret'in ilk yüzyıllarında en
önemli din yayıcılarıydı. Dünyanın en güçlü ekonomik acentaları ve yüksek
uygarlığın temsilcileri olmanın prestiji içinde oralara sokulmuşlardı.''
(Jean-Paul Roux, Histoire des Turcs et des Mongols (Türklerin ve Mogolların
Dini), Paris, 1984, s.138-140)
Roux, gezginci sufilerin betimlemelerine geçerek, gerek tacirlerin ve gerekse
sufilerin etkinlikleri ve yöntemleri konusunda geniş ayrıntılar da veriyor. Bizi
en fazla ilgilendiren yargısı şudur:
``(...) Aydınlık kafalı bu varlıksız sefiller, canlı bir inanç e tanrı
sevgisiyle hareket eden yüksek ruhlu insanlardı ve yeterince muhalif, aykırı bir
gurup oluşturuyorlardı. Kuşkusuz bunların (sufilerin - İ.K.) anlattıkları, kent
din bilginlerinin yabancıları İslama davet ederken sundukları bilgileri
destekleyici teorik katılıkta değildi.'' (Jean-Paul Roux, agy, s.39,40)
Bunlar doğrudur ama yeterli ve açık değildir. Karahanlılar Sünni İslamlığı kabul
edinceye kadar İslamiyet, Hazar denizinin batı ve güneyindeki ülkelerden ve
Horasan'dan tutunuz, Aral'ı aşıp Baykal gölüne, Çin sınırlarına değin, dağınık
durumda yaşayan Türk toplulukları arasında ``Ehlibeyt inancı'', ``Ali
yandaşlığı'' yani Alevilik olarak yayılmıştır. Karahanlılar sülalesinin
yönettiği bu ilk Türk-İslam devletinde (Karahanlılar) Alevilerin hatırı sayılır
derecede varlığını da görmekteyiz. Yoksa Yusuf Has Hacip, Tavgaç Bugra Han'a
1069'da sunduğu Kutadgu Bilig (Kutlu Bilgi) adlı yapıtında, ``Aleviler birle
katılmakı ayur (Alevilerin de birlikte katılmasını öğretir)'' başlığı altındaki
kısa bölümde şu beyitleri geçmezdi:
Onlarda biri savçı urğı turur
Bularnı ağır tutsa kut kıv bulur
Bularnı katığ sev köngülde berü
Nengin edkülük kıl baka tur körü
Bular ehl-i beyt ol habibka kadaş
Habib savcı hakkı üçün sev adaş
Bu beyitler günün Türkçesinde şöyle anlamlandırılabilir:
``Onlardan (Alevilerden) biri elçi yaptırılsa ve bunlar ağırlansa, devlet
mutluluk bulur
``Bunları (Alevileri) kuvvetle sev; sevgin gönülden gelsin. Dur bak, gör ve
herşey için iyilik et
``Bunlar Ehlibeyt'tendir ve peygamber ile kardaş, sevgili peygamber hakkı için
(Alevileri) sev arkadaş''
Büyük mutasavvıf Hallacı Mansur'un (857-922) çağdaşı Tabari'ye göre Orta
Asya'daki Türkler heterodoks (aykırı) inançlarla, bir Harici olan Haris bin
Süreyc'in kaldırdığı peygamber sancağı çevresinde toplanan Da'iflerin (ezilmiş,
zayıf halk) başkaldırısı sırasında (735-745) temasa geldiler. Horasan'da
başlayan bu başkaldırı, Emevi yönetiminin yerel renslerin işbirliğiyle bölge
halkını sömürmesine karşıydı. Ayaklanmanın bastırılmasıyla Haris bin Süreyç,
yanındakileriyle birlikte Toharistan ve Transoksian'ın Müslüman olmayan Türkler
tarafından tutulan bölgelerine sığındı. (Tabari, Tarih u Rüsul wa'l mulük,
Leiden-1879/81 den aktaran E.Esin, Turcica XVII, 1985, s.8)
Emevi İslam imparatorluğunun fetihçi ve yayılmacı siyaseti, Mezopotamya'dan Orta
Asya'ya değin işgal ettiği ülkelerin halklarını köleleştirme ve topraklarını,
zenginliklerini sömürme üzerine kurulmuştu. Onların İslam dinine sokulmaları da
bu hakimiyetin zorgücüyle olacaktı. Mensup oldukları dinin peygamberinin
soyundan gelenlere ve yandaşlarına küfretmek, zulüm ve askı altında tutmak, ilk
fırsatta ortadan kaldırmak ise, bu devletin iç siyasetini oluşturmaktaydı.
Emevilerin Horasan valisi Kuteybe'nin komutası altındaki Arap kuvvetleri,
``mücahitlere has İlahi kelimetullah azim ve hamlesi ile, Türk hakimiyeti
altında olan ve bölünerek zayıf düşmüş Fars ve Türk sekene üzerinde zaferler
kazanarak Amu Derya ve Siri Derya çevresinde ilerlediler. 713'de Kül Tegin'i
Semerkand çevresinde geri çekilmeğe icbar etti. Kuteybe'nin başarılarını, Batı
Türklerinin (Türgişler) kahramanca saldırışları geçici olarak hiçe indirdi''.
(Prof.Dr. Laszlo Rasonyi, Tarihte Türkler, Ankara, 1971, s.159) Emeviler, bunun
üzerine değişik bir yöntemi uygulamış ve bölge feodallarından, prenslerden
işbirlikçi kazanma yoluna başvurmuşlardır.
Bu konuda Paul du Breuil'in bir saptamasını özetleyerek, Emevi Sünni İslamın
yeni siyaseti nasıl uyguladığını görelim. Amaç mevali (köle, yabancı) diye
adlandırılan halkların topraklarını işgal etmek ve bu sayede Şam'daki (daha
sonra Bağdad'daki Abbasi siyaseti de değişmiyor) halife saraylarının ihtişamını
artırmak için para sağlamaktı.
``Araplar cizye (baş vergisi) adı verdikleri aracı kullanarak Müslüman
olmayanları serbest bırakma yoluna gittiler. Böylece Yahudi ve Hrıstiyanlar gibi
Zerdüşt dinindekiler de kendi kültürel kimliklerini koruyacaklardı. Ancak
verginin ödenmesi sürekliydi. Bu nedenle Zerdüşt inançlı orta toprak sahibi
köylülerin (Dehakin) pek çoğu, arazi vergilerine eklenen cizye ve faizleri
yüzünden ya da bu aşağılayıcı baş vergisinden kaçınmak için din değiştirip
Müslüman oldular. Ancak yedi İranlı büyük aile, yüksek memurlar, rahip ve
askerler cizyeden muaf tutulmuşlardı. Dağlı nüfus ve Horasan halkının sık sık
çıkardığı isyanlar birlikte bastırılmıştır.'' (Paul du Breuil, Le Zoroastrisme
(Zerdüştlük), Paris, 1982, s.94-95)
Görüldüğü gibi büyük toprak sahibi ailelere, yerli dinin rahiplerine ve
askerlere ayrıcalıklı davranılmış, İslama davet sözkonusu bile edilmemiştir.
Yerli halkı yönetmek için onlarla işbirliği yapılmış, Roma imparatorluk
döneminin ``yerli prens ve kralların işbirliğinde merkeze uzak eyaletleri
yönetme'' siyaseti uygulanmıştır. Böylece farklı inanç ve etnik kökenli
toplumlar, iki yanlı baskı altında bırakılmıştır. Yeteri kadar toprağı olan orta
köylüler (dehakin), cizyeden kurtulmak için zorunlu din değiştirip İslama
geçmişler. Bu iki kesim de işgalci Araplarla ortaklaşa, diğer insanlar ve
konar-göçer topluluklar üzerinde baskılarını sürdürmüş, onların sürülerine,
yaylak ve otlaklarıyla yurtlarına, canlarına ve mallarına acımasızca el
koymuşlardır.
İşte Azerbaycan, Hazar'ın güneyindeki ülkeler, Horasan ve Orta Asya'da
verilmekte olan bu toplumsal yaşam mücadeleleri içerisine, Emevi Sünni
İslamlığın karşısındaki Ehlibeyt-Ali inancı, önder ve yandaşlarıyla girip, Türk
topluluklarıyla (genelde yerli halklarla) bütünleşmiş ve bunlar kavgalarını
birlikte vermişlerdir. Bu bölgelerde yaşayan halkların sosyal mücadele
bileşkesinde ilk buluşan, Ehlibeyt-Ali soyundan 4. İmam Zeynelabidin'in
oğullarından Zeyd, oğlu Yahya ve torunları olmuştur.
-------------
I.II İmam Zeynelabidin oğlu Zeyd ve Torunu Yahya'nın Mücadeleleri
İmam Zeyd'in fıkıh bilgini olduğunu görmekteyiz. Kendisi
Mutezile öğretisinin kurucusu Wasil bin Ata el-Gazzal'ın (669-743) öğrencisi
olmuştu. Ancak onun siyasi yönden Harici görüşü desteklemesine, atası Ali'nin
``bazı bakımlardan haksızlıkları olduğu'' düşüncesine karşı çıkmıştır. Zeyd, ilk
iki halifeyi kabul etmekle birlikte, Ali'nin onlardan her bakımdan üstünlüğüne
toz kondurmamıştır.
Fıkıh anlayışı ve felsefesini sistemleştirdiği Zeydilik'in kurucusu olan Zeyd,
diğer birçok bakımlardan Mutezile'nin ortaya attığı us ilkelerine (örneğin
Kuran' ın yaratılmış, yani yazılmış olduğu düşüncesine) dayanmıştı. Hatta (onun
gerçek mamlığına ve başkaldırı hareketine zarar verecek olan) siyasi yönden
Ebubekir ve Ömer'in halifeliği zorla ele geçirmediği, gaspçı olmadığı düşüncesi
de aynı öğretiden kaynaklanıyordu. (bkz. Al-Shahrastani, Kitab al-Milal, çev.
Jean-Claud Vadet, Les Dissidences de l'Islam, (İslam'da aykırı-isyancı düşünce
ve hareketler), Paris, 1984, s.270-278)
Zeynelabidin oğlu Zeyd'in Emevilere karşı ayaklanma eylemini, İslam tarihçisi
Julius Wellhausen'in Kâmil, Egani, Vakıdi ve Ebu Mihnef gibi eski Arap tarih
yazarlarından kaynaklanarak verdiği açıklamalardan özetlemek istiyoruz. Konunun
derli toplu verilmiş olması ilgimizi çekmiştir. Yoksa kullanılan dil, Emevi
yandaşı Arap yazarlarınınkini aynen yansıtmaktadır. Ama çok büyük olasılıkla bu
üslup, kitabı Türkçeye çevirenin aşırı Sünni İslamcılığından gelmektedir. Şu
anlatıma bakınız:
``Gerçek peygamber evladı, Ali'nin Fatima'dan gelen nesli, İslamiyetin emekli
aristokratlarının şehri olan Medine'de yaşıyorlardı. Bunlar oradaki bozulmakta
olan sosyetenin en gözde ve en popülerleriydi. Emeviler bunları uslu uslu
oturdukları takdirde şımartıyorlardı. Ali oğullarına herkes kızını seve seve
veriyor ve onlar da kutsal kanı üretmek fırsatını güzelce kullanıyorlardı.
Bunlar, bu dindar, şarap ve muganniyeler (şarkıcı kadınlar) şehrinde keyif
sürmekteydiler. Devlet üzerindeki iddialarından filvaki vazgeçmiş değillerdi.
Aralarında ehliyetli bir erkek yoktu... Ailenin Hasan ve Hüseyin kolundan, daha
genç olan Hüseyin kolu, daha yaşlı olan Hasan hak ve hukukunu şerefsizce satmış,
buna mukabil Hüseyin, hukuku uğruna kanını akıtmış olduğu cihetle ana kol
sayılmaktaydı. Hüseyin'in halefi, Kerbela'da hayatı bağışlanmış olup, o zamandan
beri ateşten ürken Ali bin Hüseyin (Zeynelabidin) idi. Bunun oğulları arasında
Zeyd ve Muhammed (Bakır), sonra da Muhammed'in oğlu Cafer temayüz ettiler.''
(Julius Welhausen, İslamiyetin İlk Devrinde Dini-Siyasi Muhalefet Partileri,
çev. Fikret Işıltan, Ankara, 1989, s.156-157)
Arap tarihçileri, Zeynelabidin oğlu Zeyd'in, taraftarlarıyla başkaldırdığı
Irak'taki Kûfe kentine gelişini, İmam Hasan ve Hüseyin kolundan gelenlerin
anlaşmazlığa düştükleri bir miras işine bağlamaktadır. 717'de tahta çıktığında
Emevi halifelerinden Mervan'ın torunu 2.Ömer'in ilk yaptığı iş, Muaviye'nin
koymuş olduğu ``cuma günleri hutbelerde Ali'ye lanet edilmesi'' geleneğini
kaldırması olmuş, arkasından da Fedek Hurmalığı'nı Fatıma'nın soyundan gelenlere
geri vermişti. Yine Ommayed (Emevi) oğullarının Ehlibeyt'ten gasbetmiş oldukları
herşeyi asıl sahiplerine bıraktı. Onun bu Ehlibeyt yandaşı tutumu, üç yıl sonra
zehirletilerek öldürülmesine neden olmuştur. (Bkz. A.Gölpınarlı, Tarih Boyunca
İslam Mezhepleri ve Şiilik , İstanbul, 1987, s.412-413)
İşte bu malların iki kol arasında paylaşılmasında halife Hişam'ın aracılığı(!)
söz konusu oluyor. Zeyd, Hüseyin kolu temsilcisi olarak birkaç akrabasıyla
halifeye başvuruyor. Ancak Kûfe valisi Yusuf bin Ömer, kendisinden önceki
valinin oğlu Yezid'e, zorla, Zeyd'in kendisine çok büyük miktarda borcu olduğunu
söyletiyor ve bu da Hişam'a duyurulduğundan, Zeyd ve akrabaları, halife
tarafından sorguya çekiliyorlar ve alacaklı ile yüzleştirilmek üzere Kûfe'ye
gitmek zorunda bırakılıyorlar. Bu olayın sonunda, her ne sebepten gelmiş olursa
olsun Zeyd Medine'ye dönmüyor ve izini kaybettirerek Kûfe'de alıyor.
Sakinlerinin büyük çoğunluğu Ehlibeyt-Ali yandaşı olan bu kentte ürekli yer
değiştirerek kalan, iki ailenin kızıyla da evlenmiş bulunan Zeyd, Emevi
halifesine karşı büyük bir başkaldırı hazırlıkları içindeydi. Bunu gizli
yürütüyordu. Halife'nin güvendiği Suriyeli askerlerin, değil Kûfe'nin
çıkarabileceği yüzbin savaşçıya, kendisini destekleyecek olan sadece Mezhic,
Hemdan, Bekr ya da Temim kabilesine bile dayanamayacağına inandırılmıştı.
Zeyd Kûfe'de kaldığı bir yıla yakın zaman içinde Musul ve Basra'da da propaganda
yaptırdı. Kûfe'de Zeyd'in ordu listesine tam 15 bin kişi kaydolmuştu. Zeyd,
iktidarı ele geçirdiğinde, kuracağı yönetimin esaslarını özetle şöyle
belirlemişti:
1. Adil olmayan iktidar sahipleri savaşılarak alaşağı edilecek.
2. Kuran ve Muhammed'in buyrukları aynen uygulanacak.
3. Önce ezilmekte olan zayıflar korumaya alınacak.
4. Devlet kapısında alışanların aylıkları ve ellerinden varlıkları orla alınmış
olanların malları, paraları verilecek.
5. Devlet gelirleri hakkı olanlar arasında eşit ölçüde dağıtılacak.
6. Gadre uğrayanların zararları telafi edilecek.
7. Uzak seferlere gönderilenler şehirlerine geri çağrılacak.
8. Peygamber ailesi, kendilerine haksızlık eden ve karşılarında bulunan herkese
karşı korunacak.
Biat ederek Zeyd bin Ali'ye katılanlar, bu ilkeleri içeren bir çeşit biat
belgesi imzalıyorlardı. Ancak Kûfeli Şiilerden bazıları bunları yeterli bulmamış
ve Zeyd'in özellikle Ebubekir ile Ömer'i meşru halife kabul etmesini
eleştirmişlerdi. İyi bir örgütçü olduğu anlaşılan Zeyd'in, Haricileri de
saflarına çekmek için kullandığı bu siyaset iyi anlaşılmadığından, Emevileri de
lanetlemeyince, bunlar, karşı propagandasını yaparak onu terkettiler;
kendilerine Rafıza (ayrı yola gidenler, terkedenler) denildi. (Bkz. Julius
Wellhausen, agy, s.167-8)
Zeyd'in bu eleştirilen tutumu, Mutezile öğretisinden, yani Wasil bin Ata'nın
öğrencisi olmasından kaynaklanıyordu. Şehristani'nin anlattığına göre; ayrıca
kardeşi Muhammed Bakır'la da bu konuda tartışmaları olmuştur. Bir gün Muhammed
Bakır tartışmayı şu sözlerle bitirmiş:
``Senin bu öğretiyi harfi harfine izlemen için, öz babanın asla İmam olmadığına
karar vermen gerekiyor. Zira o hiçbir zaman isyan etmediği halde, iktidarı alma
iddiasını hiç de elden bırakmadı, düşüncelerini senden daha az yaymadı.''
(al-Shahristani, Kitab al-Milal, s.271) Gerek Muhammed Bakır ve gerekse Altıncı
İmam Caferi Sadık, zamanın İslam bilginlerinden ve birer mutasavvıf idiler.
Siyasi tutkuları yoktu ve bu mücadeleye girmediler. Kendilerini imam kabul eden,
peşlerindeki geniş Rafızi kitlelerle (Zeyd'den ayrılanlar) siyaset yönünde
ilgilenmediler.
Kûfe valisi Yusuf bin Ömer kentin dışında, Hire'de durmaktaydı. Zeyd'in çok
gizli yürüttüğü etkinliklerini, ele geçirdiği iki kişiden tam ve kesin olarak,
öğrenmeyi başararak geniş tutuklamalar yaptı. Bu arada, Zeyd'in tutuklamalar
yüzünden ayaklanma tarihini öne almayı (6 Ocak 740) kararlaştırdığını bile
öğrendi. Bu tarihten bir gün önce bütün Kûfeliler mescide çağrılıp, az sayıda
Suriyeli askerle burada gözaltına alındılar.
Anlatıldığına göre, gece sabaha karşı, şiddetli soğuğa rağmen Zeyd, yanındaki
218 kişilik kuvvetle mescide saldırıp Kûfelileri kurtarma girişiminde bulundu.
Ancak adamlar korku ve umutsuzluktan kapatıldıkları yerden çıkıp da Zeyd'e
katılmak istemediler. Zeyd, buna rağmen Hire'den üzerine gönderilen 2000 kişilik
Suriyeli savaşçı birliğini gündüz bozguna uğrattı. Ancak ertesi gün kendisine
katılanların azlığı ve Rafiza'nın yanında yer almaması yüzünden Zeyd'in direnişi
kırıldı. Özellikle akşama doğru Halife'nin kuvvetleri Kikanlı ve Buharalı 300
okçu ile takviye edilince, Kûfelilerin küçük birliği büyük kayıplar verdi. Sokak
savaşları yaparak karanlıkta evlere dağıldılar. Zeyd bir okla yaralandı ve o
gece sığındığı evde, ok çıkarılırken öldü. Bir kanalın suyu boşaltılarak, kanal
yatağına gömülüp sonra su tekrar kanala çevrilerek mezarı gizlendiyse de,
ihbarla gömüldüğü yer öğrenilip, cesedi buradan çıkarıldı. Başı kesilip önce
Şam'a, oradan da Medine'ye gönderildi. Başsız cesedi Kûfe'de çarmıha gerildi ve
Hişam'ın ölümüne kadar, beş ay boyunca orada asılı kaldı. (Bkz. Ebu Mihnef'ten
aktaran Julius Wellhausen, agy, s.159-160; A. Gölpınarlı, agy, s.413-414; İ.Zeki
Eyüboğlu, Tarikatlar Mezhepler Tarihi, İstanbul, l987, s.439)
Şafi mezhebinden olan Muhammed bin Abdul Kerim el-Şehristani'nin, 1116 yılında
yazmış olduğu Kitab el-Milal'de, Zeyd'in öldürülmesinden sonra olup bitenler
hakkında verilen bilgiler aynen şöyledir:
``Zeyd'in oğlu Yahya, babası öldürülünce imam adayı olarak ortaya çıktı ve
Horasan'a gitti. Orada çok sayıda yandaş buldu. İsyana girişmesini istemeyen
amca oğlu Caferi Sadık'ın vaktiyle ona söylemiş olduğu `babası gibi öldürülüp,
çarmıha gerileceği' kehaneti aynısıyla gerçekleşti.
``Ondan sonra Muhammed ve İbrahim imamlık iddialarıyla ortaya çıktılar. İki
kardeşten Muhammed Medine'de ayaklanırken, İbrahim Basra'daki partizanların
başına geçti. Hesaplaşma sonunda iki kardeş birbiri ardından perişan edildiler.
Bu sıralarda yine Caferi Sadık gelecekte neler olup biteceğine ilişkin
görüşlerini şöyle açığa vurmuştu: `Umeyyed oğullarının (Emevilerin) mağrur
durumu, zavallı ölümlüler(insanlar) karşısında bütün korkunçluğuyla dikilmiş
bulunuyor. Eğer dağlar bu mağrur halleriyle rekabete kalkışsa, üste çıkamazlar.
Peygamberin soyundan gelmiş olan (Ehlibeyt'ten) herkes için, Emeviler,
kalblerinin derinliklerinde nefret doludurlar. Peygamber soyundan hiç kimse,
Tanrı onların hanedan iktidarlarının kaybolmasına izin vermeden önce, en küçük
bir ayaklanmaya girişmeyecek.'
``Zeyd, Hişam'ın emriyle Kûfe şehri meydanında asıldı. Oğlu Yahya yine onun
valisinin emriyle Horasan eyaletinde Cüzcan'da aynı biçimde cezalandırıldı. İmam
Muhammed Medine'de, kardeşi İbrahim Basra'da, İsa bin Mahan tarafından
öldürüldü. Bu son iki olayda buyruk Halife el-Mansur'dan (754-775) gelmişti.
``Zeyd'in öğretisini takip eden Zeydiler üç ayrı kola ayrıldılar: Jarudiye,
Süleymaniye ve Butriyye. Son ikisi Salihiyye ile öğreti olarak birlik
idiler.''(Al-Shahrastani, agy, s.272)
Zeyd oğlu Yahya hakkında başka yazarlar da ayrıntılar geçmektedir. Bir görüşe
göre Yahya, Kerbela yakınındaki Ninive'de Beşr bin Abdülmelik adında Emevi
Arabın azatlısının evinde saklanmış, buradan Horasan'a kaçıp, Hişam'ın ölümüne
kadar Belh'de bir Arab soylusunun yanında kalmıştır. Yahya sonradan
gammazlanarak yönetime teslim edildiyse de Halife Üçüncü Velid onu serbest
bırakmıştır. (Emevi halifelerini temize çıkarma gayreti - İ.K. ). Yahya, bölge
valisi Nasr bin Sayyar tarafından bir yerden öbürüne sürülmüş ve en sonunda
bölgenin batı sınır kenti Beyhak'a gitmiş.
Yahya daha ilerleyerek, babası Zeyd'i ortadan kaldırtan vali Yusuf bin Ömer'in
eline düşmek istemiyordu. Bu nedenle doğuya geri döndü, Nasr'ın memurlarının
doğuya geçişine engel olma buyruğunu almış olmalarına rağmen, 70 adamıyla
Herat'a ulaştı. Buradan da Cüzcan'a doğru yola çıktı. Nasr bin Sayyar'ın
arkasından gönderdiği birlik tarafından yakalandı. Bölgenin başkenti Anbar kenti
yakınında, çarpışmada öldürüldü. Halife'nin emri üzerine vücudu yakılarak
külleri suya atıldı. (Bkz. Yakut I, s.370 ve Ebu Mihnef, Tab. 2, s.1770-74,
aktaran Julius Wellhausen, agy, s.160-161)
Yahya'ya ``Irak'ın danası'' diyen Emevi yandaşı tarihçiler, hunharca mezarından
çıkartılıp çarmıha gerilmiş olan babası hakkında da, ``Sizin Zeyd'inizi bir
hurma ağacına mıhladık; biz ağaç gövdesine mıhlanan bir Mehdi (kurtarıcı
anlamında - İ.K. ) hiç görmedik'' diye yazmışlardı. (Kâmil s.270'den aktaran J.
Wellhausen, agy, s.160)
İmam Hüseyin ve yetmiş yakını, kendilerini davet etmiş olan Kûfelilerin ihaneti
yüzünden Yezit ordusunun tuzağına düşürülmüştü. Yahya'nın babası Zeyd de, aynı
şekilde (yukarıda açıklandığı gibi) kendisine 15 bin kişilik biat listesi sunan
Kûfe'lilerin ihanetine uğramış ve onların aşırı korkaklığı nedeniyle yalnız
kalmıştır.
Yahya (Ö.743) üç yıl boyunca Kûfe'den Belh'e, Orta Asya'ya ulaşan çok geniş bir
alanda, Emevilere karşı, çoğunlukla Arap olmayan halklarla birlikte mücadele
vermiştir. Ehlibeyt inancı çerçevesinde İslamiyeti kabullenmiş ve eski
dinlerindeki bir dizi ögeyi de taşıyarak Alici olmuş Toharistan, Kûhistan,
Tabaristan ve Horasan' daki Pers ve Türk topluluklarının büyük bir kısmını,
Yahya ile birlikte, yayılmacı ve baskıcı Emevilere karşı mücadelenin içinde
görüyoruz. Hatta 735'lerden beri bu bölgelerde Emevi valilere karşı yerlilerle
birleşip isyan bayrağını dalgalandıranların arasında bir mutezile olan Haris bin
Sureyç ve özellikle oğlu da vardır. Bu bölgelerde yayılan İslamlığın Sünni
şeriatı olmadığını bizzat Al-Shahrastani (agy, s.272) söylemektedir.
Tabari'ye göre başının kesilip Şam'a gönderilmesinden sonra Yahya'nın vücudu
Cüzcan'da surlar üzerinde çarmıha gerildi. Bu eyalette, 737 yıllarında
Toharistan'daki Yabgu Türklerine bağlı çok sayıda Karluk ve Hallaç Türk
toplulukları ve Persler yaşamaktaydı. Yahya'nın mücadele içinde şehit oluşuna
tanık olan bunlar, bir yıl sonra yükselecek olan Ebu Müslim ayaklanması' nın
partizanları oldular. Bu büyük ayaklanma Yahya bin Zeyd'in öcünün alınması için
başlatıldı. (Tabari, İbn Rusta ve Minorski'den aktaran E.Esin, agy, s.8-9)
Hossein Sadıki'nin, eski Arab kaynaklarından naklettiğine göre Horasanlılar,
Yahya'nın şehit edildiği günü, Emevi baskısından hiç korkmadan, yas günü ilan
edip yedi gün boyunca karalara büründüler. O yıl doğan çocuklara Yahya ve Zeyd
adları verildi. (G. Hossein Sadıki, Les Mouvements Religieux Iraniens au IIe et
IIIe siecle de l'hegire (Hicri 2. ve 3.yüzyıllarda İranlıların dinsel
hareketleri, Paris, 1938, s.53)
Zeyd Yahya'nın ortadan kaldırılmasının (743) ertesi yılı, Emevilere karşı son
Şii ayaklanmasının lideri Abdullah bin Muaviye'den kısaca sözedelim. (Bu Muaviye
oğlu Abdullah'ın ilk Emevi halifesi Muaviye (661-680) ile yakınlığı yoktur. İmam
Ali'nin kardeşi Cafer'in torununun oğludur. Ancak kutsal aileden, Ehlibeyt'ten
sayılmaz. Zeyd gibi, ailesiyle ilgili ekonomik nedenlerle Kûfe'ye gelip
yerleşmek durumunda kalmıştır.)
Emevilerin son hanedanları arasındaki saltanat kavgalarını fırsat bilen Kûfeli
Şiiler Abdullah bin Muaviye'yi başlarına geçirip Kûfe devlet sarayına götürerek,
ona biat ettiler. Sonra, onun buyruğu altında, 740'daki Zeyd ayaklanmasını kanlı
biçimde bastırmış olan Emevi valisi İbn Ömer'in Hire'deki Suriyeli kuvvetlerinin
üstüne yürüdüler (Ekim-Kasım 744). Ancak çarpışmalar başlayınca, Kûfeli Şiiler
yine dönekliklerini gösterip, kaçtılar. Sadece Rebia kabilesiyle Zeydiye fırkası
mensupları kahramanca savaştı. Bağışlanmaları ve Abdullah bin Muaviye'nin
serbestçe çıkıp gitmesine izin verilmesi koşuluyla mücadeleyi bıraktılar.
(Tabari'den aktaran J. Wellhausen, agy, s.161-162)
Buradan İran'a geçen Abdullah, önce Isfahan'a yerleşti. Ertesi yıl İstahr'a
giderek, burada oldukça geniş bir bölgede egemenlik kurdu. Çevresinde çok renkli
ve karışık topluluklar bulunuyordu. Abdullah Mervan'la girdiği savaşı kaybetti
ve 747 yılı sonlarında Kirman ve Sicistan üzerinden Ebu Müslim'e katılmaya
gittiyse de onun buyruğuyla yakalanıp öldürüldü. (Tabari ve İbn ül-Esir'den
nakleden J. Wellhausen, agy, s.162)
J.Wellhausen, çok renkli bir kişiliği olan Abdullah bin Muaviye hakkında
Egani'den kaynaklanan şu ilginç bilgileri geçmektedir:
``Abdullah ibn Muaviye açık elli, zeki, şiire yetenekli ve fakat aynı zamanda
hayasız ve hür fikirli bir kimseydi. Etrafına, birisi sonradan `ba'sü
badelmevt'i (ölümden sonra dirilme) inkâr edip, insanların otlar gibi olduğunu
iddia ettiği için daha sonra idam edilen, sapıklar toplanmıştı.''
Bu suçlayıcı, kötüleyici cümleler Abdullah bin Muaviye'nin konumunu ortaya
koymakta, Emevi-Sünni şeriatının tam karşısında olduğunu göstermektedir. Alman
İslam tarihçisi J.Wellhausen'nin dönemi çok yerinde yorumlayan birkaç cümlesiyle
konuyu bağlayalım: ``Emevi hakimiyetinin bu son devrinde sınırlar birbiri içinde
erimişti. Birbirinden çok farklı güçler sallanan devlete karşı yapılan
mücadelede birbirlerine yardımcı oluyorlardı; Şiiler ve Hariciler aynı bayrak
altında savaşıyorlardı.'' (J. Wellhausen, agy, s.162-163)
-------------
I.III Zeyd, Zeyd Soyundan Gelenler Ve Anadolu Aleviliğinin İlk Öncüleri
Bu arada, 4.İmam Zeynelabidin'nin oğlu Zeyd ve soyu üzerinde
yeni ortaya çıkan bilgilerden özetler vermek ve Zeyd'in soyunun Anadolu'daki
uzantıları konusunda burada kısa bir tartışma yapmak gereğini duyuyoruz.
Isparta-Senirkent Uluğbey kasabasında mezarı bulunan Veli Baba tarafından
1640'larda Arapça yazılıp, 1890 yıllarında Türkçeleştirilmiş Menakıbname'de,
soyundan geldikleri Zeynelabidin oğlu Zeyd hakkında ayrıntılı bilgilere
rastlıyoruz:
``İmam Zeyn-el-Abidin Efendimizin şehadetinden (713 - İ.K.)
sonra Kûfe'de sakin olurdu (otururdu) ki Kûfe Şiileri onun katına gelüp iğvalar
idüp (tahriklerle yoldan çıkartıp) da'va-yı Hilafet ittirdiler. Anın üzerine
biat ittiler ki `Dostuna dost, düşmanına düşman olalar'. Ve önünde kılıç urup
anı halife kıldılar. Bu tedbir üzerine tamam bir yıl geçti. Bu bi'atlerini ve bu
mukavelelerini Yusuf bin Amru'ya (Umar, Ömer- İ.K.) haber virdiler. Ol dahi Zeyd
R.A.'a adem gönderdi. `Kûfe'de durmasın çıksın'didi.'' (Veli Baba Menakıbnamesi,
Haz. Doç.Dr.Bedri Noyan, İstanbul-1993, s.134)
Zeyd hasta olduğu ve iyileşince gideceğini bildirir. Yusuf bin Ömar bir süre
bekler. Ancak Kûfe'deki taraftarları ona ``eğerçi Zeyd bin Ali bu günlerde halk
bütün ana biat ider'' diye haber iletince, ``edepsiz büyük sözler söyleyüp,
tehditler idüp, elbette durmasun gitsün'' der.
Zeyd bunun üzerine Medine'deki akrabalarının yanına gitmeyi düşünürken, Yusuf
bin Ömer ``kendi Kavm-i Yezid'inden bir adem'' gönderir ve Zeyd bin
Zeynelabidin'i Gadip adındaki yere kadar zorla götürmesini sağlar. Yusuf'un
``Yezid''i döner dönmez çok sayıda Kûfeli yanına gelip, ``Ya sıbt-ı (torunu)
Resulallah, bizi nere koyup gidersin ki Kûfe'de yüzbin kılıcın vardır ve cemi
halk sana tabi ve nasırdırlar (yardımcıdırlar)'' diye yalvarır,
ağlaşır-sızlaşırlar. Onu kandırarak geri götürürler. Sadece içlerinden Muhammed
bin Amru, dedeleri İmam Ali ve İmam Hüseyin örneklerini vererek Zeyd'i, gitmesi
için iknaya çalışır:
``Ya ibn-i (oğlu) Resulallah, sen bu Kûfe halkının yalanlarına inanma ve
sözlerine bakıp ta aldanma. Var, Medine'ye kendi kavim ve kabilen yanlarına git.
Zira ben korkarım ki bu kavim sana dahi vefa itmeyeler. Ve bilürsin ki ceddin
İmam Ali Sıffıyn'de Mu'aviye ile muharebe itti. Mu'aviye mağlub olduğu günü
Amrü-bnil- As'ın hilesiyle Kur'an-ı Azim-üş-Şan'ı mızraklar başına diktürüb `ey
kavim biz sizi bu Kelamullah'a davet ediyoruz, bırakın kırmayın bizi' deyü
feryatları üzerine ceddin Hz Ali, `Kelamullah-ı natık benim, anların işi
hiledir, urun bakayım' diye emir verdiyse de emrine inkiyad ve kendusine
ita'atten huruç ettiler. Eğer bu anda ateş-i harbi kestirmez isen seni
katlideriz veya düşmana teslim ideruz deyu Mu'aviye'nin üç buçuk kuruşuna
aldanup yirmibin havaric-i Küfi (Kûfeli Hariciler) üzerine hücum ittiler...''
(Veli Baba Menakıbnamesi, s.135)
``Ve yine bilürsin ki ceddiniz İmam Hüseyin bin Ali'ye neler ittiler. Ana dahi
bin yeminler ve nice sözler ile kırkbin kişiyiz, sana tabiyiz deyu mühür basup
Müslüm ibn-i Akıyl vasıtası ile Medine-i Münevvere'ye gönderdiler. Ve Şah-ı
Şehid'i Irak'a davet idüp, badehu Müslüm ibn-i Akıyl'i ve iki dane tıfl-i
nevrestenini (iki yeni yetişen çocuk) şehid eyledikten sonra ceddiniz İmam
Hüseyin Müslüm'ün göndermiş olduğu üzerine, arsa-i Kerbela'ya teşrif
ettiklerinde bu kavm-i Yezid aleyh-il-la'nenin hakimi olan Zeyyad'ın ve
ser'askeri bulunan Said bin Vakkas'ın ve ümerasından Şimr-i Z-ül-cevşen kafirin
arkasına düşdüler, gidip Kerbela'da Fırat'ın suyunu kestiler. Bunlardan vefa
gelmez...'' (agy, s.137)
I.III.1. İmam Caferi Sadık devrede
Bu uyarıya rağmen yalvarmalara dayanamayan Zeyd bin
Zeynelabidin, hiç değilse Medine'deki akrabalarına danışıp, bir karara varmaları
gerektiğinde ısrarlı olur. Ve bir mektup yazarak yeğeni İmam Caferi Sadık'a
gönderip, cevabını bekler. Cafer'den gelen mektup olumlu yöndedir:
``Siz bizim büyük ammi zademizsiniz. Bizlerden duadan başka birşey elimizden
gelmez. İnşallah muvaffak olursunuz. Ve lüzum tekdirce bu taraftan asker
sevketmekte kusur olunmayacağı şüphesizdir.'' (agy, s.137-8)
Yazımızın birinci bölümünde el-Şahristan'a (Kitab al-Milal, s.271 vd.)
dayandırılarak anlatıldığı gibi, Zeyd'le gerek büyük kardeşi İmam Muhammed
Bakır'ın (ö.733-34) ve gerekse yeğeni İmam Caferi Sadık'ın (ö.765-66)
anlaşamadıkları noktalar vardı. Fıkıhçı ve Mutezile olan Zeyd, Ebubekir ile
Ömer'in Ali'nin hakkı olan hilafeti gasbettikleri düşüncesini benimsemediğinden,
İmam Bakır'la tartışıyordu. Zeyd'in 740'lardaki başkaldırısında, artık yaşamayan
İmam Bakır'ın, kardeşinin bu yönünü eleştirmesindeki haklılığı, bunu ilke kabul
etmiş olan Şii'lerin (Ali ve Ehlibeyt yandaşları) ikiye ayrılmasında ve
dolayısıyla azalmasında görüldü.
Menakıbname'de Zeyd'in, büyük bilgin ve mutasasavvıf olan Caferi Sadık ile, hem
başkaldırı eyleminde hem de Ebubekir ve Ömer'e ilişkin düşüncesinde hemfikir
olduğunu görüyoruz. Oysa, El-Şehristan'a göre İmam Caferi Sadık, Zeyd'in oğlu
Yahya'yı, babasının yaptığı yanlışa düşmemesi ve isyan etmemesi yolunda ikaz
etmiştir. Ayrıca onun, Ebu Müslim'in hilafeti kendisine elleriyle teslim etme
önerisini kabul etmediği üzerinde de tarihçiler hemfikirdir.
Veli Baba, Zeyd'in ona danıştığı ve Cafer'in de ``gerekirse Medine'den asker
sevketmekte kusur olmayacağı'' yanıtını verdiğini yazmaktadır. Şiiler'in ``sen
Ebu Bekir ve Ömer hakkında ne dersin?'' sorusuna Zeyd'in, ``Allahtan korkun ve
anların hakkında yaramaz sözler söylemeyin... Ve atalarımdan dahi anların
hakkında asla iyilikten gayri nesne işitmedim'' biçiminde verdiği karşılığı İmam
Cafer'e iletirler ve amcasının yerine kendisinin geçmesini isterler.
Veli Baba'ya göre İmam Caferi Sadık şöyle davranmıştır:
``Ben dahi öyle dirim, deyüp mukaddem (önceki) Zeyd Efendimizin gönderdiği
mektubu kendilerine kıraat etti (okudu). Ve `bu mektubu dahi sizin ademleriniz
getürdi. Ve bizim ayrımız gayrımız yoktur. İmdi ey müslümanlar Tanrıdan korkun.
Eğerçi benim ammim (amca) oğluna (doğrusu öz amcası - İ.K.) biat ittiniz ise
vefa idin ki ol bu işe benden herhalde layık ve şayestedir.'' (agy, s.139).
Veli Baba'nın, ceddi Zeyd'in İmam Caferi Sadık ile mektuplaştığı ve onun
desteğini aldığına dair bilgileri nereden bulduğunu bilemiyoruz. Ancak anlattığı
birçok olaylar ve verdiği tarihler bilinenlerle büyük uyum sağlamaktadır. Belli
ki eski İslam tarihyazarlarını okuyup incelemiştir.
Sünni Arap tarihçi ve ozanları ise, çoğunlukla ağız birliği etmişcesine, Caferi
Sadık'ın, Zeyd ve oğlu Yahya'nın başkaldırı hareketlerini ve hatta Ebu Müslim'i
bile tasvip etmediğini yazmaktadırlar. Bunları ilk yazanların, Emevi ve Abbasi
saraylarına yaranmak için onların istediklerini yazdıkları bir gerçektir. Daha
sonrakiler de, ilk yazanları yinelemekten öteye gitmemişlerdir.
Bu nedenlerle, çağdaş yazarların, Zeyd için ``sizin Mehdi'niz Zeyd'inizi biz
işte böyle ipte sallandırırız'' ve Yahya'ya ``Irak'ın danası'' diyen Emevi tarih
kaynaklarına eleştirel gözle ve dikkatle yaklaşmaları gerekir.
Veli Baba da elbet yan tutacaktır. Çünkü soyundan geldiği bir kimseyi,
``ceddini'' anlatıyor. Ancak doğru bildiğini söyleyen Veli Baba'nın kimseye
yaranacak hali yoktur. A.Gölpınarlı'nın verdiği bilgiler de (Bkz. Tarih Boyunca
İslam Mezhepleri-Şiilik, İstanbul-1987, s.87) onu onaylamaktadır:
``İmamiyye kaynaklarına göre Zeyd bin Ali (Zeynelabidin- İ.K.) İmamet
iddiasıyla, yahut Emevi'leri altederse İmamet makamına gelmek amacıyla harekete
geçmemişti. O İmam Caferi Sadık'ın imametine inananlardandı. (Tenkıyh'ul Makaal,
s.460-470)''
Hatta Hanefi mezhebinin kurucusu ve İmam-ı Azam diye anılan Ebu Hanife Nu'man
bin Sabit (ö.767), Zeyd'in Kûfe'de halife Abdülmelik oğlu Hişam'a
başkaldırısını, Muhammed'in Bedir savaşına benzetmiş, fiilen katılmamakla
birlikte onu desteklemiştir. A.Gölpınarlı'ya göre onun, ``Zeyd'i, ceddi Hüseyin
gibi yalnız bırakıp kaçacaklarını bilseydim ben de Zeyd'e katılırdım'' dediği
rivayet edilir. (A.Gölpınarlı, agy, s.205-6)
Böylece Zeyd, yeğeni İmam Caferi Sadık'ın onayını aldıktan sonra Kûfe'de Nasır
bin Huseyma'nın evinde kalır. Şiiler gelip orada kendisine biat ederler. Beni
Azder kabilesinden Hind bint-is Salt'ın kızı Atike ile evlenir.
Zeyd'in planlı, düşünülmüş ve siyasi önlemler içinde ağır ağır bir ayaklanma
eylemine hazırlandığını görüyoruz. Veli Baba'nın şu söyledikleri Zeyd'in asıl
politikasını açığa çıkarmaktadır:
``Lakin Efendimiz bir yerde karar idemezdi. Ta Yusuf bin Umar'a duyururlar deyu
bazı günlerde Azderi'ler katında, bazı günler Şiiler katında kalırdı. Ve halk
gerek Azderiler ve gerek Şiiler'den güruh güruh gelip, bi'at iderlerdi ki
Tanrının kitabı ve peygamberin sünneti deyu. Nihayet-il-emir onbeş bin kişi biat
etti. Yusuf bin Umar'ın haberi olmadı andan. Sonra Zeyd Efendimiz huruç
(ayaklanma) hazırlığı gördü. Kûfe kavminden Süleyman bin Seraka adlı bir kişi
gelip, Yusuf bin Umar'a bu kıssayı hikayet eyledi.'' (Veli Baba Menakıbnamesi,
s.138).
Zeyd'in politik etkinlikleri oldukça gizli ve akılcı önlemlerle örülüydü. Aynı
Kûfelilerin, yaklaşık 70 yıl önce dedesi İmam Hüseyin'e yaptıkları ihaneti
unutmamıştı. Kûfeli kabile başkanlarına mektuplar yollarken en gizli yöntemleri
uyguluyordu. Veli Baba (agy, s.138-139) yine de bunlardan birinin, Kûfe valisi
Yusuf bin Ömer'in adamlarının eline nasıl geçtiğini şöyle hikaye ediyor:
``Efendimiz (Zeyd) tarafından bir adam çıktı. Çağırup yanlarına getürdiler. Ve
onu `kandan (nereden) gelürsin kande gidersin?' didiler. Ve anın üzerini
aradılar, hiç nesne bulamadılar. Elinde bir asası var idi, elinden gördüler ki
ol asanın bir tarafından mum yapışmış. Gördüler ki ol asanın içi mücevvef (oyuk)
ve içinden bir name çıkardılar. Ve ol nameyi okudular: `.. İmdi ey Müslümanlar,
siz bilürsiz ki, ne hal ve bela ile mübtelasız (tutulmuşsunuz) ki sizin
ortanızda bunca türlü fitneler vardır. Ve nahak yere kanlar olur ve mallar
alınır. Pes şimdi ben sizi, Tanrının kitabı ve Peygamberin sünneti üzerine
da'vet iderim ki zalimler üzerine cihad olup, mazlumların dadını (hakkını)
alalım. Pes vaciptir (gerektir) ki siz dahi itaat idesiz ve hakka nusret
(yardım) idesiz ve bu name size erişecek, eglenmeyüb benim katıma gelesiz.'...''
Kanaatımızca Emevi'lerin siyasetini beğenmeyen Sünni bir topluluk olan
Azderi'lerle akrabalık kurması, Zeyd'in Şiilerle bir denge stratejisi uygulama
isteğini gösterir. Belki de bu nedenle `Ebubekir ve Ömer'i dışlamama' siyaseti
izlemişti. Biraz önce, Kûfeli muhbirlerin Yusuf bin Ömer'e haber yetiştirmeleri,
Kûfelilerin mescide sokulması ve bir daha oradan çıkmamaları; Zeyd'e ihanetleri
ve Zeyd'in korkunç sonu anlatılmıştı. Veli Baba biraz daha ayrıntılı olarak
hemen hemen aynı olayları sergilemektedir. Kûfelilerin korkaklığını ve
ihanetini, ayaklanmayı bastırmada Yusuf bin Ömer'ın kullandığı yöntemi özetle
şöyle vermektedir:
``Ve çağırıp etti: `Ey Kûfe kavmi benimle bi'at ittiniz. Hakka yardım
idiniz.'... İmdi bi'at idenler anın (Zeyd'in) avazını işidirler lakin evlerinden
dışarı çıkmazlardı. Ve asker durmayıp cenk iderdi. Yusuf bin Umar çağırup itti:
`Her kişi baş getüre veya esir getüre bin dirhem sin (gümüş) viririm. Pes
Şamiler (Şamlılar) cenge haris olup başlar getirüp, akça alurlardı. Hem
getürdikleri esiri Yusuf bin Umar mecal virmeyüb katliderdi. Ve getürene bin
dirhem virirdi.'' (agy, s.140-141).
Zeyd oğlu Yahya'nın eylemi hakkında da epeyce bilgi vermektedir Veli Baba.
Babasının öldürülmesinden sonra Kûfe'den kaçan Yahya, önce Kerbela'da, ondan
sonra Medayin kentinde gizlendi. Yusuf bin Ömer'ın adamlarından kurtulmak için
``hemen Yahya Medayin'den Komış'a andan Serhas'a vardı, andan Merv'e, andan
Horasan'a geldi.'' Ama Horasan'da vali Nasr bin Seyyar halife adına onu
yakalattı, ``sağ elini zincir ile boynuna bağlayıp, Merv'de zindana koydurdu''.
Yahya ancak Hişam'ın ölüp, Abdülmelik'in halife olmasıyla serbest bırakıldı.
Yahya başkaldırma hazırlıkları içindeyken, Nasr bin Seyyar, komutanlarından
Eslem Bin Ahır'ı üstüne gönderdi. ``Ol dahi Kirman yolunda Yahya'yı karşıladı ve
yolunu bağladı. Yahya'nın yedi yüz askeri vardı. Ol yedi yüz kişi on bin kişi
ile cenk ittiler.'' Eslem bin Ahır tek kişi kalmamasına hepsini şehit eder. Bir
okla yaralanan Yahya'nın ``Sure bin Avle namında bir Yezid gelüp mübarek başını
kesti... Nasr dahi başı Velid aley-il-la'neye gönderdi. Ve emreyledi ki
gövdesini dar ağacına asdılar. Ta Eba Müslim gelinceye ol darağacında asılı
kaldı. (agy, s.143-146)
Zeyd'in diğer oğullarını ve ölümünden sonrasını Veli Baba şöyle anlatıyor:
``Cedd-i alamız Hz. Zeyd... şehid olduğunda ceddimiz kebir mahdumu (atamız büyük
oğul) Hüseyn-i Züd-dem'a ve İsa mü'tem-il- Eşbal ve diğer mahdumu Muhammed
Medine-i Münevvere'de olurlardı. Ol vakit ki ceddimiz Zeyd-eş-Şehid'in şehadeti
Medine-i- Münevvere'de işittirildi. Caferi Sadık Efendimiz hazretleri bu üç
yetimleri bağrına basup nice gün karalar giyüp matem itti. Tamamen sinn-i
rüştlerine baliğ oluncaya (erginlik yaşına erişene) kadar pederlerinin yokluğunu
bildirmeyüp her hususlarında say-i beliğ idüp (fazlasıyla çaba harcayıp) ve
tahsil-i kemallerine kemal (tam) derece itina itti. Kendilerinin pederlerinden
ziyade te'ehhül ve tezevvüç (evlenmelerine) itmelerine gayret itmiştir.'' (agy,
s.154)
I.III.2. Zeyd'in torunları Anadolu'da
Kırk sekiz yaşlarındayken öldürülen Zeyd'in dört oğlu bir kızı
vardı. Kendisinden 2-3 yıl sonra Cüzcan'da idam edilmiş olan Yahya'nın ise
çocuğu yoktu. Zeyd'in kızı Cezla küçük yaşta öldü. Zeyd'in Anadolu'da yeşeren
soyu, diğer üç oğlundan biri olan Hüseyn-i Züd-dema'dan (gözü yaşlı Hüseyin) ve
diğer adıyla Hüseyn-i zül-İbre' den türemiştir. Zeyd oğlu Hüseyin otuz dokuz
yaşındayken, 760'lara doğru Medine'de ölür. Hüseyn-i Züd-dema'nın oğlu Yahya'nın
Ardeşir' e göç ettiğini görüyoruz. Bunun nedeni Halife el-Mansur'un (754-775)
ilk dönemlerinde Zeyd'in kuzenlerinden Abdullah'ın oğulları Muhammed'in
Medine'de, İbrahim'in Basra'da peşpeşe başkaldırıları olmalıdır. Halifenin
buyruğuyla her ikisi de vali İsa bin Mahan tarafından Medine ve Basra'da idam
edilmişlerdi (Al-Şahrastani, Kitab al-Milal, s. 272-273).
Emeviler ve onu izleyen Abbasiler, Ali soyundan ve Ehlibeyt'ten gelenlere baskı,
zulüm, hapis ve işkenceyi kendilerine politika edinmişlerdi. Abbasi baskıcı
yönetimine karşı Şiileri ve diğer ezilen kesimleri ayaklandırma çabası içinde
olduklarından kuşkulanılan Alioğulları, sürekli izlendiklerinden durmadan yer
değiştiriyorlardı.
Örneğin İmam Hasan'ın torunlarından Yahya bin Abdullah'ın başına halife Harun
el-Reşid (786-809) ödül koymuştu. Yemen, Mısır ve Magrip ülkelerini dolaşan
Yahya bin Abdullah, sonunda Irak'dan Rey'e geçmenin bir yolunu bulduysa da orada
da duramadı. Horasan'daki halife valisine yakalanma korkusundan, Transoksiana'ya
geçip, bir süre bir Türk kağanının yanına sığındı. Gizlice müslüman olan Kağan
ona destek verdi. Oradan Hazar'ın güneyinde dağlık Tabaristan'dan Daylam
(Deylem) bölgesine geçti. Böylece 790'larda bu bölgeye gelen ilk Ali
oğullarından ve Ehlibeyt İslamlığını yayanlardan oldu (B.S.Amoretti, ``Sects and
Heresies'', The Cambridge History of Iran, Vol.IV, Cambridge University
Press-1968, s.509).
Ali evlatlarının yerlerini bilen veya onları görenler, halifeye gammazlayıp ödül
alıyorlardı. Muhtemelen aynı halife, Zeyd'in torunu Yahya'yı;
``... bir münafıkın iğvasıyla (aldatmasıyla) Ardeşir'den Bağdad'a yürüyüp, benim
üzerime huruç (isyan) idecekmişsin deyü hilafet kıskanup bi-gayr-i hakk-ın(
haksız olarak) katl ittirdi. Bu sebeple şehit oldu... Müşarun'ileyh (adı geçen)
Yahya'nın şehadetinden sonra mahdum-u alileri (büyük oğulları) Muhammed-il
Aksasi pederlerinin bu hal ile şehadetine adem-i tahammülünden (dayanamayıp)
orada yerleşmek kendüsine zindan olup Kûfe köylerinden Aksas nam karuyyaya
(köye) gelüp, orada tavattun idüp (vatan tutup) ellibeş yaşında olduğu halde
Hicret-i Nebeviyyeden (... yüz doksan veya ikiyüz? - İ.K.) beş sene sonra
Hulefa-yi Abbasiyeden (...Emin veya Memun 809-13/833- İ.K.) saltanatında
irtihal-i dar-i bakaa (ebedi dünyaya göç) buyurmuştur.'' (Veli Baba
Menakıbnamesi, s.155-56)
Halife Memun (813-833) zamanında, Zeyd oğlu Muhammed'in oğlu Muhammed'in, bir
başkaldırıya karıştığını görüyoruz. Olasıdır ki Yahya el-Ardeşir'in oğlu
Muhammed-il Aksasi de 815 yılındaki bu Zeydi ayaklanması sırasında ölmüştür.
Anlatıldığına göre, Şiiliğe geçmeden önce halifeye hizmet etmiş eski bir çete
başı olan Abu-l-Suraya bu başkaldırıyı yönetmiştir. Önce İmam Hasan'ın
evlatlarından gelen Muhammed bin Tabataba adına isyanı Kûfe'de başlatan
Abu-l-Suraya, onun yaralanıp ölmesiyle, Zeyd'in torunu Muhammed'i, yani İmam
Hüseyin soyundan birini imam seçerek başa koydu.
Kûfe'yi ele geçiren Abu-l-Suraya, adına para basıp, bu girişimine devlet örgütü
görünüşü verdi. Basra, Wasit, Medain ve Mekke'ye temsilci elçiler gönderdi.
Sonra Bağdad üzerine yürüdü. Ama Irak valisi El Hasan bin Sahl ve Horasan valisi
Harthama, bütün Abbasi yandaşlarının evlerinin yağmalandığı Kûfe'yi geri
aldılar. Abu-l Suraya izlenip yakalandı ve 15 Ekim 815'de idam edildi.
Ocak ayında başlamış olan isyan Ekim'de bastırılmıştı. Basra'da Zeyd el-Nar
(ateşli, yakan Zeyd) namıyla kahramanlıkları bilinen Zeyd bin Musa'nın isyanı da
çabucak bastırıldı. Bu arada Mekke'deki temsilci, Abu-l Suraya'nın ölümünün
arkasından, kasım ayı içerisinde, İmam Caferi Sadık'ın torunu olmakla birlikte
siyasi olaylardan uzak yaşamakta olan Muhammed el-Dibac'ı ``inananların emiri''
ilan etmeyi başardı. Ancak halife kuvvetlerince Mekke çabuk geri alındı ve
Muhammed el-Dibac Cürcan'a sürgün edildi.
Yine Mekke'den bir Hüseyin soylu, Abu-l-Suraya tarafından Yemen'e gönderilmiş
olan İbrahim bin Musa, birçok kanlı çarpışmalardan sonra Yemen'e girdi. Böylece
816 yılında Yemen'e adım atıp, Zeydiliği buraya ilk getiren kişi İbrahim bin
Musa oldu. (Henri Laoust, Les Schismes dans l'Islam, Paris- 1983, s.93-94).
Zeyd'in soyunu Anadolu'ya taşıyanların, kendilerinden en az üç Seyyid Ocağı
çıkan, Muhammed il-Aksasi'nin oğlu Ali-yyül Medeni ve amcası El Hasan-üz Zahid
olduğu görülmektedir.
Aksas köyünden Medine'ye geri dönen Ali orada yirmi yılı aşkın bir süre oturur.
Veli Baba, Menakıbname' de (s.156) onun hakkında şu bilgileri geçmektedir:
``Ali-yyül- Medeni (şehirli) ve Ali-yyül Zehid (ibadete düşkün) namlarıyla
meşhur bir fazıl (erdem sahibi) idi. Aksas kariyyesinden Medine-i Münevvere'ye
hicret idüp, yirmi seneyi mütecaviz Medine'de ikamet idüp devlet-i Abbasiyye'nin
zulüm ve ta'addisinden (adaletsizliğinden) rahat idemeyüp bir gece Medine'den
huruç (çıkış) idüp Kürdistan'da Malatya nam şehre gelüp Malatya amirine haber
virdiler. Emir, Ali-yyül Medeni'yi huzuruna alup yer gösterdi, oturdu. Nereden
gelüp nereye gidersin ve kangı.. deyu sual eyledi.
``Müşarün'ileyh (işaret edilen) Ali-yyül-Medeni dahi vuk'-u hali (olup
bitenleri) ve Beni Haşim kabilesinden idüğünü haber virdi. Malatya amiri
muhibb-i Ehl-i Beyt ve Ömer neslinden olduğunu bildirüp, `Müsterih-ül-bal (gönlü
rahat) ol' didi. `Bizim bu şehirde bir cami vardır, hatibi yoktur. Seni bu
camiye hatip nasbideyim' didi.''
Ali-yyül Medeni bu görevi sürdürürken ölür.
Arada başkaları da görev yapmış mıdır bilinmiyor. Ama Ebi Cafer
Muhammed, Veli Baba'nın aynı yerde (s.156) verdiği bilgilere göre, Muhammed otuz
yıl bu camide hatiplik yapmıştır. ``... Necl-i necipleri (soylu oğulları) Ebi
Cafer Muhammed cami-i mezkurda (zikredilen camide) otuz sene mikdarı imamet ve
hitabet ittikten sonra elli yedi yaşında olduğu halde hicret-i Nebeviyye'den
ikiyüz seksen dokuz sene sonra Hulefa-yı Abbasiyye'den Mutedid b-illah bin
Muvaffak bin Mütevekkil zaman-ı saltanatında (Halife Mu'tedid'in öldüğü yıl olan
901 de - İ.K.) irtihal-i dar-ı bakaa (ebedi öbür dünyaya göç) buyurmuşlardır.''
Menakıbname' de Ebi Cafer Muhammed'i anlatan paragraftan önceki 7-8 satırın
okunamaması, yorumu güçleştiriyor. Çünkü Veli Baba soyağacında, Ali-yyül Medeni
ile Ebi Cafer Muhammed arasında oğlu Zeyd-i Rabi ve torunu El Hasan Gazi
bulunmaktadır. (agy, s.122). Dolayısıyla Ebi Cafer Muhammed torununun oğludur.
I.III.3. Seyyid Battal Gazi ve Bizans-İslam Devleti Sınırboyları
Soyağacında gördüğümüz çok önemli bir husus da Battal Gazi'nin -
diğer adıyla Cafer el-Gazi'nin - de Zeyd'in soyundan geldiğinin açıklığa
kavuşmasıdır. Ebi Cafer Muhammed ile amca çocukları olmaktadır. Babaları Hasan
ve Hüseyin Gazi, sınır kenti Malatya'da birer İslam bahadırıdırlar. Battal
Gazi'nin de aynı yolu seçtiği, günümüzde bile zevkle okunan maceralarından
açıkça bellidir. Ancak Ebi Cafer Muhammed'in otuz yıl boyunca imamlık, hatiplik
yaptığına bakılırsa o ``ilim-irfan''ı seçmişti.
Ali-yyül Medeni, kabilecek 830'larda Malatya'ya geldiğinde, kentin emiri Ömer
ibn Abdullah el-Akta idi. Gerek Bizans ve gerekse İslam sınır kentleri o
dönemlerde, merkezden uzak olduklarından çok kere bağımsız hareket eden otonom
çevrelere dönüşmüştü. Bu Anadolu sınır kentlerinde yaşayan halklar, birbirinden
nefret etmeyen bir tablo oluşturmuş, kuvvetler dengesinde yeni İslam-Bizans
ilişkisi yaratma çabasına girmişlerdi. (Alain Ducellier, Byzance et le Monde
Orthodoxe, Paris-1986, s.133).
Hristiyanlık ve İslam ortodoksluğu ile yine iki dinin heterodoksizminin içiçe
girdiği, dostluğun düşmanlığın, yiğitliğin kahpeliğin ve savaşın birarada
yaşandığı bir bölgeydi burası. 833-34'den itibaren Hurremiye hareketinin aldığı
ilk yenilgiden sonra 2 bin Babek savaşçısı, aralarındaki anlaşma gereğince,
Bizans'a girmişti. Başlarında ünlü komutanları Nasr Theophobos bulunuyordu.
Nasr, Bizans imparatoru Theophilos'un 837 yılında Abbasi'lere karşı yaptığı
Sozopetra (Doğanşehir) savaşında büyük rol oynamıştı. Ama aynı yıl, Hurremilerin
önderi Babek, Bizans'tan boş yere yardım bekledi.
Yine bu dönemde Paulikien'ler (Polikyenler) Fırat'ın doğusuna, kıvrım yaptığı
Bizans arazisine yerleşmişler ve Malatya emiri ile dostluk ilişkisi içinde
bulunuyorlardı. Bizans'ın Anadolu eyaletlerine (Thema'lara) akınlar yapıp,
yağmalarla yaşıyorlardı.
İlk önceleri, Emir'in onlara bağışlamış olduğu Arguvan'a yerleşen Paulikienler,
önderleri Karbeas'ın yönetiminde 845 yıllarında Tephrike (Divriği) kalesinde,
tam asker ruhlu bir devlet merkezi kurdular. Bu, Müslümanlar için 856, 859, 861
yıllarındaki Bizans saldırıları sırasında hazır güç oldu. Ancak sınır boyları
otonomizminin özelliği olarak, Paulikienler 863'deki Emir Ömer İbn Abdullah'ın
ölümü ve Müslümanların yenilgisiyle sonlanan büyük sefere katılmadılar. (Alain
Ducellier, agy, s.134. Karş.: Georg Ostrogorsky, Çeviren: Fikret Işıltan, Bizans
Devleti Tarihi, Ankara-1981, s.195 ve 207)
Burası, iki dünyanın edebi destan geleneklerinin filizlendiği verimli, ortak
toprağıdır. Ve bunlar, birbirlerine şiddetle karşıt dinsel ve kültürel
dışlamaları aşmış ``sınırboyu insanları''dır. (Tel est le terrau commun ou
germent les tradition epiques des deux mondes: sous des dehors religieux et
culturels violement antagonistes, ce sont les ``hommes de la frontiere''.)
Grekçe yazılmış Digenis Akritas (anlamı: Çifte ırktan sınıradamı, akıncı,
bahadır - İ.K.) destanında heyecan verici maceraları anlatılan bu kişiler, bazan
hısım-akraba ve çok kere suç ortağıdırlar. Aynı zamanda Seyyid Battal'ın, Anter
ve Zat el- Himma'nın Müslüman çevreleridir. (Alain Ducellier, agy) Aynı çevrede
Türk unsurların varlığı da sözkonusudur. 9.yüzyılın ilk yarısından itibaren
Bizans-Arap sınırboyu halklarıyla yüzyüze geliş ve karışım başlamıştır. İrene
Melikoff'un saptamalarına gözatarsak durumu daha iyi anlayacağız:
``Arapların Bizans'a karşı açtıkları seferlerde, özellikle Halife Mutasım
(833-842) zamanından beri, Rum (Anadolu) kafirlerine karşı Cihat'ta Türkler
fiili askerlerin çoğunluğunu oluşturmaktaydı. Bu sınır alanlarında Gazi'ler,
Bizans seferlerinin akıncıları Akrites'lerle - ki bunlar arasında pek çok paralı
Türk askerler vardı - karşı karşıya gelmekteydiler. Zaman geçtikçe sınır
bölgelerinde, Küçük Asya'da çok daha sonra Türk egemenliğinin yayılmasını
yeğlemek zorunda kalan bir etnik kimlik biçimlendi. Bizans kadar Arap-Türk
destan edebiyatında bölgedeki durumun yaşayan bir kanıtı vardır. Digenis Akritas
destanıyla Seyyid Battal'ınki arasında mevcut bulunan ilişkilerin incelenmesi,
bu konuya açıklık getirecektir.'' (İrene Melikoff, La Geste de Melik Danişmend,
Paris-1960, s.49).
Bu dönemde Bizans ve Arap sınırboyu bahadırlarının yarattığı destanlar birbirine
karışmış. Bizans Hristiyan halkları arasında terennüm edilen Digenis Akritas'ın
serüven destanlarıyla, Müslüman halklar arasında söylenmekte olan Seyyid
Battal'ınkiler neredeyse birbirinin aynısıdır. Bu konuda Louis Brehier'in
söylediklerini kısaca özetleyelim:
``Digenis Akritas destanlarının bilinen en eski toplayıcısı Kappadokia-Caesereia
(Kayseri) episkoposu Arethas'dır (850-932). Gezginci halk ozanı ve güldürü
ustalarının kapı kapı dolaşarak, tanınmış kahramanların maceralarını makamla
okuduklarını saptamıştır. Bu, çok değerli metin kahramanlık şiirlerinin
9.yüzyılın sonlarında zaten mevcut olduğunu göstermektedir. En eski olan bu
birinci grup metni ve Makedonya hanedanından İmparator Basileios'un (867-886)
Paulikien'lere karşı mücadelesi gibi tarihsel olayların ima edildiklerini ortaya
çıkardıktan sonra Henri Gregoire, halkın konuştuğu Grekçe ile yazılmış şiirin
ilkel versiyonunu 900 yılından sonraya tarihler. Destan tarzındaki şiirlerde
Digenis'in maceralarıyla birlikte silahları, savaş yöntemleri, silah arkadaşları
ve yakın akrabaları da ayrıntılanır. Örneğin `Andronikos'un oğlu' adlı şiirde;
anasının (Eudokia) Araplar tarafından kaçırıldığı ve kendisinin hapiste doğduğu
ve daha çocukken yaptıkları anlatılır.'' (Louis Brehier, La Civilisation
Byzantine, Paris-1970, s.337, 339).
``Bizanslılarınki gibi Arapların da epik (destansı) halk şarkıları vardı. Bunlar
kendi Emir'lerinin Bizans'a karşı kahramanlıklarını anlatıyordu. Digenis'in
babasının maceralarını anlatan şiirin ilk bölümlerine onların girdiğinin kabul
edilebileceğini sanıyoruz. Orada Araplar'ın elverişli bir dönemde bulundukları
gösterilir ve Mezopotamya'daki Ali taraftarlarının kenti olan Kûfe ve bütün
Suriye'yi hükmü altında tutan emir Digenis'in babası tarafından zaptedilmiş
kentlerin sayısı verilir. Digenis'in kendisi Apelat'lardan daha az Arap'larla
savaşmaktadır. Arap savaşlarının diğer olaylarından, çeşitli versiyonlarda
sözedilmektedir. Bir Arap şövalyesinin (Battal Gazi- İ.K.) romanından üretilmiş
bir Türk romanı, Malatya'lı bir Arap kabilesinin İmparatorluk içinde göçünü
göstermektedir. Bir Bizans Theması içerisine yerleştirilmesi de bilinen
olaydır.'' (agy, s.338).
Sınırboyu insanlarının ayrı dil, din ve kültürden olmalarına rağmen,
birbirlerine hoşgörülü davranmaları ve ortak kültür elemanlarını kullanma
geleneğinin oluşması, hiç kuşkusuz bölgenin siyasi durumuyla yakından
ilişkilidir. Herşeyden önce bu sınırboyu yerleşim birimlerinin kısa zaman
aralıklarıyla sık sık Araplar ve Bizanslılar arasında el değiştirmesi, farklı
inanç ve kültür topluluklarını her türlü dayanışma ve kaynaşmaya zorlamıştır.
İstanbul Ortodoks kilisesi ve konsüllerinin kararlarına olduğu kadar, Abbasi
Sünni dogmatizmine (Ortodoks İslamlığa) aykırı inanç ve düşünceler de, merkezden
uzak olmaları dolayısıyla buralarda tutunup yükselmiştir.
Örneğin iyilik-kötülük ikilemi ilkeleri üzerine kurulu Manicheizm'den
(Manikheizm) derinden etkilenip Hristiyanlığa değişik bir yorum getiren
Paulikienizm (Polikyenizm) bu bölgede doğup gelişti. 7.yüzyılın başlarında
Samosata'dan (Samsat) çıkan bir avuç inanç topluluğu olan Paulikienler,
9.yüzyılın ortalarında Bizans'ı sarsacak bir sınırboyu devleti kurmuşlardır.
Ancak bu devletin kuruluşuna en büyük yardım, Abbasi devleti merkezinden uzak
Malatya emiri Ömer bin Abdullah'tan gelmiştir.
Görüyoruz ki, Malatya'ya gelip yerleşen Arap kabileleri, Abbasi yönetiminin
resmi dini Sünniliğe karşı olanlardır. Emevi ve Abbasilerin, saltanatlarını
sürdürebilmelerini Alioğullarını (Ehli Beyt soyundan gelenleri) yok etme
siyasetine bağlamaları, onların ve Ehli Beyt'i sevenlerin İslam imparatorluğu
merkezinden uzaklaşmalarına neden oluyordu. (9.yüzyılda bu bölgeye yerleşmiş
Beni Habib adında bir Arap kabilesinden de sözedilmektedir.) 10.yüzyılın
sonlarında bu sınır kenti Malatya'nın nüfusu 60 bine ulaşmıştır. (Alain
Ducellier, agy, s.188) Kent, çeşitli halkların, inanç ve kültürlerin mozaiği
görünümündedir.
Veli Baba soyağacını somut bir kanıt gibi ele almak durumundayız. Veli Baba
soyu, soyağacında görüldüğü gibi Battal Gazi'nin Zeyd'in torunlarından olması
dolayısıyla, İmam Zeynelabidin yoluyla İmam Hüseyin'e ve İmam Ali'ye
ulaşmaktadır.
Demek ki, İslam heterodoksizminin, yani Alevi- Bektaşiliğin Battal Gazi'yi
savaşçı bir Arab bahadırı gibi değil, Seyyid Battal Gazi olarak tanıması ve onu
bir Veli bilip, ceminde devranında sürekli anması, boşuna değildir. 17.yüzyılın
başlarında yaşamış Alevi ozanı Kul Hüseyin, Battal Gazi Destanı'nı altı dörtlük
içinde şöyle vermektedir:
Kalktı Malatya'dan huruç eyledi
Bin Hüseyin-i Gazi Seyyid Battal
Ben atamın kanını alırım dedi
Bin Hüseyin-i Gazi Seyyid Battal
Şemmas seyrde gördü idi düşünü
Dua kıldı Hak onarsın işini
İndi kesti Muhribal'ın başını
Bin Hüseyin-i Gazi Seyyit Battal
Battal da haykırdı meydana girdi
Naranın sesi asumana erdi
Babik'in gözünü oydu çıkardı (Babek)
Bin Hüseyin-i Gazi Seyyit Battal
Otuz altı arşın kadd ü kameti (boyu bosu)
Gören kafirler de alır heybeti
Tevabil lalası Aşkar'dır atı
Bin Hüseyin-i Gazi Seyyit Battal
Hak nazar kılmıştır Seyyit Gazi'ye
Kaf dağında koparır tak bazuya
Gör ki ne işledi Akabe cazuya
Bin Hüseyin-i Gazi Seyyit Battal
Hüseyin'im eydür dileğim budur
Öğmüş de yaratmış ol gani kadir
Urum'u İslam'a getiren odur
Bin Hüseyin-i Gazi Seyyit Battal
Irene Melikoff Battal Gazi'nin tarihsel kişiliği ve kahramanlık destanları
hakkındaki düşüncelerini şöyle özetliyor:
``Battal'ın menkıbelerinin ilk izleri, Emevilerin Bizans'a karşı seferlerinin ve
Abbasilerin ilk savaşlarının sözlü anlatımlarında bulunmaktadır. Arap şövalyelik
romanlarında billurlaşan bu menkıbeler, Arapça esinlenmeli yeni bir Türk
destanları dizisinin başlangıç noktasına hizmet etti. Fakat Türkleştirilmiş
Battal'da Mesleme (717-18 yıllarında İstanbul'u kuşatan Emevi komutanı, halife
Abdülmelik'in kardeşi- İ.K.) ordularının eski kahramanını tanılamak (teşhis)
zordur. Belki hikâyenin bazı kısımlarında, tıpkı Türk kahraman Alp Er Tonga ile
Afrasyab'ın birbirine karıştırıldığı gibi karıştırılmıştı.
``Seyyid Battal'ın romanı bir bütünlük içinde biçimlenmemiş; birbirine karışmış
birçok rivayetlerden düzenlenmiştir. Bunlardan biri ve belki en hayret edileni,
Battal'ın İranlı Afşin'in yerine geçtiği bir Babekname'dir. Bu Afşin'in
(kökeninin Türk olduğu bilinen Afşin konusunu Melikoff bir başka makalesinde
tartışmakta, Türk veya İranlı olmasını önemli görmemektedir. - İ.K.) anti-Arap
hareketleri desteklediği halde, Arapları yanılgıya düşürdüğü iyi bilinmektedir.
Ayrıca Battal'ın beyaz fili aramak için Hindistan'a seyahatı epik romana
eklenmiş bir masaldır. Masaldaki kişinin savaş kahramanıyla hiç ilgisi yoktur.
``Arapça bir kahramanlık destanının varlığı ve ondan Battalname'nin Türkçeye
çevrilmiş olabileceği zannediliyordu. Özellikle Türk halk edebiyatının sözlü
olduğu bir dönemde çeviriden hiç söz edilemez. Kaldı ki klasik öncesi Türk
Edebiyatında çeviriler çok nadirdir ve varolduğu ileri sürülen yapıtlar daha çok
uyarlamadır; yabancı başyapıtlardan az çok bağımsız olarak, Türk anlayışı ve
zevkine uydurulmuştur. Bu eğilim, ağızdan ağıza geçme geleneği biçiminde Türk
halk edebiyatında sürdürülür. Seyyid Battal romanı, Gaziler arasında anlatılan
Arapça destanların başlangıç noktası olmuştur... Diğer yandan Seyyid Battal
romanının Selçuklu döneminde, belki 11.yüzyılın sonu 12.yüzyılın başlarında
düzenlenip yazıldığı sanılıyor.'' (İrene Melikoff, La Geste de Melik Danişmend,
Paris-1960, s.46,47).
Veli Baba soyağacında görüldüğü gibi, Hüseyin Gazi oğlu Seyyid Battal Gazi'nin
Mesleme ile - aralarındaki en az yüzyıllık süreden ötürü - bir ilişkisi olamaz.
Üstelik Muhammed-Ali soyundan gelen bir kimsenin, kanlı düşmanı olan bir Emevi
komutanının buyruğu altında savaşmayacağı daha akla yatkındır. Sonra, Alevi
geleneği, Emevi saflarında çarpışmış bir savaşçıyı ``Seyyid'' sıfatıyla anıp,
velileştirmez. Mezarının bulunduğu Seyyitgazi'de bir ocak, bir tekke
oluşturulmuş ve burası Alevilerin en kutsal yerlerinden biri olmuştur.
16.yüzyılda ``bu tekkede hizmet yapanların `fesatçılar' olduğunu ve yakalanarak
hapse atılmalarını'' buyuran padişah fermanları mevcuttur. (Sureyya Faroqhi,
``Seyyid Gazi revisited: The Foundation As Seen Through Sixteenth and
Seventeenth Century Documents'', Turcica XIII-1981, s.90-101).
Olasıdır ki Emevi İslamla Bizans arasındaki savaşlarda, yiğit Arap
savaşçılarından birinin maceralarından bazı motifler Battal Gazi öykülerine
karıştırılmış olabilir.
Seyyid Battal Gazi, Abbasi halifesi adına Malatya valisi Ömer bin Abdullah'ın da
katıldığı Sozopetra (837), Amorion (838) ve daha birçok sınır savaşlarının
kahramanıdır.
Kanımızca Battal Gazi'nin Babek olayına girişi, yani aynı yıllarda kuvvetlerini
dağıtarak Babek'i yakalayan Afşin'in yerine geçirilmiş olması, onun Sozopetra
savaşında Babek'in önemli adamı Nasr Theophobos'a karşı savaşmasına
bağlanabilir. Yukarıda Kul Hüseyin'nin nefesinde ``Babik'' adının geçmesi de bu
bağı güçlendirebilir. Ya da hiç olmazsa, İrene Melikoff'un ileri sürdüğü,
Afşin'in ağızdan ağıza dolaşan maceralarının, o zındıklıkla suçlanıp, idam
edildikten sonra Battal Gazi'ye yüklenmesine yardımcı olmuştur. (İrene Melikoff,
``Notes Turco-Caucasiennes: Babek le Hurrami et Seyyid Battal'', Revue de
Kartvelologie, XIII-XIV, Paris-1962, s. 73-75)
Yukarıda belirtildiği gibi, 9.yüzyılın ilk yarısından itibaren Abbasi ordusunda
paralı askerler olarak Türklerin varlığı hatırı sayılır biçimde artmıştı.
Ayrıca, 20 yıl boyunca Ortodoks İslamlığa (Sünniliğe) karşı savaşan ve Abbasi
halifelerine kan kusturan Babek kuvvetlerinin içinde de çok sayıda gönüllü Türk
(örneğin, halife kuvvetlerinden ayrılıp Babek tarafına geçen Noktay'ın
kumandasında 20 bin) bulunduğu bilinmektedir. (İrene Melikoff, agy, s.72, 78).
Öyle ki, Sozopetra (Doğanşehir) savaşında, Bizans imparatoru Theophilos'la,
Abbasilere karşı yaptıkları dostluk anlaşması gereğince İmparator'un yanında
savaşan Babek kuvvetlerindeki Türkler karşı karşıya gelmişlerdir. 837-8 yılları,
belki Horasanlı ve Orta Asyalı Türkler'in - yanlarında ve karşılarında olarak -
Bizanslılarla ilk karşılaşma tarihi olabilir.
Kuşkusuzdur ki Seyyid Battal Gazi'nin kahramanlık öyküleri - yanında ve
karşısında bulunan - bu savaşçı Türkler tarafından Türk diline taşınmıştır.
Hatta denilebilir ki, bu taşıyıcı kişiler, olayları Seyyid Battal ile birlikte
yaşamış olduklarından, doğrudan kendi dilleriyle kendi halkları arasına
yaymışlardır. Aradan yüzyıl geçmeden Küçük Asya'ya (Anadolu) ilk giren Türk
akıncı beylerinin Gazi adını taşıması herhalde rastlantı değildir. Seyyid
Battal'ın ``Gazi'' sıfatı, bu geleneğin başlangıcını oluşturmaktadır.
Örneğin 1040'larda Malatya'yı fetheden Melik Danişmend'in kahramanlık öykülerine
Seyyid Battal'ınkiler girmiş ve 13.yüzyılın ortalarında ilk kez derlenip yazılan
Danişmend Gazi Destanı, hemen tümüyle Battalname'den esinlenmiştir (İrene
Melikoff, La Geste de Melik Danişmend, s.47). Bu nedenle milliyetçi çevreler,
Battal Gazi'nin Türk kahramanı Danişmend Gazi'nin kendisi olduğunu ileri sürmüş
ve onun Ehlibeyt soyundan gelmiş olduğunu yadsımış, onu ``Türk'' yapmışlardır.
Bazı aydın yazar- çizerler de Seyyid Battal Gazi'yi yaşamamış, efsanevi bir
kişilik'' olarak görmekte ısrar etmektedirler.
Tüm yukarıdaki bilgilerden anlaşılacağı üzere, Seyyid Battal Gazi, 4.İmam
Zeynelabidin'in oğlu Zeyd'in soyundan gelmiş ve Malatya'da büyüyüp yetişmiş,
Bizans'a karşı Müslümanların yaptıkları savaşlarda gösterdiği başarıları
destanlaşmış bir sınırboyu savaşçısıdır. Ayrıca savaşçı Türklerle hem yan yana,
hem de karşı karşıya savaşmış ve onlarla tanışıp kaynaşan Ehlibeyt soylu bir
Anadolu kahramanıdır.
Sözünü ettiğimiz bu asker Türklerden pek çoğu bu sınır boylarında, özellikle
Malatya ve çevresinde yerleşerek, Arap ve Bizanslılarla karışmışlardır. Zaten
Hazar denizinin güney kıyılarında; Daylam, Horasan, Tabaristan, Kûhistan'da,
740'larda Zeyd'in oğlu Yahya ile başlayan Ehlibeyt soyunun Türk, Kürt ve Pers
halklarıyla karışması olgusu kesintisiz sürmekteydi.
İmam Zeynel oğlu Zeyd'in evlatlarından Ali-yyül Medeni'nin kabilesiyle birlikte
Malatya'ya yerleştiği ve torunlarından Seyyid Battal Gazi'nin kahramanlıklarının
dillere destan olduğu yıllarda, sözünü ettiğimiz bölgelerde amcaoğulları, ömrü
yaklaşık 100 yıl süren ve Sünni Samaniler tarafından yıkılan, bir Alevi
devletinin temellerini atıyorlardı.
I.III.4. Zeynelabidin Oğlu Zeyd'den İnen Veli Baba, Ağuçan, Mineyik
Ocakları
Doç.Dr.Op.Bedri Noyan'ın yayına hazırlamış olduğu Veli Baba
Menakıbnamesi, bir menkıbeler derlemesinden daha ileride, bir tarih kitabı
niteliği taşımaktadır. Kitapta İmam Zeynelabidin oğlu Zeyd ve Horasan-İran,
Yemen ve Anadolu'ya göçüp yerleşen evlatları hakkında önemli açıklamalarda
bulunulmaktadır. Ayrıca Onikimamlar, Alevilik ilkeleri ve hatta Selçuklu ve
Osmanlı imparatorlukları hakkında ilginç bilgiler verilmektedir.
Veli Baba'nın zamanın bilgileriyle çok iyi donanmış bir İslam bilgini olduğu,
öncülleri gibi kendisinin de Osmanlı yönetimiyle arasının iyi olduğu
anlaşılıyor. Kendisinden önceki Seyyid'lerin birçoklarının, padişahların
seferlerine katılıp şehit düştükleri sık sık vurgulanmaktadır.
``Müşarilüneyh (işaret olunan) Veli Baba Hazretleri bin kırkiki (Miladi 1632)
tarihinde İstanbul'a gelüp, sabıkta beyan olunduğu vechile Karya-i Uluköy kendi
sakin oldukları köy olduğundan Seyyid Veli Baba namına dergah-ı şerife vakf
olmağla ol gündenberi `Veli Baba Dergahı' deyu dergah şöhretlenmiştir.'' (Veli
Baba Menakıbnamesi, s.268)
Aslında, 4.Murad (1623-1640) gibi Alevi düşmanı zalim bir padişah zamanında Veli
Baba Dergahı'nın resmen tanınıp, şöhret bulması anlamlıdır. Ancak biz burada
Menakıbname'yi eleştirel gözle değil, Anadolu'da Zeyd'in soyundan gelen üç
Seyyid Ocağı soyağacını karşılaştırma amacıyla ele alma niyetindeyiz.
Nejat Birdoğan, Seyyid-Dede ocakları ve soyağaçları üzerinde ayrıntılı
çalışmasını, Alev Yayınları'nda çıkan Anadolu ve Balkanlarda Alevi Yerleşmesi
adlı kitabında birkaç bölüm içerisinde yayınladı. Birdoğan'ın gerek belgeleri
incelerken ve gerekse Dedelerle, kendilerini Mürşid, Pir ya da Seyyid gören
kişilerle konuşmalarını aktarırken kullandığı suçlayıcı üslubu yadırgıyoruz. Soy
kütükleriyle yetki alınışı ve her yıl yenilenmesi işlemlerini, ``seyyidliğin her
türlü seçkinliğinden yararlanmak... çerağ hakkı, Hakullah toplamaya'' (agy,
s.144), yani kişisel çıkarları gereği yaptıklarına bağlamada ve içlerindeki
yanlış ifade ve bilgiler için küçümseyici, aşağılayıcı ifadeler kullanmada amaç
nedir?
Birdoğan, sonra da: ``bu belgeleri ellerinde tutanlar, onları Tanrı sırrı gibi
saklamaya çalışıyorlar... Saklanan bu kâğıtların Alevi tarihini ortaya
çıkarmaları bakımından önemleri yadsınamaz. Dede soylular, bu esirgemeye neden
gerek görürler?'' (agy, s.143) diye sorguluyor.
Soy kütüklerine böylesine olumsuz ve küçümseyici yaklaşan bir araştırmacı, tabii
ki bu tür belgeleri biraz zor bulur. Osmanlı'nın Nakib'ül Eşraflık kurumu, yalan
yanlış bilgiler üretiyor ya da onaylıyorsa, aydınlanacak ve bilgilendirilecek
yandaş kurumları olmayan ve baskı altına alınarak yönlendirilmiş olan berat
sahibi Dede'lerin ne kabahatı var? Bilimsel objektiflik deniliyorsa, neden
yalnız Dedeler ve Alevi toplumu eleştiriliyor? Özeleştiri mi veriyoruz?
Kitap için söylenecekleri bir yana bırakıp, Nejat Birdoğan'ın Ocak'lara,
özellikle İmam Zeynelabidin'e bağlı soy kütüklerine ilişkin anlattıklarından
özetler aktaralım.
``Dedelerle yönetilen ocaklar, çeşitli yetkiler taşımaktadır. Birinin öbüründen
güçlü olduğu kesin. Bu güçlü oluşun temelinde onlara göre tarihsel eskilik ve
İmam Zeynelabidin'den gelme yatmaktadır. Ayrıca kimi eski ocaklar, zaman
ilerleyip coğrafya genişleyince ve gerek taliplerin, gerekse kendi ocak nüfusu
çoğalınca yeni iş alanları kurmak gereğini duymuşlar ve ocaklarının sayılarını
artırmışlardır. Bir ana ocaktan, ikincil ve üçüncül derecede ocaklar
çıkmıştır...
``İmam Zeynelabidin oğullarından olduğunu ileri süren ocaklardan üçünü ele
alalım. Soy ağaçları bölümünde de belli olacağı üzere, İmam Zeynelabidin'den
başlayarak Ebu'l Vefa'ya dayanan kimi soylar Malatya'nın (Arguvan ilçesine
bağlı- İ.K.) Mineyik köyünde, Elazığ'ın Sün, Hozat'ın Bargin köyünde ve
Divriği'nin Karageban bucağında ocak kurmuşlardır. Şimdi Mineyik'tekiler,
önceden Zeynelabidin'liler, sonradan ise Ebu'l Vefa Ocağı, Sün ve Bargin'dekiler
Ağuçan Ocağı diye ünlenirler. Karageban'dakiler ise Kara Pir Bad Ocağı (ve
Isparta'nın Uluğbey kasabasında Veli Baba Ocağı-İ.K.) diye ünlüdür... Doğrudan
doğruya İmam soyundan, hem de Zeynelabidin'den geldiklerinden kendilerini Mürşid
saymaktadırlar.'' (Nejat Birdoğan, Anadolu'da ve Balkanlar'da Alevi Yerleşmesi,
İstanbul-1993, s.148, s.149)
Nejat Birdoğan'ın İmam Zeynelabidin soyundan verdiği üç Soyağacı örneğine, Veli
Baba'nın soyağacını katıyoruz.
Veli Baba Menakıbnamesi'nde verilen soyağacı üzerinde, isimleri geçen ataları
hakkında teker teker bilgi veriliyor ve yaşadıkları zaman ölüm tarihlerine kadar
açıklanıyor. 9. yüzyılın başlarında Malatya'ya gelişten itibaren ve Ali
Medeni'den sonra, 17.yüzyılda yaşamış olan Veliyeddin el-Gazi el- Meşhur Veli
Baba'ya kadar ise 18 isim geçmektedir. Bunları sırasıyla verelim:
1) El Hasan Edibi Eb-ul Kasım,
2) Kemal es-Şerif,
3) El Hasan Eb-ul Kasım,
4) Muhammed,
5) Hamza,
6) Ali,
7) El-Hasan es-Şerif,
8) Zeyd-i Hamis,
9) El-Hasan Gazi
10) El-Gazi Hüseyin Paşa,
11) Zeyd eş-Şehid,
12) Cafer
13) Ali El-Gazi (Uzun Er),
14) Cafer (Gül Baba Gazi),
15) El-Hüseyin el-Gazi,
16) Cafer üs-Sadık el-Alevi,
17) El-Hüseyin el-Veli el-Meşhur Salıncak Dede,
18) Veliyeddin el-Gazi el-Meşhur Veli Baba.
Şimdi, bu ``Veli Baba soyağacı'' ile ``Mineyikli'' ve ``Ağuçanlı'' soy
kütüklerini (Nejat Birdoğan, agy, s.209, 265) birlikte verip karşılaştırarak,
nerede birleştiklerini, daha doğrusu kaçıncı kuşaktan itibaren ayrıldıklarını
görelim.
I.III.5. Veli Baba Soyağacı'na göre Mineyikli ve Ağuçanlıların karşılaştırılması
1) İmam Ali
2) İmam Hüseyin
3) İmam Zeynel Abidin
4) Zeyd eş-Şehid
5) Hüseyn-i Züd-Dem'a, diğer adıyla Hüseyn-i Zül-İbra (Mineyikli'lerde sadece
Hüseyn-i Zül-Ebra)
6) Yahya El-Ardeşiri
7) Muhammed-ül Asgar el-Ardeşiri V'el-Aksasi('nin)
kardeşi El-Hasan ül-Zahid'den
MİNEYİKLİ SOYAĞACI:
8) Ali-yyüz Zahid-Medeni
8) Muhammed el-Zahid
9) Zeyd-i Rabi
9) Ebul Kasım el-Hüseyn
10) El-Hasan Gazi
10) Seyyid Muhammed (kardeşi Hüseyin Gazi, Seyyid Battal'ın babası)
11) Ebi Cafer Muhammed
11) Seyyid Ali (ö.901-903)
12) Hasan el-Edib (ö.933)
12) Seyyid Zeyd
13) Kemal es Şerif (ö.962)
13) Seyyid Muhammed
14) Hasan Ebu'l-Kasım
14) Seyyid Muhammed (ö.992)
15) Muhammed (ö.1040)
15) Ebu'l Vefa (ö.1017)
16) Seyyid Hamza (ö.1074)
16) Seyyid Ganim
17) Ali bin Hamza (ö.1141)
17) Seyyid Hamis('in)
kardeşi Seyyid Osman'dan
AĞUÇANLI SOYAĞACI
18) Hasan eş-Şair (ö.1168)
18) Seyyid İmad
18) Seyyid Zeki
19) Zeyd-i Hamis
19) Seyyid Abbas
19) Seyyid Salih (ö.1190'lar?)
20) El-Hasan Gazi
20) Seyyid Zeki
20) Seyyid Osman
21) Gazi Hüseyin Paşa
21) Seyyid Salih
21) Seyyid Şerafettin (ö.1225-6)
22) Zeyd eş-Şehid (ö.1274)
22) Seyyid İmad
22) Şeyhü'l Riyan
I.III.6. Soyağaçları Üzerine Bazı Yorumlar Ve Ebu'l Vefa'nın Zeyd Soyuyla Bağı
İmam Zeynel Abidin oğlu Zeyd'e çıkan üç soyağacındaki ortak ayrı
ayrı isimleri yinelemeyi gerek görmedik. Ayrıca bugüne değin bilinen bütün
adları yinelemek de gerekli değildi. Yukarıdaki karşılaştırmada Menakıbname'de
en yetkin bir biçimde düzenlenmiş olan Veli Baba Soyağacı esas alınmış, diğer
ikisinin başlangıç isimleri saptanarak, oradan itibaren yazılmıştır.
Mineyikliler, 8.kuşakta El-Hasan ül-Zahid'le Veli Baba soyunu, Ağuçanlılar ise
18.kuşakta Seyyid Hamis'in kardeşi Seyyid Osman'la Mineyikli soyağacını terkedip
kendilerininkini oluşturmaktadır. Ağuçanlı bir Dede'nin ``biz Mineyiklere Rehber
gideriz, onlarla akrabayız, ancak biz büyük kardeşiz'' diye ifade ettiği
geleneksel doğruyu, bu kardeşlik bağında aramak gerekiyor.
Mineyikli Soyağacı'nda Muhammed Mustafa'ya kadar isimler zincirleme yazılmış
olduğu halde, Ağuçanlı Soyağacı'nda, Nejat Birdoğan'ın örneklemeleri ve
açıklamalarına göre (agy, s.263, 267) 11.kuşak Seyyid Ali'ya kadar düzenli,
fakat oradan atlayıp, 5. kuşaktan Hüseyn'le Zeyd'e çıkıyor. Zaten Ağuçanlı
soyağacında Tacü'l Arifin Seyyid Ebu'l Vefa ve Seyyid Ganim geçmemiş olsaydı,
ilişki kurmak kolay olmayacaktı.
Biz Nejat Birdoğan'ın Mineyikli Soyağacı hakkında düşündüklerine katılmıyoruz ve
ileri sürdüğü gerekçeleri yeterli bulmadığımızı söylemek zorundayız. Ayrıca
belgeleri inceleme yöntemini biraz yadırgadık. Şecerelerin ve onaylanmış
metinler hangileri, tamamı mı değil mi, anlamak olası değil.
Birdoğan, ısrarla ``Mineyiklilerin Ebu'l Vefa'dan gelmediklerini ve Seyyid
Ganim'in babası değil kardeşi olduğunu'' söylerken, 1576 yılında şeyhlerin ve
kadıların tanıklığında verilen kararı kanıt göstermektedir. Bu kişilerin, 1017
yılına (Ebu'l Vefa'nın öldüğü yıla) ait bir belgede, huzurlarına gelen kişinin
dedelerinden birinin bunu Bağdat'tan aldığının ve Ebu'l Vefa soyundan geldiğinin
belirtilmesine rağmen, Seyyid Ganim'in oğul değil kardeş olduğuna karar
vermeleri kadar anlamsız birşey olamaz.
Üstelik 1586, 1783 ve 1792 yıllarında onaylanmış şecerelerde ``Seyyid Ganim'in
Ebu'l Vefa'nın oğlu olduğu'' belirtilmektedir. Ama asıl önemli olan, 1566
yılında yazılmış ve 1759'da onay görmüş Ağuçanlı Soyağacı'nda ``... Seyyid Ganim
ve onun babası Seyyid efendimiz, efendiler şeyhi ve iki göz nuru Tac'ül Arifin
Seyyid Ebu'l Vefa...'' açıklamasıdır. (N.Birdoğan, agy, s.263) Bunu ciddiyetle
dikkate almak zorundayız. Bunların herbiri, çıkışta birleşseler bile, farklı
soyağacı belgeleridir.
Burada da, Anadolu Aleviliğini geniş bir biçimde etkilemiş ve Hacı Bektaş Veli,
Baba İshak, Baba İlyas ve Dede Garkın inanç-yol zincirinin başı Ebu'l Vefa'nın
İmam Zeynel Abidin oğlu Zeyd'den geldiği açıklık kazanıyor.
Kara Pir Bad Soyağacı'nda Ebu'l Vefa'nın ve onu eğitip yetiştiren Dedesi Şeyh
Muhammed Şembeki'nin adlarının geçmesi soy zinciri değil, yol zincirinden dolayı
olsa gerektir. Birdoğan'ın kitabının 231.sayfasında görüldüğü gibi, 1253 yılında
yazılmış ve 1597'de onaylanıp kopya edilmiş soy kütüğünde Kara Pir Bad soyunun
İmam Bakır yoluyla İmam Zeynel ve İmam Hüseyin'den İmam Ali'ye çıktığı
görülmektedir.
Ama nedense Nejat Birdoğan ellerinde şecereleri bulunan Dedesoylu kişileri,
``kendilerini Arap soyuna dayandırma gayretleri içinde olmakla'' suçlamakta ve
üstlerine gitmektedir. Evlad-ı Resul'dan geldiğini ispatlamak veya onaylatmak
çabasına girmiş olanları destekleyip yardımcı olmanın ötesinde, biz, ilgisiz
olanları da bulup ortaya çıkarmalıyız. Unutmayalım ki bu türden belgeler
(soykütükleri, vakıfname, cönkler vb.) Alevi inanç ve kültür tarihinin birincil
kaynaklarıdır.
Bu insanlara eleştirilerimizi, onların Türk, Kürt ve Arap ``yandaşlığı'' ya da
``karşıtlığı'' içinde olup olmadıkları temelinde yapmak doğru değildir.
Alevi-Bektaşiliğin özünde etnik köken ve millet kavramlarına yer yoktur. Özünde
73 millet birdir bizeilkesi yatmaktadır. Eleştiri, onlar kişisel çıkarları önde
tutuyorlarsa, Alevilik töresini-ilkesini topluma Aleviliğin özüne ve tarihine
ters biçimde öğretiyorlarsa, ya da, Dergah çevresinde merkezi örgütlenmenin
birincil önem taşıdığı gün gibi ortada iken ``tek irşad edici'' kompleksi içinde
iseler yapılmalıdır.
-------------
I.IV Emevi-Abbasi Siyaseti ve Ehlibeyt Soyluların Bir Alevi Devleti Kuruncaya
Dek Verdikleri Mücadeleler
I.IV.1. Muaviye'ye ``En İlerici İslam Hükümdarı'' Nasıl Denilebilir?
Dört Halife döneminin (632-661) Ali'nin şehit edilmesiyle sona
ermesinden itibaren, İslam İmparatorluğu Emevi (89 yıl) ve Abbasi (500 yıldan
biraz fazla) hanedanları tarafından yönetilmişti.
Emevi hanedanını kuran Umeyyed oğullarından Muaviye için bir Batılı tarihçinin,
``Muaviye kendi Araplarını bir Doğulu despot gibi değil, eski zamanların bir
kabile başkanı, seyidi gibi yönetti'' (C.Brockelmann, History of Islamic
Peoples, London-1980, s.73) tanısı tam yerine oturmuş görünüyorsa da, biz bunu
daha farklı anlamlandırıyoruz.
Muaviye'nin, sarayındaki Hristiyanlara hoşgörüsünden dolayı böyle konuşmak doğru
bir yargı olamaz. Ancak onun ``bir kabile başkanı gibi Arabları yönettiği''
nitelemesi doğrudur. Muhammed'in amansız düşmanı ve sonuna dek Müslüman
olmamakta direnen Ebu Süfyan'la Akut'ül Ekbad (ciğer yiyici kadın) Hind'in oğlu
Muaviye, mensup olduğu kabilenin bir Haşimi olan Muhammed tarafından yenilgiye
uğratılmasını hiçbir zaman unutmamıştır. Mekke'yi tamamıyla ele geçirip,
yönetimini İslamlaştıran Muhammed'in, kabile kinlerini azaltmak için kadrosunda
eski düşmanlarının yakınlarına iş vermesi siyaseti, Muaviye'yi yanında
çalıştırmış olması, onun kin ve düşmanlığını daha da büyütmüş ve denenmekte olan
yeni yönetimin zaaflarını inceleme fırsatı vermiştir. Eğer gerçekten Muaviye'yi
``sır katibi'' olarak kullanmışsa, Muhammed peygamber koynunda yılan
beslemiştir.
Muaviye, Emevi Devleti'ni bu kabile kini, yani Muhammed ve yakınlarına karşı
acımasız düşmanlık siyaseti temelleri üzerine kurmuştur. Çocukluk, yeniyetmelik
ve gençlik dönemlerini Muhammed'i can düşmanı bilen, onunla çok sayıda savaşlara
girişmiş ve sonunda yenilmek ``şerefsizliğini'' yaşamış olan bir aile içinde
geçiren Muaviye, hiçbir zaman Muhammed'in peygamberliğine ve onun vazettiği
İslam dinine inanmamıştır. Bunun psiko-sosyolojik çözümlemeleri rahatlıkla
yapılabilir.
Ali ibn Ebu Talib, Muaviye için şunları söylemektedir:
``Suhre (Sufyan) oğlu Muaviye'yi uyardım, ne var ki işe yaramadı uyarılarım; sen
ve baban istemeyerek, ikiyüzlülükle katıldınız İslama. Çünkü cehaletin yoluydu
sizin yolunuz. Peygamberin vefatıyla eskiye döndünüz... Akılsız bir sersemsin,
boş cehaleti temenni etmekle, nal seslerini ve at kişnemelerini çağırıyorsun.
Sen İbn Hind (Hind'in oğlu, Bedr savaşında amcası Hamza'nın ciğerini koparıp
yiyen anasının adıyla sesleniyor Ali,- İ.K.) iyice cehalete battın...''
(Ebu'l-Kasım Ali bin Tahir, Çev:Vedat Atila, Hazreti Ali Divanı, İstanbul-1990,
s. 157- 158)
Ayrıca Halife Osman dönemindeki (644-656) Şam valiliğinden itibaren Suriye
Gassanid'ler prensliğinin yasal halefi durumunu kazanmıştı Muaviye. Karısı ise
Suriye'de çok güçlü, Güney Arabistanlı Kalb kabilesinden zengin bir
aristokrattı. Bu ilişkiler ona ve oğlu Yezid'e (680-683) muhalifi Ali ailesi
aleyhine üstünlük kazandırıyordu. (Bkz. C.Brockelmann, agy, s.72) Ama tarihsel
de bakılsa Faik Bulut gibi; Bahriye Üçok'un ``Muaviye kuşkusuz İslamın en
ilerici hükümdarlarından biridir'' yargısına (Bkz. Faik Bulut, Allah Devletinde
Demokrasi, İstanbul-1993, s.230, dipnt.137) katılmamız mümkün değildir...
Gassani ve Sasani devlet geleneği üzerine oturup, onların güç ve fırsatlarını
kullandığı için mi ilerici hükümdar sayılıyor?
Ehlibeyt soyunu (Muhammed'in ev halkı) yoketmeyi kendi yıkılışlarına değin
devlet siyaseti yapmış Ebu Sufyan soyluların İslam dini adına 89 yıl yönettiği
Emevi devletinde Muhammed dini sadece kılıftır. Emevi soyuna özgüdür, Emevi
İslamlığıdır.
I.IV.2. Horasanlı Ebu Müslim'in Yanlış Siyaseti
Abbasiler'e gelince, başkenti Şam'dan Halife Mansur'un (754-775)
kurmuş olduğu Bağdad'a taşımış olup, inanç ve siyasetlerinde Emeviler'e
eşdeğerdirler.
Tarihçilerin anlattığı, Ebu Müslim'in Horasan'da başkaldırıp, Arapların
``Mevali'' adını verdikler yabancı halkları - bazı Türk topluluklarının bu
mücadelede birlikte olduğu bilinmektedir - yanına alarak verdiği 5 yıllık
mücadeleden sonra iktidarı Ebu'l Abbas Abdullah Seffah'a kendi eliyle sunmuş
olması düşündürücüdür. Bizce sorunlu yanı ağır basmaktadır.
Bir kere Ebu Müslim'in Alevi hareketi, Zeyd oğlu Yahya'nın 743-744 yıllarında,
aynı bölgelerdeki başkaldırısının bir devamı durumundadır. Ebu Müslim ve
yandaşları, Cüzcan bölgesinin başkenti Ambar surlarında asılı duran Yahya'nın
cesedini indirerek, onun öcünü almak için ayaklanmışlardı. Gerçekçi bir yorumla
Ebu Müslim, Yahya'nın bu bölgelere ekmiş olduğu tohumların meyvasıdır.
750 yılında son halife İkinci Mervan'ı ortadan kaldırıp Emevi hanedanına son
veren Ebu Müslim, 6.İmam Cafer Sadık'a adam göndererek, Ali soyundan onu halife
olarak görmek istediğini söylemiş. Tarihçilerin ortak kanısınca, onu İslam
imparatorluğunun başına çağırmıştır. Daha önce de belirttiğimiz gibi,
Şehristani, İmam Cafer Sadık'ın ``Ebu Müslim bizim seçtiğimiz, onayladığımız
kişi değildir'' diyerek halifelik önerisini kabul etmediğini yazmaktadır.
Bizce ya Ebu Müslim bu öneriyi İmam Cafer'e götürmedi. Ya da zamanın büyük
bilgini olarak, onun kabul etmeyeceğini bildiği için böyle bir çağrı yaptı. Eğer
Ebu Müslim'in halifelik teklif edeceği , ortada Ehlibeyt'ten birisi var idiyse,
bu İmam Cafer ya da Ebu'l Abbas Seffah değil, öcünü almayı neden göstererek,
uğruna başkaldırdığı Yahya'nın kardeşleri Hüseyin Züd-dema, İsa veya Muhammed
olmalıydı. En büyükleri Hüseyin o zaman otuz yaşlarındaydı ve kardeşler
Medine'de Emevilerden gelecek olan ölüm tehlikesini sürekli enselerinde duyarak
yaşamaktaydılar. Babaları ve kardeşlerinin uğrunda öldükleri hilafet hakkı en
fazla onlarındı.
Biz, Ebu Müslim'den Yahya'nın kardeşlerine böyle bir öneri ulaştırıldığına dair
bilgi bulamadık. Ehlibeyt adına, Zeynel Abidin'in torunu Yahya'nın öcünü almak
için yola çıkmış ve halk yığınlarını peşinde sürükleyerek 90 yıllık bir devleti
yıkmış olan Ebu Müslim, neden Muhammed-Ali'nin soyundan gelenlerden birini değil
de Abbas soyundan birini başa çıkardı? Dahası, neden Ali'nin kardeşi Cafer'in
torunu Muaviye bin Abdullah'ı - yukarıda anlatıldığı üzere Emevi yönetimine
başkaldırmış ve başarılar kazanmış bir Ali yandaşı olarak - Horasan'da
kendisiyle birleşmek isteğini kabul etmek bir yana, öldürtmüştür?
Gerçekte Ebu Müslim kullanabileceği bir kukla arıyordu. Ama ipler ne yazık ki
kısa zamanda kendi boynuna dolandı. Ebu Müslim yok edildi. Arkasından, Abbasi
siyaseti bilinen Emevi siyasetine dönüştü.
İmam soyu, Zeyd'in kardeşi Beşinci İmam Bakır'dan yürüdü. İmamlar, siyasetin
dışında kutsallıklarını yaşadılar. Çoğuna da bu yaşam zorunlu kılındı. Buna
rağmen sürekli kuşku altında kaldılar, sürekli gözaltında tutuldular; ve hepsi
de tek tek Abbasi zindanlarında can verdi. Ancak Zeynelabidin oğlu Zeyd, dedesi
İmam Hüseyin'den kendisine geçen, haksızlığa-zulme karşı çıkma, başeğmezlik
yetisiyle yarattığı ihtilalci gelenek, oğulları, kuzenleri ve torunlarınca
çeşitli biçimlerde, ta ki devletler kuruncaya dek sürdü.
I.IV.3. Zeyd'in Yarattığı İsyan Geleneği İçinde Ali Soyluların Mücadeleleri
Ebu Müslim'in öldürülmesiyle birlikte değişen Abbasi siyasetine ilk başkaldıran,
İmam Hasan'ın torunu ve annesi tarafından İmam Hüseyin'e ulaşan Zeyd'in iki
yanlı akrabaları Muhammed ve İbrahim kardeşler oldu. Zeyd'in oğlu Hüseyin
Züd-dema'nın ölümünün hemen arkasından, 762'de Abdullah oğlu Muhammed Medine'de,
ertesi yıl kardeşi İbrahim Basra'da, Horasan'da Ehlibeyt adına halife Mansur'a
karşı yükseltilen isyanı desteklediler. Aynı tarihlerde Ebu Müslim'in öcünü
almak için harekete geçmiş Horasanlı isyancılar, Hemedan ve Rey arasında halife
kuvvetleri tarafından dağıtılmışlardı.
Halife Mansur 758 yılında Mekke'ye yaptığı hac sırasında
Abdullah'ı tutuklatmıştı. Bunun üzerine iki oğlu Muhammed ile İbrahim, Aden'den
deniz yoluyla Sind'e kaçtılar. Bu tarihi izleyen yıllar içinde Irak'taki Küfe ve
Basra kentlerinden işaretler alarak ilişkiye geçtiler. Muhammed, oğullarından
Ali'yi yardım için Halid bin Said ile Mısır'a gönderdi. Böylece halifeliğin
farklı merkezlerinde ayaklanma hazırlıkları yapıldı. (Henri Laoust, Les Schismes
Dans l'Islam, Paris-1983, s.64) Ali bazı taraftarlar kazanmayı başardı ise de
Mısır valisi Hamit bin Kahtaba'ya güvenmede yanıldılar.
Medine'yi Mansur'un ordusuna karşı, peygamberin çizdiği model
üzerine, hendekler kazarak cesaretle savunmuş olan Muhammed yakalanıp öldürüldü.
Ailesinin bütün malları dağıtıldı.
Muhammed'in kardeşi İbrahim ise Basra'da başkaldırdı. Ancak siyasal yeteneği
yeterli değildi. Çünkü Basra'yı tamamıyla ele geçirmeyi başarmasına ve
bastırdığı parayla İran ve Susiana üzerinde etkinlik kazanmasına rağmen,
Mansur'un sadece birkaç birlikle kamp kurmuş olduğu Küfe'ye karşı harekete
geçmeye ikna edilemedi. Mansur'un generalı İsa ibn Musa, Medine'deki
başkaldırıyı bastırır bastırmaz Susiana üzerine yürüdü. Şiddetli bir çarpışma
sonunda bölgenin kontrolunu eline geçirdi.
Sonunda, bizzat İbrahim Kûfe üzerine yürümeye karar verdiyse de, Küfe'nin
güneyindeki Bahamra'da İsa'nın kuvvetleriyle 14 Şubat 763 günü yaptığı meydan
savaşında öldürüldü. Ehlibeyt soyluların başını çektiği, Horasan'dan Basra'ya
uzanan ve üç yıl süren, Batılıların ``Aliciler'' dedikleri,bu Alisoyluların
isyanlarını bastıran Halife Mansur (754-775) rahatlamıştı. Dicle'nin batı
yakasındaki Bağdad denilen küçük bir Hristiyan köyü üzerine başkentini kurma
çalışmalarını başlattı.
Elbette ki Ali evlatlarının amansız takibi sürdürülüyor ve
yandaşları ağır cezalara çarptırılıyordu. Örneğin Kuzey Afrika İslam ülkelerinde
yaygın Maliki mezhebinin kurucusu Malik ibn Anas ve Zeynelabidin oğlu Zeyd'in
başkaldırısını desteklemiş olan Hanefiliğin kurucusu Ebu Hanife de, Ehlibeyt
yandaşı olmalarının cezasını görmüşlerdir. Malik ibn Anas, Medine'de başkaldıran
Muhammed'den yana tavır almış ve Medine'nin halife kuvvetlerinin eline
geçmesinden sonra, savaş tutuklusu olarak toplanan Muhammed'in akrabalarına
kefil olup, onların serbest bırakılmalarını sağlamıştı. Bu yüzden yüz, Abbasi
halifesine bağlılık yemini ettiği halde, kırbaçlanarak cezalandırılmıştır.
Şehristani, Ebu Hanife'nin Abdullah oğlu Muhammed'e biat ettiğini, o Medine'de
öldürüldükten sonra da Basra'da İbrahim'e bağlandığını, dolayısıyla Ehlibeyt'e
ölümüne değin bağlı kaldığını anlatmaktadır. Kabil'in alınışı sırasında
yakalanmış bir kölenin torunu olan Sünni İslam bilgini Ebu Hanife, ileri yaşına
rağmen Basra'da başkaldıran İbrahim'in oğlu Zeyd'in yanında yer almıştı. Bu
nedenle Bağdad'da zindana atılmış ve 767 yılında orada ölmüştür. (Bkz.
C.Brockelmann, agy, s.108, 110, 111. ve Al- Shahrastani, Kitab al-Milal, s.272,
273)
Medine ve Basra isyanlarınının bastırılmasından sonra, isyanlarla ilişkisi
olduğu anlaşılan Hüseyin Züd-dema'nın oğlu (yani Zeyd'in torunu) Yahya'nın
Medine'den kaçıp Ardeşir'e yerleşmiş olduğu biliniyor. Ancak Yahya burada boş
durmamış, kuvvet toplamıştır. Bağdad üzerine yürüme hazırlığı içinde olduğu bir
sırada halife kuvvetlerince basılıp askerleri dağıtılmış ve kendisi de bu
baskında şehit edilmiştir.
Veli Baba onun hakkında Menakıbname'de (s.155) şöyle
diyor:
``Yahya... badehu Ardeşir'e azimet ile (giderek), kendusini makaam-ı
inzivaya çeküp, ruz-i şab (gece gündüz) daşra çıkmayup halktan yılandan kaçar
gibi kaçardı. Kırk dört yaşında olduğu halde... bir münafıkın iğvasıyla (baştan
çıkarması, kandırması), Ardeşir'den Bagdad'a yürüyüp benim üzerime huruç idecek
imişsin deyü hilafet kıskanup bi-gayr-i hakk-in (haksız yere) katlettirdi. Bu
sebeple şehid oldu.'' Ancak Veli Baba burada, Yahya'yı devlete karşı isyancı
göstermemek ve onu temize çıkarmak(!) kaygısındandır. Onun ilk zamanlarda, yani
762'yi izleyen yıllarda, gece-gündüz dışarı çıkmaması ve halktan gizlenmesi çok
doğaldı. Eğer Medine'yi zapteden halife kuvvetlerinin elinden 19-20
yaşlarındayken kurtulduysa, 15 yıl içinde Ardeşir civarında Bağdad üzerine
yürüyecek bir güç sağlamış bulunmaktaydı. Belli ki durum halife tarafından haber
alındı, hareket kaynağında bastırıldı. Bu olay Halife Mehdi'nin (755-775) son ve
Halife Hadi'nin (776-785) ilk yıllarına denk düşebilir.''
Bu saptamayı yapınca, daha önce ileri sürdüğümüz, ``815-816 ayaklanmalarıyla
ilgili olarak Züd-dema oğlu Yahya'nın katledilmiş olabileceği'' düşüncesini
bırakmak gerekiyor. Zaten Şehristani'nin bildirdiğine göre ve aşağıda
anlatılacağı üzere, Yahya el Ardeşir'in oğlu Umar'dan torunu Yahya da, halife
Mustain (862-866) döneminde Küfe'de başkaldırmıştır.
Harun er-Reşid (786-809) döneminde de, bir başka Yahya'nın amansız takibini
görüyoruz. Bu, İmam Hasan evlatlarından Abdullah oğlu Yahya'dır. Medine ve Basra
isyanlarının liderleri Muhammed ve İbrahim'in küçük kardeşleri olduğu
anlaşılıyor. Bu Yahya, kardeşlerinin öldürülmesinden beri aranmaktayken, kuzeni
Yahya'nın Ardeşir hareketi içinde sivrilmiş olabilir.
Hareket bastırılıp Yahya el Ardeşir'in yokedilmesiyle, onun öz oğlu Muhammed
Kûfe yakınlarında Aksas köyünde ailecek gizlenirken, Abdullah oğlu Yahya da
aranıyordu, başına ödül konmuştu. Yahya bin Abdullah Yemen, Mısır ve Magrib
ülkelerini dolaşmış, Irak'tan Horasan'a geçmiş ve orada da barınamayarak, bir
süre Transoksian'da bir Türk kağanına sığınmıştı. 790 yılında Hazar denizinin
güneyindeki Tabaristan'a geçerek, orada Abbasi valilerine karşı kendine
güvenceye almış ve Zeyd'in ihtilalci geleneğiyle örülü Ehlibeyt İslamlığını
yaymıştır.
I.IV.4. Birkaç Zeydi Başkaldırısı Daha
Biraz önceki kısaca değindiğimiz bu ayaklanmalardan ilkini, eski
bir harami başı yönlendirmişti: Halife Memun'un 813'de kardeşi Emin'i yenmesi,
ne barış ne de birlik getirdi. Yeni başkent yapmak istediği Merv'de bulunan
Halife, kısa bir süre sonra yeni bir Zeydi ayaklanmasıyla yüzyüze geldi.
Şiilikten önce Abbasi halifeliği davasına hizmet etmiş ve eski harami başı olan
Ab-ul-Saraya, Cezire'de ya da Rakka'da, Abbasi hapisanelerini tanımış olan İmam
Hasan evlatlarından İbrahim Tabataba'nın oğlu ve Zeydiliğin ilk büyük
öğreticilerinden biri olarak değerlendirilen Kasım el-Rassi'nin kardeşi
Muhammed'i tanıdıktan sonra, ayaklanmaya katıldı.
Ayaklanma çağrısı 26 Ocak 815 günü, Kûfe camisinde İbrahim Tabataba oğlu
Muhammed'in adına okunan bir hutbe ile başladı. Bu çağrıya kentin Şiilerinden,
çevre Bedevilerinden, Ali yandaşı eşraftan, Adem oğlu Yahya, Dukain oğlu Ebu
Naim gibi Zeydici fıkıh bilginlerinden, Ebu Şaibe'nin iki oğlu Ebu Bekir ve
Osman gibi birkaç gelenekçi Sünniden onların yanında olduklarına dair yanıtlar
geldi. İsyancılar, kendilerine karşı Irak valisi El Hasan bin Sahl'ın gönderdiği
kuvvetleri Şubat ayı içerisinde dağıttılar. Fakat Kûfe önlerinde Muhammed bin
Tabataba yaralandı ve çok zaman geçmeden öldü. Ab-ul-Saraya, yeni İmam olarak
Hüseyin soyundan, Zeyd oğlu Muhammed oğlu Muhammed'i seçti. O da kendisine
gönderilen birliklerin başına geçti ve Kûfe'de adına para bastırarak, girişimine
bir devlet örgütü biçimi verdi. Basra, Wasit, Medain ve Mekke'ye elçiler
gönderdi. Sonra Bağdad üzerine yürüyüşe geçti. (Imamat du Yemen adlı Fransızca
eserden kaynaklanarak sergilenmiş bu olaylar ve bilgiler için Bkz.: Henri
Laoust, Les Schismes Dans L'Islam, Paris-1983, s.93-94)[1]
Bu başkaldırı da, diğer birçokları gibi, fazla uzun ömürlü olmadan bastırıldı.
El Hasan bin Sahl, Horasan'ın yeni valisi ve önceden yola çıkmış bulunan
Hartham'ı çağırmaktan vazgeçti. Abbasi yandaşlarının evlerinin talan edildiği
Kûfe kentini geri aldı. Ab-ul-Saraya tuzağa düşürülerek yakalandı ve 815
Ekim'inde idam edildi. Yaptığı seferlerle ele geçirdiği Basra'da - ``Yakan
Zeyd'' ya da ``Ateş Zeyd'' lakabıyla tanınan - Hüseyin soyundan Musa oğlu
Zeyd'in ektiği tohumlar süratle bastırıldı.
Mekke'ye gönderilmiş olan temsilci Hüseyin bin Hasan el Aftas, Ab-ul- Saraya'nın
ölümünden sonra, 815 Kasım'ında, o zamana kadar politik entrikalardan uzak
yaşamış olan İmam Cafer'in torunu Muhammed el Dibac'ı, ``Emir el Müminin''
(İnananların Emiri) ilan etmeyi başarmıştı. Fakat Mekke halife kuvvetlerince
çabuk ele geçirildi ve Muhammed El Dibac, yaşam boyu Cürcan'a sürgüne
gönderildi.
Ab-ul Saraya tarafından Yemen'e gönderilmiş olan İmam Hüseyin soyundan Mekkeli
İbrahim bin Musa da, kanlı çarpışmalardan sonra, ünlü bir felaketzade gibi oraya
adımını atmayı başardı. El Cezzar (Kasap) adıyla tanınıp, kısa zamanda Yemen'de
kendi payına düşen isyanı çıkardıysa da, bölge Abbasiler tarafından yeniden ele
geçirildi.
İbrahim bin Musa'nın 815 yılı içerisindeki başkaldırısı, Zeydiliğin Yemen'de kök
salması yönünde ilk girişimdir. (Birçok bölgeyi içine alan Zeydi
ayaklanmalarının gelişimi ve bastırılması konusunda geniş bilgi için Bkz. Henri
Laoust, agy, s.94 vd., dipnotlar 5, 6)
.............. [1] Burada hemen
belirtelim ki, Zeyd ile kardeşi İmam Bakır arasındaki (Mutezile öğretisi, ve
Ebubekir ile Ömer tarafından Ali'nin hilafet hakkının gasedilip edilmediği
üzerine) tartışmalarda ortaya çıkan görüş ayrılıkları, her ikisinin soyundan
gelenler arasında artık giderek yokolmaya başlamıştı. Zeydi imamları
başlangıçta, İmam Cafer çizgisinden gelen kuzenleri Musaviyeler (Musa-i Kazım
yandaşı, onun öğretisini benimseyenler) ile İslam hukuku ilkelerini üzerinde
çelişmekteydiler. Ancak Zeydilerin ``İmamlıklarının sağlamlığı'' tezini kısa
sürede yitirdikleri görülüyor. Onlar da, yavaş yavaş, peygamberin sahabeleri
olarak tanınan kişilere (Ebubekir, Ömer, Osman...) diğer Şiilerin yaptıkları
gibi hücum etmeyi kabullendiler. (Bkz. Shahrastani, Al Milal, s.272) Ehlibeyt
soyluların aralarında görüş ayrılıklarının kalkması, onların ortak düşman Abbasi
yönetimine karşı daha büyük güç toplamalarını sağlıyordu. Gerçekte, Muhammed-Ali
soyundan gelen Ehlibeyt nesli, gerek Emeviler gerekse Abbasiler döneminde,
sadece yönetim ve saray çevresi ve onların asker ve sivil hizmetlileri
tarafından sevilmiyor ve yokedilmek isteniyordu. Öte tarafta Bedevisi, kentlisi,
bilgini, cahili ile her kesim halk onları tutuyordu. Her yenilgiden sonra halk
eğer onları kendi arasında saklayıp gizlemeseydi, Emevi ve Abbasi yönetimleri
Ehlibeyt soyunu çoktan tüketmiş olurdu. Fakat büyük çapta örgütsüzlük,belki
zamansız-plansız başkaldırılar onları başarısızlığa götürmekteydi.
I.IV.5. 7.İmam Musa Kazım'dan 8. İmam Ali Rıza'ya Düşünsel ve İnançsal Gelişmele
Fransız araştırmacı Henri Laoust, kitabının 80, 81 ve 82.
sayfalarında, İmam Musa Kazım ve ona bağlanan inanç-düşünce akımları hakkında,
Kitab al Milal, Makatil al Talibiyn, Firaq al Şia, Makalat gibi eski eserleri
kaynak olarak kullanıp, bazı çağdaş yazarlardan da yararlanarak, şu özgün
bilgileri vermektedir:
``745 yılında Muhammed Peygamberin annesi Amine'nin mezarının bulunduğu Al
Abwa'da doğan Musa Kazım 799'da ölmüştür. İlk kez Halife El Mehdi 755-775)
tarafından Bağdad'a getirtilip tutuklanan Musa Kazım, yine Medine'ye gönderildi.
Daha sonra Harun Reşit (786-809) onu geri getirtip Bağdad'da hapsetti.
Tutukluluk dönemi içinde ölmüştür. (Şehristani, Kitab al Milal, s.285'de, vezir
Barmekid Yahya bin Halid'in hapisteki hücresinde İmam'a bir tabak zehirli taze
meyve ikram edip öldürdüğünü anlatmaktadır. - İ.K.)
``İmamlık geleneği, Musa Kazım'ın zamanın en inançlı, en bilgin ve müstesna bir
ermiş kişisi olduğunu bize temin etmektedir. Musa Kazım, gerek bilim ve gerek
inanç derinliğiyle çok saygıdeğer bir kişi olarak Sünniliğin önünde
bulunmaktaydı. Bir Hanbeli olan Ebu Hatim el Razi onu, `doğru sıfatına layık bir
aziz insan ve büyük bir güvenle rehber edinilebilecek biri' olarak
değerlendirir. İki tanınmış Sünni hadis toplayıcı El Tirmizi ve İbn Majah onun
yardımıyla hadisler derlemişlerdir. Fakat bu yaklaşım dahi, Sünni çevrede Musa
Kazım'ın yaşamını aynı nedenden sıkıntıya soktu. Hadis bilgisinde babası İmam
Cafer Sadık, dedesi Muhammed Bakır ve büyük dedesi Zeynelabidin kadar yetkin
değildi...
``Onun ölümü Şiilik tarihinde önemli bir işaret olmuştur. Ölümüyle birçok farklı
inanç grupları çıktı: Örneğin Musa Kazım'ın öldüğü gerçeğini kabul etmeyi
reddeden, yahut bu ölüme kuşkuyla bakan Vakıfiyye. Musa Kazım'ı, oğlu Ali
Rıza'yı halef bilip destekleyen ve 8.İmam olarak kabul eden Katıyye, onu İsa
peygamber gibi gören, ölmediğine ve beklenen Mehdi olduğuna inanan Musaviyye ve
Mufaddaliyye.
``Vakıfiyye yandaşları kendi tarafında, eğilim çeşitlemelerinden güçlü bir
birleşim oluşturdu. Bazan `Mamtura' (yağmurdan ıslanmış köpekler) biçiminde argo
bir isimle tanıtılan Musaviyye yandaşları için Musa Kazım beklenen Mehdi
olmasına rağmen, diğer bazıları için Musa ölmüştürAma çok yakında yeniden yaşama
dönecektir. Zaten o, göze görünmez halde yaşamakta, ancak kendi yolunu süren
müritlerinden bazılarıyla karşılaşmakta, yahut onları kabul etmektedir... Ali
Rıza'ya hasım olan Beşeriyye daha da ileriye gitti: Daima hayatta, fakat
gizlenmiş olan Musa Kazım, yokluğu süresince Muhammed bin Beşir'i halife tayin
etmiştir. O, Musa Kazım'ın bilgi ve öğretisini yayacak, eğitimini uygulayacak ve
onun inanç topluluğunun korunup gözetilmesine özen göstererek halifeliğini
yapacaktı.
``Yeni isimler altında din bilginlerince kurulmuş pek çok mezheple bağı olan
Katıyye'ye ilişkin herhangi bir eser günümüze kalmamıştır. Ancak Şiiliğin
hazırlanmasında çok şey yaptığına hükmedilebilir. Mutezileciliği alnından vuran
İnsanbiçimci Tanrısalöz'ü (theodicee anthropomorphiste) savunan Hişamiyye
Hakamiyye'nin kurucusu Hişam bin el Hakam'ın (ö.814) Şii öğretisinde İmamet
(imamlık, imamaloji) teorisine, bu inancın tutmakta olduğu merkezi yeri ilk
veren kişi olduğu gözüküyor. Yunusiyye'nin kurucusu Abdurrahman el Kummi de
(ö.824) Tanrısalöz (düşüncesini), aşırı insanbiçimciliğin (antropomorphisme)
içine düşürmekle suçlanır. Hişamiyye Jawalıkiyye, kendi alanlarında Hişam bin
Salim el Jawalıki'nin (ö.845) eğitimini izlediği sıralarda, Şeytaniyye, Şaytan
el Tak'ın yardımıyla, Hakamıyye ve Jawalakıyye'ye borçlu olan bir doktrin
oluşturdu.
Bu arada Şehristani'den kaynaklanarak, ``Musa Kazım'ı İmam tanımayan''' ve ilk
İsmailiyye Vakıfiyye'nin ve dolayısıyla ilk İsmaililerin ortaya çıkışı üzerinde
birkaç söz etmek gerekecek.
Bunlar, İmam Cafer'den sonra, Cafer'in düzenlediği, diğer bütün çocukları
tarafından onaylanan bir vasiyetname gereğince İsmail'in imam olduğunu ileri
sürmekteydiler. Ancak İsmail'in ölümü üzerinde farklı düşünceler ortaya çıktı.
Bazıları onun asla ölmediğine inanmışlardı. Onlara göre İmam Cafer, Abbasi
halifelerinden çekindiğinden onun için sadece bir ölüm yaygarası koparmıştı ve
bu sözde ölümün arkasından, Halife Mansur'un Medine valisi tarafından yalancı
ölümün teyit edildiği bir toplantı yapmıştı.
Diğerleri için ise İsmail gerçekten ölmüştür ve İmamlık artık Cafer'in
vasiyetinden yararlanan İsmail'den gelen neslin hakkıdır. Böylece onlar,
İsmail'den sonra yasal imam olarak oğlu Muhammed'i kabul ettiler ve Mübarekiyye
adıyla anılmaya başladılar. (Muhammed bin İsmail'in, sürgün edildiği Merv'de bir
süre kaldığı sonra Demevand'dan Suriye'ye geri döndüğü bilinmektedir - İ.K.)
Aralarından bir kısmı, ölümünden sonra tekrar geri geleceğine inanarak
Muhammed'le kaldılar. (Bkz. Shahrastani, Kıtab al Milal, s.284) Şehristani,
açıklamalarını şöyle bitiriyor:
``Yine bir kısmı için İmamet, `gizlenmiş imamlar'la ve onlardan sonra da `yetkin
ve yengin' imamlarla sürmektedir. Bunlar işte Batıni adını taşıyanlardır...
Üzerinde şimdi konuştuğumuz mezhep, ilke olarak ya Cafer oğlu İsmail ya da
İsmail oğlu Muhammed'de İmamlar çizgisini durdurmuştur. Bunlar İsmailiyye adı
altında tanınmış olanlar ve Talimiyye denilen Fatımiler'dir.''
Özellikle Dördüncü İmam Zeynelabidin'den sonra İmamet, aile kararıyla vasi tayin
biçiminde varlığını sürdürmüş görünüyorsa da, taraftarlarını artırarak
imamlığını ilan eden oğulların bulunduğu ortadadır. Bunların bir kısmı siyasi
partiler biçiminde varlık kazanıp, güç oluşturarak doğrudan iktidara yönelik bir
hareketlilik içindedir. İmam Zeyd ile başlıyan siyasal başkaldırı geleneği bunun
en önemli örneğidir. İsmaililer de daha sonraları bu Zeydiler örneğini
izleyeceklerdir. İncelememizin ana konusu olan bu gelenek, görüldüğü gibi Zeyd
soyundan İmamlarla aralıksız sürmektedir.
Öbür yandan, yine imamların öncülük ettiği Bakıriyye-Caferiyye, Musaviyye ve
bunların türevleri biçiminde gelişen, doktriner temelde (inançsal-düşünsel,
felsefi) grup yahut partiler görmekteyiz. Yukarıda bunlardan örnekler vermiştik.
Daha çok düşünsel ve inanç alanında Emevi-Abbasi saray İslamlığına aykırı,
heterodoks anlamda ortaya çıkan ve çok sayıda yandaş kazanan bu akımların
liderleri, doğrudan başkaldıran durumunda olmamışlarsa bile, ihtilalcı İmamların
yanında yer almaktan çekinmemişlerdir. Hepsi de inanç ve düşünce biçimleri
üreten İmam- Filozof'lardır. Bu liderlerden Ehlibeyt soylu olmayanlar, yerine
geçtiği İmamın kendisinde tezahür ettiği inancıyla ortaya çıkmışlardır, ya da
onlarla ``gayb aleminde'' temas halindedirler! Hişam bin el Hakem, Yunus bin Abd
ar-Rahman al-Kummi, Hişam bin Salim al-Jawaliqi vb. bunlardandır.
Halife Memun döneminde, Bizans'la sıkı ilişkiler ve İran'dan, Bizans'tan gelen
Yunanca, Persçe ve Arapça bilen El Kindi'nin yönetimindeki düşünür ve yazarların
çeviri çalışmaları, Abbasi sarayına aydınlanma getirmişti. Eski Yunan ve
Roma-Bizans filozof ve bilimcilerinin yapıtları Arap diline aktarılıyordu. Yunan
felsefesi ve özellikle ``El Şeyhi el Yunani'' adını taktıkları Plotinos'un (Yeni
Eflatunculuğun kurucusu) düşünceleri, saray ve yönetim çevresindeki İslam
alimleri, fıkıhçı ve mutasavvıfları statükoyu korum yönünde etkilerken, muhalif
halk önderi İmam-Filozof'lar da bu etkilenmede karşıt yönden devreye
girmişlerdi.
Büyük çoğunlukla Altıncı İmam Cafer Sadık ve oğlu Musa Kazım'dan sonra ortaya
çıkan ve Arap yazarlarının ``aşırı Şii mezhepleri'' dediği, Sünni İslama aykırı
inançlar yaratan, belirleyen İmam-Filozoflar ve onların görüşlerini geliştiren
yandaşları, Alevilik inanç ve felsefesine temel kaynaklık etmişlerdir. Örneğin
Hişam bin el Hakem, bu konuda çok kitaplar yazmış olan Yunus bin Abd ar-Rahman,
Mugira bin Said al İjli gibi antropomorphistler, ``tanrısal cevherin insanda
olduğunu'' ve ``tanrının insana benzediğini'' söylemiş ve giderek ``Tanrı-İnsan
Birlikteliği'' düşüncesine ulaşmışlardır.
Şehristani, Mugira için şunları söyler:
``Mugira azimli bir anthropomorphist (insan biçimci) idi: Yüce tanrı ona göre,
organları alfabenin harflerine benzeyen vücuda ve gözle görülür bir biçime
sahipti. Bu tanrısal biçim, kafası üzerinde ışıktan bir taç taşıyan ve kalbi
hikmet kaynağı nurdan bir insanınkine eşdeğerdi. El Mugira dünyanın yaratılışını
çözmeye kadar düşüncesini ilerletti...'' (Shahrastani, agy, s.295)
Görüldüğü gibi, tanrının biçimi, kökeni ve dünyayı yaratışı üzerine düşünülmeye
ve sorular sorulmaya başlanmıştı. Antik inançlar dünyasından gelen
``İnsanbiçimli Tanrı''ya tapma, ya da insanı tanrılaştırma (antropomorfizm)
düşüncesi Hristiyanlık dinini etkileyip, İsa peygambere ``Tanrının oğlu'',
Meryem'e de ``Tanrı anası'' (Theotokos) olarak inanılmasını sağlamıştır. İslam
antropomorfistleri de o dönemler ``Ali'yi tanrılaştırmayı'', ``Ali'ye
tapınmayı'' getirmişler. Buna Mugiriyye, Sabaiyye, Mansuriyye, Nusayriyye ve
İshakkiyye vb. gibi inanç akımları örnek olarak gösterilmektedir. Ayrıca yine,
Sünni bir dinbilimci olan Şahristani, Mansuriyye ve Nusayriyye'nin İsa ile
Ali'yi tanrısal eşleştirdiğini yazmaktadır. (Bkz. Shahrastani, agy, s.292, 294,
295, 308) Çok daha sonraları, 920'lerde, bu antropomorfist (insanbiçimci) görüş
Hallacı Mansur'da Enelhakk'a, ``Ben Tanrıyım''a ulaşacaktır.
I.IV.6. Halife Memun'un İkiyüzlü Siyaseti
Yeni bir Zeydi isyanına geçmeden önce Harun Reşid'in oğulları
Muhammed el Emin ve Abd Allah el-Memun (813-833) arasındaki saltanat
mücadelesiyle, Memun'un iki yüzlü siyasetinden kısaca sözedelim.
İki kardeşin 809'dan 813'e kadar süren mücadelesini, iki insan arasındaki
rekabetin ötesinde, iki ırk ve aynı dinin iki uyuşmaz biçimi (Şiilik-Sünnilik)
arasındaki bir mücadele olarak görme eğilimi vardır. (F.Gabriel, EI 2 s.449-450)
Bir yanda, Emin tarafında Araplığı ve Sünniliği temsil eden vezir El Fadl bin
Rabi olup, diğer yanda Memun ve onun İranlı Şii olduğu bildirilen başveziri El
Fadl bin Sahl gösterilmektedir. Ancak bu iki kardeşin saltanat rekabetini, Sünni
Araplarla Şii İranlılar arasındaki mücadeleymiş gibi gösteren ve hiç gerçeğe
uymayan şema, gerçek olaylar tarafından yalanlanmaktadır. (H. Laoust, agy, s.82-
83) Memun'un, Ehlibeyt soyuna, İmamlara karşı ne denli zalim olduğu, Şiilere
kesinlikle hoşgörüsünün olmadığı biliniyor. Kûfe, Basra ve Mekke'deki Zeydi
ayaklanması kanlı biçimde bastırıldıktan sonra, Ehlibeyt soyuna mensup bireyler
saklanacak ve göçecek yer aramışlardır. Örneğin İmam Cafer'in torunu Muhammed el
Dibac, 815 yılında Hazar denizinin güneydoğu kıyısındaki Curcan'a yaşamboyu
sürgün edilmişti.
Memun'un Ehlibeyt soyunun taraftarı Şiilere kesinlikle hoşgörüsü olmadı. Ama,
peşpeşe patlayan Zeydi isyanları, aşırı Şiiliği inanç ve felsefi yönden besleyen
akımların önder ve taraftarlarının gittikçe artması, son olarak 816'da
Azerbaycan'da yükselen Alevi-Mazdek kapsamlı büyük Babek ayaklanması, Memun'u
fena korkutmuştu. Diğer yanda, H. Laoust'un belirttiği gibi ``yönetim katlarında
ve saray sosyetesinde İranlı Şii elemanların sayısının son derecede artmış
olması'', onu Sekizinci İmam Ali el-Rıza'yı ``halef'' tayin etmeye mecbur
etmişti.
Memun'un Merv'de uzun süre kalıp orayı ikinci bir başkent gibi kullanması,
kardeşi Emin'e karşı mücadelesinde Horasan ordularından yararlanırken
İranlılardan ve Şiilerden yana bir sahte görünüşe bürünmesine yaramıştı. Oysa
onun amacı, İranlı büyük toprak sahiplerini, soyluları yanına ve sarayına alıp,
onlarla birlikte, Horasan ve çevre bölgelerde Ehlibeyt İslamlığının siyasal
belirlenmesi olan Şiiliğin gelişmesini önlemekti.
Halife Memun, 24 Mart 817'de, uzun süredir bulunduğu Merv'de tantanalı bir
törenle, ırsi varis olarak Sekizinci İmam Ali Rıza'yı ``halef'' tayin etti.
Abbasilerin rengi siyahı atıp, Ali soyluların yeşiline büründü. (D.Sourdel, Le
politique religieuse du calife abbaside al-Mamun (Abbasi Halifesi Memun'un
Dinsel Siyaseti), REI, (1962), 27-48, El Kalkaşandi'den (Subh el-a'sha, IX,
362-366)
Zamanımıza ulaşmış bilgilere göre, zaten bu tayin, Şiiliğe katılmak anlamına
gelmiyordu. İmam Rıza, kişisel konumu gözönünde tutularak (yani halifeliğe
layık, Abbas ya da Ali soyundan başka biri olmadığı için) ``seçilip'' tayin
edilmişti. Görünüşte iktidar, halef sorununa ilişkin hiçbir açıklama
yapılmaksızın, bir İmam'a emanet edilmek isteniyordu.
Memun, bir yandan Ali soylularla Abbas soylular arasında sağlam bir uzlaşma
sağlamak amacını güdüyordu. (Henri Laoust, Les Schisme dan L'İslam, s.98) Ama
aslında kurnaz Halife, yaşlı ve halim selim bir bilgin olan İmam Rıza'nın
kişiliğinde Şiilere kendini kabul ettirmeye ve iktidarını isyanlarla sürekli
tehdit eden Ehlibeyt soyundan önderleri itaat altına almaya, imamların
imparatorluğun Müslüman halkları arasındaki manevi gücünü kendi doğrultusunda
politik güce çevirmeye çalışıyordu. Şu doğruydu:
``Memun kişisel değer üzerinden İmamlık kurarak, Abbasiler ve Ali soylular
arasında politik uzlaşmayı denemişti..'' (D. et J.Sourdel, La Civilisation de
L'İslam Classique, Paris-1976, s.170)
Ya da, İmamı kullanarak kendi soyundan imamlık kurmak düşüncesindeydi. Nitekim,
henüz çocuk olan kızı Umm el Fadl'ı, İmam Rıza'nın oğlu Dokuzuncu İmam Muhammed
Taki ile evlendirmişti.
Ancak, Halife Memun'un bu iki yüzlü siyaseti, Irak'ta Abbasi hanedanı mensupları
tarafından ``Şiilere iktidar kapısı açan bir karar'' olarak kabul edildi ve çok
şiddetli tepki aldı. Mehdi oğlu İbrahim, kardeşi Musa'yla birlikte, ``Sünnilik
elden gidiyor'' diye Memun'a karşı yükselen muhalefetin başına geçti, Bağdad'ı
aldı. Hatta, ``El Mubarek'' sıfatıyla halifeliğini ilan etti.
Memun'un komutanları bu karışıklığı kısa sürede bastırdılar. Kendi mensup olduğu
Abbas soylulardan gelen bu tehlikeli direnişten ürken Memun, İmam Rıza'yı (5
Ekim 818'de) zehirleterek ortadan kaldırdı, siyah renge geri döndü. Peygamberin
yasal halifesinin kendisi olduğunu yeniden ilan etmek gereğini duydu.
İmam Rıza'nın öldürülmesinden sonra, Ali soylular için koğuşturma ve sürgün
dönemi yeniden başladı. İmam Rıza'nın bütün akrabaları Daylam (Deylem) bölgesine
sürüldüler. Orada Hicaz, Irak ve Suriye'den gelmiş ve gelmekte olan Ali soylular
ve taraftarları (Aleviler) ile birleştiler. (Sadıki, Les Mouvements Religieuse
Iraniens in II et III.me Siecles en Iran, s.62)
İmam Hasan'ın torunlarından Yahya bin Abdullah, 790'larda Hazar denizinin
güneyinde Daylam'da ve İmam Cafer Sadık'ın torunu Muhammed el-Dibac da, 815
yılında ailecek sürgün gönderildikleri Hazar'ın güneydoğusundaki Curcan'da
yaşamaktaydı. Bu bölgelerde, yarım yüzyılı aşkın zamandan beri bölgeye göçen Ali
soyluların yapmış oldukları Ehlibeyt İslamlığı propagandası ve Abbasi yönetimine
karşı tavırlarıyla geniş taraftar bulmuşlardı. Özellikle Zeyd soyundan gelen
İmamları benimseyen Aliciler, Ali ve Ehlibeytseverler giderek çoğunluk
oluşturmaktaydılar.
I.IV.7. Bir Alevi-Zeydi Devleti Kurulması İçin Ortam Hazırdı
Bölgede bir Alevi devletinin kuruluşuna geçmeden önce, Irak'ta
yeniden gelişip yükselen bazı Zeydi hareketlerini Şehristani'den izleyelim:
``Muhammed bin Abdullah'ın (762'de Medine'de Halife Mansur'a başkaldıran ve İmam
Hasan'ın torunlarından Muhammed- İ.K.) taraftarları, ölümünden sonra aynı dizi
içinde olmalarına rağmen, ayrılıklar ortaya çıktı. Bazıları Muhammed bin
Abdullah'ın gerçekte öldürülmediğine, hâlâ yaşamakta olduğuna, yeryüzünü
adaletle doldurmak için yeni birini destekleyeceğine inanıyordu. Kendi
aralarında ölümünü kabul eden diğer bazıları ise, ona halef olarak Muhammed bin
El Kasım bin Umar bin Ali bin el Hüseyin bin Ali'yi (İmam Zeynelabidin'in oğlu
ve Zeyd'in kardeşi Ömer'in torunu Muhammed- İ.K.) kabul etmişlerdi. Muhammed,
Talikan savaşının, Mutasım (833-842) zamanında esir edilip hapsedildiği
Halife'nin sarayında ölen, baş kahramanıydı.'' (Shahrastani, Kitab al Milal,
s.273)
Sözü edilen partinin bir bölüğü de, Kûfe'de ayaklanma çıkarmış olan Yahya bin
Ömer'i İmam tanıyordu. Bu Yahya, Zeyd oğlu Hüseyin (Züd-dema) oğlu Yahya (El
Ardeşir) oğlu Ömer'in oğlu Yahya idi. Kentte yaptığı çağrı üzerine çevresine çok
sayıda partizan toplayarak isyan eden bu Zeydi önderi de, halife Mustain (862-
866) döneminde yakalanıp öldürüldü, kafası Muhammed bin Abdullah bin Tahir'e
(Irak genel askeri valisi) gönderildi.
I.IV.8. Abbasi Halifeleri Türk Komutanların Eline Düşmüşlerdi
Halife Mutasım'dan sonra, oğlu ve halefi El Vatik Billah
(842-847) Türk generallerinin gücünü Bağdad'da alabildiğine sağlamlaştırdı. Öyle
ki, halife, Türk soylu komutan Aşna'ya sultanlık onuru bağışlamış ve askeri
görevlerinin çok ötesine yayılan haklar tanımıştı. El Vatik genç yaşta öldüğünde
Aşna'nın halefi Vasif, kendisine uygun gelen kimseyi tahta çıkaracak güçteydi ve
yüksek sivil otoritelerle anlaşıp, Vatik'in henüz çocuk olan oğlu Muhammed'i
tahta oturttu, ama sonra onun yerine amcası Cafer el Mutevekkil Billah'ı
geçirmek durumunda kaldı.
Yeni halifenin ilk işi Türk soylu komutanların nüfuzunu kırmanın
yollarını aramak oldu. Tahta çıkışının üçüncü yılında kendisi için Vasif'le
birlikte çalışmış olan Itakh adındaki Türk komutanını uzaklaştırdı. Ali
soyluların sürekli iktidar isteklerine karşı, Şafilerden destek aradı. Şafi kadı
Yahya ibn Aktam'ın fetvalarıyla, Şiilere amansız bir baskı uygulamaya başladı.
İmam Hüseyin'in Kerbela'daki türbesini yıktırıp, ziyaretini yasakladı.
Kendisinden önceki halifelerin sarayında bilgin, çevirmen, cerrah gibi
hizmetlerde bulunan Hristiyan ve Musevileri de dağıttı. Bağdad'da yeni yapılmış
olan kilise ve sinagogları yıktırıp, öncekilerin Mutezile akımının etkisiyle
saray çevresinde diğer dinlere gösterdikleri hoşgörüyü ortadan kaldırdı. Artık
Şafiilik Abbasi sarayına egemen olmuştu. (Carl Brockelmann, History of The
Islamic Peoples, s.131-132)
Mütevekkil'in büyük oğlunu halef olarak atamasına karşı çıkan
muhafız komutanı Fatih bin Hakan, onun küçük oğlu El Mu'tazz'dan yana tercihini
koydu. Muhammed bin Abdullah bin Tahir (Şahristani'nin sözünü ettiği, halifenin
851 yılında Bağdad'a atadığı askeri vali) bile Türk muhafız komutanlarının
kuvvetini kıramadı. Halife, muhafızlarının isteklerini karşılayamadığından,
858'de Şam'a yerleşip onların nüfuzundan kurtulmayı denediyse de fazla kalamadı.
Çok geçmeden, general Vasif'in Media'daki mülkünü müsadere etme girişiminde
bulundu. Bunlar olurken, mirasçısıyla anlaşan El Muntasır, babasını 861 yılının
9-10 Aralık gecesi Samarra kapısının önündeki yeni El Caferi Sarayı'nda
öldürterek tahta oturdu. (Carl Brockelmann, agy, s.133)
Muntasır tahtta ancak altı ay kalabildi. Kendisini güvenceye alabilmek için
kardeşlerini taht üzerindeki isteklerinden vazgeçirmeye çalıştı ise de başarılı
olamadı. Ali soyluları korumayı üstlenip onların yandaşlarını yanına çekmeyi
denemesi de boşuna oldu.[1] Türk komutanlar zehirleyerek Muntasır'ı ortadan
kaldırdılar, Mütevekkil'in yeğenlerinden Ahmet el-Mustain Billah'ı tahta
oturttular. Ancak dört yıllık halifeliğinin sonlarında, varlığıyla yokluğu
ayırdedilmeyen bir konuma düşünce, yükselmesini ona borçlu olan Bugha (Boğa?)
ile birlikte Bağdad'a kaçmaya mecbur kaldı. Rakipleri Samarra'da Mu'taz'ı halife
ilan ettiler.
Mustain'in her iki kentin ve Irak'ın valiliğine atamış olduğu Muhammed bin
Abdullah, bir süre sonra muhaliflerin tarafına geçince, Bağdad'da artık
tutunamayan Mustain, Ocak 866'da tahtı bırakmaya zorlandı. Aynı yılın ekim
ayında Vasit kentinde öldürüldü. (Carl Brockelmann, agy, ibidem)
Halife Mutasım (833-842) ile sarayda görev almaya başlayan Türk
koruma kıtaları, Türk komutanları, ağırlıklarını daha fazla duyurmaya
başlamışlardı. Gerçi Mutasım, Türk komutan Afşin'i (20 yıl boyunca iki halifenin
ordularını yenen ve Bağdad'ı tehdit eden Babek'i yakalayıp 837'de astırtan ve
Bizans'a yaptığı akınlarda İmparator Theophilos'un (829-842) ordularını yenerek
güçlenen komutan) ertesi yıl hemen ortadan kaldırmıştı. Ama sonraki halifeler,
Türk asıllı saray muhafız komutanları ve paralı askerlerin elinde oyuncak
olmuşlardır.
Çoğu köle olarak saraya girip komutanlığa yükselmiş olan Türk asıllı askerler,
bilinçli olmasa bile imparatorluğun siyasetini belirlemede etkiliydiler.
Çıkarları alacakları paraya bağlıydı. Örneğin Mustain'i alaşağı edip Mu'tazz'ı
halife yapan Türk generaller, onu da dört buçuk yıl sonra - para isteklerini
tatmin edemediği için - tahttan indirip, 869'un Temmuz'unda öldürdüler. (Carl
Brockelmann, agy, s.133) Asker Türkler Muntasır'ın halifeliğine de sadece altı
ay dayandılar. Onu yok ederek Zeyd Alevileriyle birlikteliğine engel oldular.[2]
Bağdad'da iktidara ortak olma fırsatını kaçıran Zeyd Alevileri, İmparatorluk
merkezi yönetiminin karışıklığı ve zayıflaması, bu yüzden uzak bölgeleri kontrol
edememesi, bölge valilerinin baskısına karşı çıkan yerlilerin de kendilerini
desteklediği Hazar kıyıları ve Tabaristan'da ilk devletlerini kurdular.
I.IV.9. Bağımsız Bir Alevi Devletinin Temelleri Atılıyor
İslamiyet, Harun Reşid (786-809) zamanında girdiği
Tabaristan'da, Vandad-Hormazd (Hürmüz) ve Karin oğlu Maziyar döneminde iyice
yayılmış bulunuyordu.
Halife Memun'un dostluk ricasını kabul etmesine rağmen, prens Maziyar, İslam
dinine sempati göstermiyordu. Memun'un 833 yılında Tabaristan'ın dağlık ve
ovalık alanlarının yönetimini emanet ettiği Maziyar, kısa bir süre sonra çok
sayıda Müslümanı hapse attırdı. Bunlardan bir kısmı öldü, bir kısmı da uzun
zaman zindanlarda kaldı.
Denilebilir ki, yaptığı Araplara ve kendi onların dinlerini ortadan kaldırmak
istemesine bir tepki gösterisiydi. Maziyar, İran din ve geleneklerine çok
bağlıydı. Devlet hizmetlerini Mazdek ve Babek yandaşları gibi, Zerdüşt'e
inananlara verdi. Onlar da Müslümanlara camilerini yıkmalarını buyuruyor ve yeni
dinin gelişmesine engel olmaya çalışıyorlardı.
Maziyar daha sonra Amol, Sari ve Tamicha kentlerini basıp talan etti.
Tamicha'nın surlarını yıkıp talan ettiği gibi, sakinlerini de kılıçtan geçirtti.
Amol'dan yirmi bin Müslümanı esir alıp, Hürmüz-Abad dağlık bölgesine götürdü.
Bunun üzerine halife Mutasım (833-842) bölgeye büyük bir ordu gönderdi. Horasan
valisi Abdullah bin Tahir de bir diğer ordu ile bu başkaldırıya karşı sefere
çıktı.
Her taraftan saldırıya uğrayan Maziyar, tutsaklar almış olduğu kentlerden haraç
ve vergi istedi. Maziyar'ın bir komutanı, bu isteklerini reddeden eşraftan 260
kişiyi, konuyu görüşmek bahanesiyle tutukladı, köylülere öldürttü. Ancak aynı
köylüler, hapisaneye girip köy şeflerini öldürüp, onların mal ve arazilerine el
koyma buyruğunu yerine getirmeye cesaret edemediler. Bu arada halife birlikleri
eyalete girmiş bulunuyordu.
Kuşatılan ve ihanete uğrayan Maziyar, 20 bin Müslüman tutsağı serbest bıraktı.
Kardeşi Kuh-Yar ona ihanet etti, düşmanla ilişki kurarak Maziyar'ı Horasan
birlikleri kumandanı Hasan bin Hüseyin'e teslim etti. Hürmüz-Abad şatosunu ateşe
veren Hasan, Abdullah bin Tahir'in buyruğuyla Maziyar'ı, halifenin gönderdiği
ordunun komutanı Muhammed bin İbrahim'e verdi. 838-9'da Samarra'ya götürülen
Maziyar, ölünceye kadar kırbaçlandı. Cesedi Babek'in (ö.837) cesedinin yanına
asıldı. (Bkz. Hossesin Sadıki, agy, s.60, 61, 62 ve Not: 2, 5)
840'larda Tabaristan halkının İslamlaşması hızla ilerlemekteydi. Çoğunluk Sünni
İslamı, özellikle de Hanefi ve Şafii mezheplerini kabul etmişti. Ama Şiiliğin
Zeydi muhalefeti hızla yayılmakta gecikmedi. Önce Amul'da, Tabaristan'ın
doğusundaki Astarabad ve Curcan'da taraftar buldu. Ruyan ve Kalar'da Zeydi
Aleviliği, Ali el Kasım b.İbrahim el Rasi (ö.860) taraftarları aracılığıyla
yayıldı. El Kasım'ın öğretisinin (Kasımiyye) yayıcılarının başında gelen Cafer
bin Muhammed Nairus Ruyan'lıydı. Daylamlılarla yakın ilişkilerinden dolayı
Ruyan'dan - ki gerçekte Daylam bölgesine aitti - Zeydilik, batıya doğru, İslam
toprakları dışında yaşayan Daylamlılar ve Cilitler arasında yayılmaktaydı. (W.
Madelung, ``The Minor Dynasties of Nothern Iran'', The Cambridge History of
Iran, Vol.IV, s.206)
864 yılında, Chalus, Kalar ve Ruyan'da, Horasan valisinin memurlarının
uyguladığı baskılara duyulan hoşnutsuzluktan, açık bir ihtilal patladı.
Tabaristan ve Mazanderan eşrafı ile diğer önderler Daylamlılarla bir uzlaşma
yaparak, Rey kentinde yaşayan İmam Hasan soyundan El Hasan bin Zeyd'i (İmam Ali
oğlu Hasan oğlu Zeyd oğlu Hasan oğlu İsmail oğlu Muhammed oğlu Zeyd oğlu El
Hasan'ı), (Shahrastani, agy, s.278) davet edip, ``El Dai ila'l Hakk'' (Hakka
Çağıran) ünvanıyla başa geçirdiler. Politik yetenek ve enerjiye sahip olan El
Hasan bin Zeyd, Hazar Zeyd Alevi devletinin kurucusu oldu. (Bkz. W.Madelung,
``The Minor Dynasties of Northern Iran'', The Cambridge History of Iran, Vol.
IV, s.206 vd. ve Carl Brockelman, agy, s.142 )
Bu devletin daha başlangıçtan itibaren uyduğu ilkeleri, bir Zeydi yazarı kaynak
edinen Sourdel'ler şöyle özetliyorlar:
``Tabaristan Zeydi Devleti'nin kurulduğu 9.yüzyıldan itibaren hareket, dinsel
öğreti (la doctrine theologique) kadar pratik kültürü ilgilendiren herşeyi, çok
kesin durumlar dahilinde benimsemişti. Yeni otoritenin temsilcilerine
gönderilmiş eğitim-öğretim ilkeleri (les instructions envoyees) buna tanıklık
ederler: `Buyruldu ki, sana bağlı olanların tanrının kitabını, peygamberin
hadislerini ve aynı zamanda - dinin temel öğretileri için -inananların emiri Ali
ibn Ebu Talib'ten doğru olarak rivayet edilenlerin hepsini izleyecek bir düzene
inanmalarında ısrar etmelisin. Ali'nin bütün inananların üstünde olduğunu açıkça
itiraf ve teyit etmelerini istemelisin. Onları,
(anthropomorphistleri-insanbiçimcileri- İ.K.) dinlemek kadar, mutlak yazgıya
inanma durumundan da şiddetle korumalı, ancak tanrının birlik ve adaletine
başkaldırmaktan da alıkoymalısın. İçinde gerçek müminlerin efendisi Ali'nin
düşmanlarına destek veren, onlara ayrıcalıklar getiren hadislerin (Emevilerin
uydurdukları hadisler kastediliyor. - İ.K.) nakledilmesi ve yayılmasına engel
olunmalıdır...'' (D. et J. Sourdel, La Civilisation de l'İslam Classique, s.
171)
Sourdel'ler, tapınma ile ilgili olarak getirilen (örneğin namaz başlangıcında
besmelenin yüksek sesle söylenmesi, cenaze namazında ``allahuekber''in beş kez
yinelenmesi, abdest alma sırasında ayakkabların sığanmasının terkedilmesi gibi)
değişiklikleri belirttikten sonra şu açıklamayı yapıyorlar:
``Bu dönemde Zeydi hareketi, `Ali ve Fatıma'dan gelen herhangi bir İmamı tanıma'
ile tanımlanıyordu. İktidar olabilmek için silahlanıp başkaldıran kişi İmam
Hasan kolundan gelmişse Hasancı, İmam Hüseyin kolundan gelmişse Hüseyinci
denilmiştir. Hepsi de hem bilgi hem de inanç yönünden üstün ve yetkin kişilerdi.
Hangi koldan olursa olsun Ali soyundan gelen, halef olabilirdi. Yeter ki
inançlı, militan bir bilgin olsun. Yani İslam hukukunu yorumlayabilecek yetkin
bir bilgin kadar, aynı zamanda bir savaş önderliği yapabilsin!'' (D. et
J.Sourdel, agy, s.172)
I.IV.10. Tabaristan'da Zeydi Alevi Yönetimin Yükselişi
Hasan bin Zeyd, ertesi yıl vali Abdullah bin Tahir'in oğlu
Süleyman'ın Daylam'da başlattığı bir saldırıda zorlandı. Fakat aynı yılın
sonlarına doğru bütün Tabaristan'ın sahipliğini güvenceye almıştı. 867'den sonra
Curcan'da egemenlik kurarken, diğer Ali soylu önderler - onun desteğiyle, geçici
olarak - Rey (864-5, 867, 870 ve 872), Zancan, Kazvin (865-68) ve Kumis (873-79)
kentleri üzerinde kontrol kurabildiler. Hasan, ancak iki olayda, 869'da Abbasi
generali Müflih'in, 874'te de Yakub Şaffar'ın Tabaristan ve Ruyan'ı istilaları
sırasında, kısa süreli Daylam'a kaçmaya zorlandı.
884'de Hasan bin Zeyd Amul'da öldüğü zaman, onun halefi olan kardeşi Muhammed
Curcan'da idi. Bunu değerlendiren Abu'l Hasan Ahmed bin Muhammed (Hasan'ın
kayınbiraderi) Tabaristan'da yönetimi on aylığına, Muhammed tarafından
devrilinceye kadar, ele geçirdi. Muhammed bin Zeyd, Halife Mütevekkil (847-861)
döneminde yıktırılmış olan Ali'nin ve Hüseyin'in türbelerini onartarak, her
yerde Şiilerin büyük ilgisini topladı. Ayrıca kendi egemenlik alanı dışındaki
Ali soylulara hediyeler gönderip, onları yanına çekmesini bildi. (W.Madelung,
The Cambridge History of Iran, Vol.IV, s.206)
891-93 yıllarında Horasan'ın kontrolunu elinde bulunduran Rafi bin Harthama,
Tabaristan'ı ele geçirip, Muhammed'in son sığınağı Gilan ve Daylam bölgelerinin
içlerine dek sokuldu. Ancak Abbasi halifesinin, rakibi Amr bin Aws'ı Horasan
valiliğine ataması üzerine, Muhammed bin Zeyd ile barış yapmak durumunda kaldı.
Tabaristan'daki zararları karşıladığı gibi, Muhammed'e ittifak güvencesi de
verdi. 896'da kısa bir süre için işgal ettiği Nişabur'da Muhammed bin Zeyd adına
hutbe okuttu. Muhammed, 900 yılında Horasan'ı fethe çıktıysa da yenildi,
Muhammed bin Harun Saraşi emrindeki Samani ordusu tarafından Curcan'da
öldürüldü. Oğlu ve halefi olan Zeyd Buhara'ya götürüldü. Böylece Tabaristan'ın
hakimi Saraşi oldu. (W.Madelung, agy, s.207)
Tabaristan, Samanoğlu İsmail'in yönetimine girince, bölgede Sünnilik restore
edildi ve Zeydi rejiminin kurbanlarına cömertçe teselli bağışları yapıldı.
Daylamlılar, Alicilerin yönetimini birkaç kere - ya onlara sığınak vererek ya da
ellerinden çıkmış krallıklarını yeniden elde etmek için yardımda bulunarak -
kurtardılar.
Bu dönemde Daylam toprakları, batıda Chalus ırmağından sahil boyunca Gavarud
dolaylarına kadar, dağlık alanlarda da Safidrud vadisine kadar genişledi.
Daylamlılar Elburz dağlarının güney yamaçları boyunca, tepeler zinciriyle Kazvin
ovasından ayrılan Şarud havzasını işgal ettiler. Safidrud deltası civarındaki
düz araziler ise Cilitler tarafından işgal edildi.
Daylamlılar ve Cilitler, Pers çoğunluğunca anlaşılamayan bir diyalekt
konuşuyorlardı. Kabilelere bölünmüşlerdi. Siyasal otorite, kalıtım temeli
üzerinden kabile şefleri tarafından kullanılırdı. Daylam krallarından bir
hanedan, Justaniler olarak bilinmekteyse de, otoritelerinin kendi oymaklarının
dışına ne kadar yayıldığı konusunda açık bilgi bulunmamaktadır.
Bu dönemde Daylam toprakları, batıda Chalus ırmağından sahil boyunca Gavarud
dolaylarına kadar, dağlık alanlarda da Safidrud vadisine kadar genişledi.
Daylamlılar Elburz dağlarının güney yamaçları boyunca, tepeler zinciriyle Kazvin
ovasından ayrılan Şarud havzasını işgal ettiler. Safidrud deltası civarındaki
düz araziler ise Cilitler tarafından işgal edildi.
Justaniler Şahrud havzasında, vadinin bir kenarındaki Rudbar kentinde
otururlardı. Bu hanedana ait bir kralın 860-61'lerde Alamut kalesini kurduğu
söylenir. Justan hanedanının kökeni bilinmemektedir. Kaynaklara göre, bunlardan
biri İmam Hasan'ın torunlarından Yahya bin Abdullah'a 792'de sığınma hakkı
vermiştir. Bir başka kaynağa göre de Harun Reşid, 805'de Rey'i ziyareti
sırasında Daylam kralı Marzuban bin Justan'ı kabul etmiş, onu hediyelerle
uğurlamış. Yine Hasan bin Zeyd'in Kalar'a gelişi sırasında Justan'ın torunu,
yani Marzuban oğlu Vahsudan, ilk önce onunla ittifak sözleşmesi yapmış, ama daha
sonra desteğini çekmiştir. Halefi Hurşid de düşmanca davranışlara girmişse de,
Alevi lider Hasan, onun Daylamlılar arasında nüfuzunu nötralize etmiş ve gerek
kendisine, gerekse Muhammed bin Zeyd'e çok önemli hizmetlerde bulunmuş olan
Justan bin Vahsudan'ı tahta geçirmiştir. (W.Madelung, agy, IV, s.208)
Cilitler'e gelince, dikkate değer olmayan bir kaynağa göre, bunlardan
Şahanşahvand kabilesinden krallar tanınmaktadır ve Lahican'ın kuzeyinde Dakhil
bölgesinde oturmaktaydılar. Ancak bunlarda krallık kalıtımsal değildi, klan
içinde bir başkasına geçebilir ve hatta bir başka kabileden biri yönetimi
getirilebilirdi. Cilitler'in ilk kralı olarak zikredilen, Tirdah (Harusindan'ın
babası), Hasan ve Muhammed bin Zeyd'in çağdaşı olmalıdır.
Daylamlılar arasında Zeyd (Aleviliği) davası, bir diğer Ali evladı Nasır el Hak
el-Hasan b.Ali el-Utruş tarafından ilerletildi. İmam Zeynelabidin'in oğlu
(Zeyd'in kardeşi) Ömer'in torunlarından olan bu kişinin babasının amcası El
Kasım oğlu Muhammed'den daha önce sözetmiştik. ( Bakınız: Bölüm I.IV.7)
Daylamlıların kralı Justan bin Marzuban, Muhammed bin Zeyd'in öcünü alacağına ve
Tabaristan'ı yeniden ele geçirmede kendisine yardım edeceğine söz vererek, Hasan
bin Ali el-Utruş'u (Arapçada ``utruş'' sağır anlamına gelir) çağırdı.
Rey'e giden El-Utruş'la Marzuban'ın, birer yıl arayla (902-903) ortaklaşa
düzenledikleri iki sefer de başarısızlıkla sonuçlandı. Daha sonra El-Utruş,
Justan'dan ayrılıp, Elburz dağlarının kuzeyindeki Daylamlılar ve Cilitlere
yöneldi. El-Utruş, iç kısımlarda yaşayan Daylamlıların çoğunu ve Safidrud'un
doğusundaki Cilitleri Ehlibeyt İslamlığına (yani Zeydi Aleviliğine) çevirdi. Onu
``El Nasir li'l- hakk'' (Hakkın Yardımcısı) ünvanıyla kendilerine imam olarak
kabul ettiler.
Onun bellettiği Zeydiliğin yasal ve inançsal öğretisi, daha önce El Kasım b.
İbrahim'in (ö.860) Ruyan'da ve komşusu Daylam'da va'zettiği Zeydi öğretisinden
bir dereceye kadar farklıydı. Bu farklılıklar, sonraları El Utruş'un kurduğu
Nasiriyye ile Kasimiyye Zeydi öğretileri arasında bağnazca çelişkilere dönüştü.
El Kasım'ın torunu Yahya el Hadi ila'l-hakk'ın Yemen'de bir Zeydi devleti
kurduğu 897'den sonra, uyuşmazlık zaten geniş içerik kazanmıştı. O ve halefleri,
orada El Kasım'ın öğretisini geliştirdiler. Böylece Hazar çevresinde Kasimiyye
öğretisi, Yemen Zeydi imamlarına liderlik ve rehberlik etmeye yöneldi. Bu arada
El Hadi, Tabaristanlılar'dan, - çoğu Ruyan'dan - esaslı askeri yardım elde
etmişti. (Bkz. W.Madelung, agy, IV, s. 209, Shahrastani, Kitab al Milal s.272,
Not: 223, 278)
Bir çatışmada Justan'ı kendisine bağlılık yeminine zorlayan El-Utruş, 914
yılında Tabaristan üzerine bir sefere çıktı. Abu'l Abbas Suluk komutasındaki
Samani ordusunu, Chalus'un batısında Burrud nehri üzerindeki Burdidah'ta bozguna
uğrattı ve Amul'u işgal etti. Ertesi yıl yinebir Samani saldırısı karşısında
Chalus'a çekilmeye zorlandıysa da, El-Utruş, kırk gün sonra onları püskürttü ve
Tabaristan'ı geri zaptetti. Curcan'a da geçici olarak egemen oldu. Amul doğumlu
Sünni tarihçi Tabari, ``halkın, yönetim ve adalet dağıtımı bakımından El
Utruş'unki gibisini asla görmemiş olduğu''ndan söz ediyordu. (Tabari, Tarih-u'
Rusul wa'l-Muluk (Peygamberler ve Ülkeler Tarihi, Vol.3, s.2292)
El-Utruş 917'de öldü. Ona bağlı Daylamlılar ve Cilitler, daha sonraki
yüzyıllarda Amul'daki türbesini hac yeri yaptılar. Onun soyundan gelenlere,
El-Nasır adının onuruna, hep sevgi ve saygı gösterdiler. El-Utruş, hayattayken,
İmam Hasan soyundan ve ordularının komutanı olan Hasan bin El-Kasım'ı kendine
halef tayin etmişti. Bu nedenle o ölünce oğlu Abu'l Hüseyin Ahmed, El-Hasan'ı
Gilan'dan çağırıp, saltanatı kendi eliyle ona teslim etti. Ama bu tutum, tahtı
zorla El Kasım'ın elinden alma niyetiyle Amul'dan harekete geçen kardeşi Abu'l
Kasım Cafer tarafından şiddetle kınandı.
``El Dai ila'l Hakk (Hakka Çağıran)'' hükümdarlık sıfatını alan El- Hasan bin
El-Kasım, Bavandi Şarvin'i ve Karini Şahriyar'ı daha fazla vergi vermeğe zorladı
ve Curcan'ı fethetti. Tabaristan halkı onu, özellikle Daylamlı askerleri sıkı
kontrol altında tutmasından ötürü çok sevmekteydi. Bir süre sonra Abu'l Hüseyin
Ahmed, ``Dai''yi terkedip Gilan'daki kardeşi Cafer ile birleşti. 919'da Abu'l
Kasım Cafer, Dai El-Hasan'ı yendi ve Amul'da yönetimi ele aldı. İki kardeş
Curcan'ı işgal ettiler. Karini beyi Muhammed bin Şahriyar'a sığınan Dai, 7 ay
sonra Gilan'dan topladığı bir orduyla Tabaristan'a döndü ve Ahmed'i Astarabad
yakınında yendi. Ama kendisi ile anlaşarak Ahmed'e kendi adına Curcan'ı yönetme
ayrıcalığını bağışladı.''
I.IV.11. Bölgede Alevi Yönetimin Ortadan Kaldırılması (921-931)
921 yılında, Dai El-Hasan bin El-Kasım'ın generali Layla bin
Numan (``Numan'', Arapçada kan demektir. Layla'nın babasının asıl adı Şahdust
idi - İ.K.), kral Tirdah'ın halefi olarak Cilitler'in başında bulunuyordu. Emel
Esin'in ``Samani'lere karşı başkaldıran Alevilerin önderi'' dediği (Eren, "Les
Dervis Heterodoxes Turcs d'Asie Centrale et le Peintre Surnomme `Siyah Kalem'
'', Turcica, XVII-1985, s.9) Layla bin Numan, kısa sürede Damgan'ı, Samani
başkenti Nişabur'u ve Merv'i fethetmişti. Sonradan bir Samani ordusu onun
birliklerini yendi ve kendisini öldürdü. Yenilmiş ordu Curcan'a dönerken, bir
grup Daylamlı ve Cilit, Dai El-Hasan bin El-Kasım'ı öldürmek için bir suikast
düzenlemişti. Bunu haber alan Dai derhal Curcan'a geldi, aralarında Cilitler'in
Layla b.Numan'dan sonra kral tanıdıkları Tirdah'ın oğlu Harusindan'ın da
bulunduğu suikastçı yedi kişiyi öldürttü. Bu Cilitler ve Daylamlılar arasında
büyük hoşnutsuzluğa yol açtı. (W.Madelung, agy, IV, s.210, İbn Fadlan, Voyage
Chez les Bulgares de la Volga, 1983-Paris, s.9-10)
925 yılında Cafer ölünce Daylamlı önderler Ahmed'in oğlu Abu Ali Muhammed'i
Amul'da tahta oturttular. Ali soylu yöneticiler arasındaki kavgalar, Daylamlı ve
Cilit şefleri elinde gittikçe büyüdü. Bu şeflerden Makan bin Kaki ve Asfar bin
Şiruya onları kendi mücadelelerinde kukla olarak kullandılar. Makan'ın ilk
önerilerini yanıtlamayan Dai El-Hasan bin El-Kasım, sonradan Gilan'dan gelip
onunla birleşti. Tabaristan'ın yönetimini eline aldı. 928 yılı içinde Makan'la
birlikte geniş bir sefer düzenledi, Rey'i ve Kum'a kadar Jibal eyaletini
fethetti.
Samani'lere bağlı olarak Curcan'ı yöneten Asfar, onların
yokluğunu fırsat bilip Tabaristan'ı istila etmişti. Dai, Amul kale kapısında
Asfar'la karşılaştı. Samanilerin hizmetindeki Mardevij bin Ziyar (Harusindan'ın
yeğeni) tarafından ölümcül biçimde yaralandı. Mardevij böylece amcasının öcünü
almış oluyordu. Daha sonra Asfar Makan'ı yendi ve Makan Daylam'a çekildi.
Zeydi inancı Daylamlılar ve Gilitler arasında hâlâ kuvvetliydi. Asfar'ın
Amul'daki Daylamlı valisi, Abu Cafer el-Nasır'ı İmam koltuğuna oturttu. Ancak
Asfar, çok koyu Sünni olan Samani efendisi Nasr bin Ahmed'in itirazı üzerine Abu
Cafer'i tutuklayıp, diğer birkaç Ali soyluyla birlikte Buhara'ya sürgüne
gönderdi. 930 yılında Makan bir kere daha Tabaristan, Curcan ve Nişabur'u
fethetti. Bu arada, Tabaristan'da görevli bıraktığı kuzeni Hasan bin el-Firuzan
başkaldırdı ve üvey kardeşi İsmail'i yeniden imam makamına geçirdi. Ama Abu
Cafer'in annesi onu zehirletti. Buhara'da Nasr b.Ahmed'e karşı bir başkaldırı
olunca Abu Cafer hapisten salındı, Asfar'a isyan edip Rey kentini ele geçirmiş
olan Mardavij bin Ziyar'ın desteğini kazandı.
931 yılında Mardavij onu bir orduyla Tabaristan'ı Makan'dan geri almaya
gönderdi, fakat bu ordu yenildi. Daha sonra Mardavij'in kardeşi ve halefi
Vuşmgir onu Amul'a vali olarak yerleştirdi. Rey'in Buyidlerden Rükn ed-Devle
tarafından 943'de alınmasından sonra Abu Cafer, siyasi bir otoritesi olmaksızın
orada oturmaya geldi. Bu tarihten sonra Ali soylu Zeydi Alevilerin Tabaristan'da
egemenliklerini yeniden elde etmeleri artık mümkün olmadı. El-Utruş'un soyundan
gelenler, türbesinin bulunduğu Amul'da büyük nüfuz ve varlık sahibi olarak
kaldılar ve gerek Buyid ve gerekse Ziyari'lerin bölgedeki hakimiyetleri altında
bile kendi şehirlerinin defalarca valiliğini yaptılar. (W.Madelung, agy, IV,
s.210- 212)
..........
[1] Son bilgilerden anlaşıldığına göre,
Şahristani'nin anlattığı üzere, Kûfe'de yandaşlarıyla baş kaldıran Zeyd oğlu
Hüseyin Züddema'nın torunu Yahya, Halife Mustain'in ilk yıllarında (862-863)
yakalanıp öldürülmüştür. Babasını 861 yılı sonunda öldürterek halife olan
Muntasır'ın, öbür kardeşi Mu'tazz'ı tutan Türk komutanlarına karşı kendini
güvenceye almak için desteklediği Yahya'nın yandaşı olan bu Zeydi Alevileri
olmalıdır. Başkaldırının nasıl başlayıp geliştiğine dair geniş bilgimiz yoktur.
Ama Zeyd ve soyundan gelenlerin isyanları içinde, merkezi iktidarı ele geçirmeye
ya da ona ortak olmaya en fazla yaklaşanı bu olsa gerektir.
[2] Memun'un Ali soyundan gelenlere yaklaşma siyaseti,
Alici hareketleri kontrol altında tutmak ve giderek Şii muhalefeti yoketmekti.
Muntasır ise, şahsını ve hilafeti güvenceye almak için onları yanında tutmak
istiyordu. Zeydi Alevileri bu tarihsel fırsata kavuşamadılar. Ertesi yıl,
Mustain'in atadığı, ama sonradan onu tahttan indirenlerle birlik olan Irak
valisi Tahir'in torunu Muhammed tarafından ezildiler.
I.V Ehlibeyt İslamlığının Zeydiler Aracılığıyla Türklere
Geçişi Ve Türkler Arasında Bugünkü Anlamda İlk Alevi Kavramı
...........
Hazar denizinin güneyinde Tabaristan'da, batı kesimlerinde
Daylam'da kurulan Zeyd-Alevi devletinin doğuda Curcan'da ve Dihistan'a doğru
nüfuzu artmış, Oğuzlarla da ilişkiye geçmişlerdi. Emel Esin, ``zaten
kullanılmakta olan terime göre, `Alevi' merkezine dönüşen Tabaristan'daki
devlet'' (Au Tabaristan un Etat qui devint un centre `Alawi', selon le term deja
en usage) dediği bu Alevi devletinin egemenlik alanı içinde çok sayıda Türk
bulunduğunu İbn ul-Athir'den (Esir) kaynaklanarak belirtmiştir. (Turcica, XVII,
s.9, dpnt.7)
Yahya bin Zeyd'in 743'de ve Horasanlı Ebu Müslim'in 745-746'daki
başkaldırılarında, çok sayıda Türk-Türkmen boyunun onların yanında yer aldığı
bilinmektedir. Harun Reşid'in amansız takibine uğrayan Yahya bin Abdullah'ın
(İmam Hasan'ın torunu) 790'da Horasan'dan Transoksian'a geçerek bir Türk
hakanına sığındığı ve onun gizlice İslamlığı kabul ettiğini, daha önce
söylemiştik. Karluk (Türkleri) Yabgu'sunun 780'lerde İslamlığı kabul ettiğini
Yakubi adlı tarihçi bildirmektedir.
Tabari ve Yakubi tarihlerinde, Yahya bin Abdullah'ın bu bölgeyi dolaşmasından
onbeş yıl sonra yükselen, Şii karakterde bir başkaldırıdan sözedilir. Rafi bin
Layth adındaki kişi, 743 yılında Zeyd oğlu Yahya'nın isyanını bastıran Horasan
valisi Nasr bin Sayyar'ın torunuydu. 806'da Semerkand'da karargah kuran Rafi,
Yakubi'ye göre, ``Sas (Taşkend), Fergana, Hocanda, Usrusana, Saganiyan, Buhara,
Harizm, Huttal sakinlerine birer çağrı yaptı''. Saslı Türk beylerinin
kuvvetlerinden, ``Harluhiyya (Karluk) Türklerinden'', Tokuzguzlardan (Dokuz
Oğuzlardan) ve Tibet'ten kuvvetler, çağrıya uyarak Semerkand'a geldiler ve
Raif'e katıldılar. Raif'in ayaklanması 809'da bastırıldı ve İslam olmayan Türk
birlikleri Semerkand'dan çekildiler. (Emel Esin, Turcica, XVII, s.10-11, Not:12)
I.V.1. Karahanlılar, Devletleşme Sürecinde Alevilikten Sünni İslama Geçtiler
Karahanlılar Devleti, Siri Derya'dan (Seyhun) Tiyenşan dağlarına
uzanan bozkırlarda yaşayan Türk kabileleri federasyonundan çıkmıştır.
Karahanlıların çekirdeğini Karluk boyunun ve ona bağlı Yağma, Tukhsi ve Çıgıl
gibi halkların oluşturduğu görülür. Bununla birlikte son zamanlarda bazı İslam
kaynakları bu hanedanı İlig Hanlar'a ve çeşitli konfederasyonlara bağlıyor.
(W.Madelung, The Cambridge History of Iran, Vol. V, s.5, 6).
Bir Zeydi-Alevi hareketi olan Rafi başkaldırısında (807-809) yer almış Karluk
Türkleri yöneticisinin 780'den sonra İslamı kabul etmiş olduğunu Yakubi'den
öğreniyoruz. Sonra, İmam Hasan'ın torunlarından
Yahya'nın onların arasında gizlendiğini ve Ehlibeyt İslamlığını yaydığını
biliyoruz. Yine, Yahya'nın kuzenlerinden, Zeyd-Alevi devletinin kurucusu
Hasan bin Zeyd'in torunu Zeyd bin Muhammed, 900 yılında Buhara'da yaşamaya
zorlanmıştı. Onun orada inançlarını gizlice Türkler arasında yaymış olması
olasıdır.
Bunların ışığında, ``Karluk Türklerinin Sünni olduklarını'' söylemek olası
değildir. Durum böyle olunca ve Karahanlıların çekirdeğini de Karluklar
oluşturduğuna göre, ``Türkler 10.yüzyılın ortalarında topluca İslam dinine
geçtiler'' görüşünde niye ısrar ediliyor?
Gerçek o ki, onlar Ehlibeyt İslamlığından, Emevi-Abbasi
İslamlığına (Sünniliğe) geçtiler.
Sünni tarihçilerden Prof.Dr. Erdoğan Merçil, Karahanlıların 960'larda ``toplu
halde İslama geçtikleri''geleneksel öyküsünü kabul etmekle birlikte, hanedanın
İslamlaşmasını 944-5 tarihine götürmektedir. Profesör Merçil'in bu olayı Satuk
Buğra Han'ın Kadir Han Oğulcak'la (Harun Buğra Han da denir, amcasıdır) taht
mücadelesine bağlaması doğrudur. Ancak arkasından Merçil, ``Satuk Buğra amcasına
karşı taht mücadelesini kazandıktan sonra İslamiyeti resmen kabul etmiştir. Bu
olay Batı Karahanlıların din durumunu değiştirdi. Satuk Buğra Müslüman ismi
olarak Abdülkerim'i almıştı'' diye zorlama bir açıklama getirmektedir. (Prof.Dr.
Erdoğan Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, Ankara-1991, s.19-20) Oysa aynı
sayfada Merçil, Satuk Buğra Han'ın bu mücadelede - Karahanlıların amansız
düşmanı olan ve başkent Taraz'ı ele geçirip devleti dağıtan - koyu Sünni
Samanilerin yanında yer aldığını da yazmaktadır. Demek ki topluca Sünni İslama
geçilmişti.
Satuk Buğra, prensliği sırasında, Taraz'ı işgal etmiş olan Samanilerden Ebu Nasr
adlı bir prensle ilişki kurup onlara yaklaşmaya başladı. Zeydi Alevileriyle
sürekli mücadele içinde, onları ortadan kaldırmak için bütün güçleriyle çalışan
ve Abbasi halifesinin sadık bağlaşığı Sünni Samanilere destek verdi. Mensup
olduğu Türk boylarından çoğunun Zeyd Alevisi olmasına rağmen, Satuk Buğra,
Horasan Samanilerinin başkenti Nişabur'u ve daha bir çok kentleri ele geçirmiş
olan Dai El Hasan'ın kumandanı Alevi Layla bin Numan'a karşı Samanilerin yanında
savaştı (921). Böylece, saltanat için, Karahanlı devletinin halklarının ve
inançlarının düşmanı olan Samani Nasr bin Ahmed ile işbirliği ederek, Sünni
İslam dünyasını arkasına almış, Samanilerin ve dolayısıyla Abbasilerin güvenini
kazanmış oluyordu.
Sünniliği benimseyen Satuk Buğra, iktidarı ele geçirdikten sonra
Abdülkerim adını alarak Sünni İslamı kabul ettiğini resmen ilan etti. Hakkında
yazılan, ya da yazdırdığı Tezkire-i Satuk Buğra Han adlı menakıbnamede,
kendisine rüyasında peygamberin göründüğü ve ona, ``Müslümanlığı Ebu Nasr
Saman'la görüşüp, ondan öğrenmesini söylediği'' yazılıdır. Sonra uzayıp kısalan
kılıcıyla cihada başlamış ve ``Müslüman olmayı reddeden'' amcası Harun Buğra'yı
öldürüp yerine geçmiş... (A.Yaşar Ocak, Kültür Tarihi Olarak Menakıbnameler,
Ankara-1992, s.43-44)
Bu menakıbname, Sünni Satuk Buğra'nın kendi halkına ve o halkın inancına
ihanetinin bir çeşit kılıfı ve kendini temizi çıkarmasıdır. Heterodoks İslamlığı
``sapıklık, zındıklık'' sayan ve kafirlikle eşdeğer gören Samani-Abbasi
Sünniliğine saltanat çıkarı uğruna geçmiş olan Satuk Buğra Han'ın, adı geçen
menakıbnamede ``kerametler gösteren bir veli'' hüviyetinde gösterilmesi, önceden
Alevi inanç ve geleneklerini yaşadığını, o kökten geldiğini, yani dönekliğini
gösterir.
Ayrıca Yusuf Has Hacib'in, Tavraç Buğra Han'a 1069'da yazıp sunduğu, devlet
yönetimine ilişkin Kutadgu Bilig (Kutlu Bilgi) adlı yapıtında, ``Aleviler birle
katılmak ayur (Alevilerin birlikte katılmasını öğretir)'' başlığı altındaki
bölüm, Karahanlılar devletinde, bu olaydan yüz yıl sonra bile Alevilerin hatırı
sayılır varlığının ve saygınlığının kanıtıdır.
I.V.2. Arap Gezgini İbn Fadlan'ın Anlattıkları
Bu dönemlerde, yeni dini - İslamlığı - önder durumundaki
hakanın, kağanın ya da yabgunun kabul etmesi, onların kişisel çıkarlarıyla
birlikte, siyasi iktidarı sağlama alma ihtiyacına, yani yönetici sınıfın
çıkarlarına bağlıydı. (Bazen de, seyrek olmakla birlikte, Müslüman olmuş bir
Türk boyu önderi, bu dini terkedip eski dinine dönebilirdi. ``İsteyerek''
Sünnilikten Şiiliğe, Şafiilikten Hanefiliğe topluca geçmeler, iktidarın
sürekliliğini kazandıracak ekonomik ve siyasal koşullar gereği; yönetici ve
savaşçı üst sınıfın, karın tokluğuna çalışarak kendi yaşam gereksinimlerini ve
silahlarını sağlayan alt sınıflara, üretici halk tabakasına ağır baskıları
dolayısıyla sık görülen olaylardandı.
Değişik göçebe/yerleşik Türk boylarına konuk olup onları İslama çağıran Arap
misyoner İbn Fadlan, üç yıl boyunca Aral gölünün ötelerine, Volga nehrinin
kaynağına yakın yerlere kadar dolaşmış ve Türkler hakkında oldukça ilginç, özgün
bilgi vermiştir. 921 yılında Layla bin Numan'ın öldürüldüğü çarpışmalardan az
bir zaman sonra, halifenin adamı olduğu anlaşılmasın diye kervanın içinde kılık
değiştirerek savaş alanlarını geçip Nişabur'a girmiş olan İbn Fadlan'ın, (921-
924) Hazar denizi kıyılarının doğusunu dolaşırken karşılaştığı ilginç bir olay
vardır. Curcan bölgesinde (bu bölgenin Ehlibeyt soyundan gelenlerin sürgün
yerlerinden olduğunu unutmayalım) karşılaştığı bir Türk (Oğuz) kabilesinin
şeflerinden Genç İnal'ı İslam dinine girmeye razı eden İbn Fadlan aynı yere
tekrar döndüğünde, onun İslamı terketmiş olduğuna tanık olur. Kabilesi ona
``eğer İslam dinine geçersen, bizim şefimiz olamazsın'' demiştir. (İbn Fadlan,
agy, s.9, 10, 23-24)
Burada, Geç İnal'ın yeni kabul ettiği dini terketmesi, İbn Fadlan'ın ifade
ettiği gibi ``toplumun istememesi''nden değildi. İnal'ı kendilerine kağan seçen,
o toplumun diğer şefleriydi. İnal'ın Müslümanlığı, bu şeflerin, aileleri,
yakınları ve savaşçılarıyla oluşturdukları üst sınıfın çıkarlarına ters
gelmişti. Öztörelerle yönettikleri, çalışmak ve üretmek için yaşayan ve
kendilerini yaşatan toplumda, ``mutlak tek tanrı iktidarı'', kendi iktidarlarını
zayıflatıp, yoketmeye adaydı. Sünni İslamın getirdiği bir dizi yasak, bozkır
yaşamına ve sürekli hareket halindeki konar-göçer yaşam koşullarına aykırı,
engelleyici olan ``beş vakit abdest-namaz, bir ay oruç, hac'' kuralları, alt
sınıfları başka arayışlara yönlendirecek ve statüko bozulacaktı. Böylelikle
beylerin, kağanların sınıfsal çıkarları altüst olacaktı.
Ehlibeyt İslamlığı Alevilik ise kabile toplulukları, boylar arasında daha rahat
kabul görmüş, yeni inancın kendi öztöre ve inançlarına yakınlığı, yaşam
düzenlerine aykırı olmayışı onları Aleviliğe çekmiştir. Şeflerle alt sınıfların
çıkar çelişkilerini dengede tutmuş ve onları birbirine yakınlaştırmıştır.
Konfederasyonların barış içinde yaşamalarına yardımcı olmuştur. İbn Fadlan,
İslam dinine geçmiş başka bir Türk topluluğundan sözederken şöyle diyor:
``Onların `allahtan başka tanrı yoktur, Muhammed onun elçisidir' dediğini
duydum. Bu nedenle buralardan Müslümanların geçtiklerini anladım. Fakat bu
söylediklerine (kelime-i tevhid) içtenlikle inanmıyorlardı. Eğer aralarından
biri, bir adaletsizliğe kurban gitse ya da birinin başına kötü birşey gelse,
kafasını göğe doğru kaldırıp `bir tengri' diye sesleniyor.'' (İbn Fadlan, agy,
s.19)
Görüldüğü gibi, İbn Fadlan, Türklerdeki göktanrı inancı dolayısıyla, onların
``hemen tek tanrılı din olan İslamlığa (Sünniliğe) geçtikleri''ni söylemiyor.
Tam tersine, onların Sünni İslamı pek benimsemediklerini ve kelime-i tevhidi, iş
olsun gibilerden kullandıklarını vurguluyor. Bugün bile köylerde, İbn Fadlan'ın
sözünü ettiği kötü durumlara düşmüş biri, kafasını göğe kaldırıp ellerini açarak
``tanrım birsin, teksin tanrım'' demektedir.
İbn Fadlan, Türkler arasında yılanlara, balıklara ve turna kuşlarına tapan
topluluklar bulunduğunu anlatıyor. Anlattıklarının belki de en ilginci Volga ile
Ural dağları arasında yaşayan Başkırtların komşularından, ``Türklerin en
kötüleri'' diye nitelendirdiği topluluktaki yaygın inançtır. (İbn Fadlan, agy,
s.31) Buradan da antik Grek ve Roma dönemleri Ege-Akdeniz dünyasında yaygın olan
Priapos-Phallos kültü benzerinin eski Türkler arasında da yaşadığını öğrenmiş
oluyoruz.
I.V.3. Coğrafyacı Abu Dulaf'ın (941-942) Anlattıklarına Kulak Verelim
Hazar denizinin güneyinde ve doğusunda, İran'ın kuzeyinde,
Ortaasya bozkır ve kentlerinde yaşayan çok sayıda Türk toplulukları Ortodoks ya
da Heterodoks İslamlıkla karşılaştıklarında, çok çeşitli dinlere mensuptular.
Budizm, Zerdüşt-Mazdek, Manikheizm, Nestorianizm-Hristiyanlık, Musevilik'ten
tutunuz, Şamanizm, Çoktanrıcılık-Doğa güçlerine inanma, Fetişizme ve Animizm'e
kadar geniş inanç yelpazesi altındaydılar. Bu yelpazenin tümüyle kalkması birkaç
yüzyılı alan bir süreç içinde gerçekleşti. Yani, resmi Türk tarihlerinin yazdığı
gibi ``Türkler 10.yüzyılda toplu halde İslam dinine'' girmediler.
Heterodoks İslamlık, Emevi ve Abbasi Orthodoks İslam yönetiminin ezeli muhalifi
Ali soyundan gelenler ve yandaşları tarafından - mutasavvıflar da buna dahil -
taşınmış, yerleşik ve göçebe Türk toplulukları arasında Ehlibeyt-Ali inancı,
yani Alevilik olarak geniş kabul görmüştür. Bu yeni inançla karşılaştıklarında,
hakan, kağan, yabgular başkanlığındaki Türk toplulukları federasyonlar halinde,
öz-törelerle yaşıyorlardı.
Ortodoks İslam yayılmacılığında ise, bu toplulukların özyaşamlarıyla kesin
olarak çelişen bu din, baskıcı ve ezici bir unsur olarak halklara
dayatıldığından, Sünni İslam iki yüzyıl boyunca reddedilmiştir. Karahanlı
(Hakani Türk) hanedanının 960'da Sünni İslama geçişi, federasyonlardan merkezi
devlet oluşturma aşamasında, Abbasi Sünni İslam İmparatorluğunun desteğine
erkini dayatma istemiyle, halk topluluklarını, konfederasyonun diğer üyelerini
ezerek egemen güç olma istemiyle üstüste düşmekteydi. Böylece Sünni islam
yönetici sınıfın, Karahanlı hanedanının dini oldu. 12. yüzyılın başlarında
"İslamın kılıcı" unvanını alan, ``Büyük Selçuklular Devleti'' de aynı
süreçlerden geçmişti.
Emel Esin, birçok konuya değindiği geniş makalesinde, Ortaasya Türk
topluluklarının resim sanatı üzerinde durmakta ve önemli örneklemeler
vermektedir. Bizi burada ilgilendiren ilk ``Alevi Türkler'' betimlemesidir.
Makalede, arkeolojik kazılarda ele geçirilen mezar heykelciklerinin ya da insan
resimlerinin ve minyatürlerdeki figürlerin ortaya koyduğu tiplemeler, 10. yüzyıl
Arap gezgini Abu Dulaf'ın bazı bölgelerde karşılaşıp, tasvir ettiği Alevi
toplulukların giyim-kuşam ve görünümleriyle karşılaştırılmakta, diğer çağdaş
Arap tarihçilerin verdikleri özgün bilgiler özetlenmektedir. Veriler, yalnız
sözlük değil bugünkü anlamıyla ilk ``Alevi'' Türkler, kavram ve tanımlamalarıyla
birlikte, bazı gerçekleri ilk kez su yüzüne çıkarmaktadır.
Yahya bin Zeyd'den (ö.743) başlayarak Ebu Müslim yandaşları, Abbasilerin siyah
rengine karşı ``beyaz bayrak'' altında toplanarak ayaklanmış ve ``Beyaz
giyimliler'' ya da ``Müslimiyye'' adıyla heterodoks İslam (Alevi) toplulukları
olarak oldukça güçlenmişlerdir. Makdısi'ye göre, onun adlandırmasıyla bütün
Transoksian'ı kapsayan ``Hayatila ülkesinde'' çok sayıda ``Beyaz giyimliler''
vardı. Hayatila'da şu eyaletler bulunmaktaydı: Buhara, Usrusana, Nasaf, Kes, Sas
(Taşkent), Fergana (Uzkend), İspicab (Sayram), Ilak. Bütün bu bölgelerde
Müslüman Türk halkları yaşıyor ve Türk hanedanlar tarafından yönetiliyorlardı.
(Emel Esin, Turcica XVII, s.11-12, dpnt.12, 13, 14)
Afşin hanedanının Usrusana sarayındaki duvar resimleri, kesinlikle Manicheist
betimlemeler değildir. Bunların dışında, Ahangaran ırmağı boyunca sıralanmış
bulunan eski Oğuz kentlerinde gerçekleştirilen arkeolojik kazılarda ortaya
çıkartılan, açılan çadır biçimindeki kubbeli ve kemiklikler (Ossuarium) ihtiva
eden anıtsal mezarlar önemlidir. Bu çeşit ölü gömme bölgesel modelinin,
Ortaasya'nın güneybatısındaki bölgelerde yaşayan Türklere özgü olduğu bugün açık
biçimde kabul edilmektedir. Bu mezarlarda bulunmuş olan bir mezar heykelciği
(M.E.Masson, Axsengeran, Taşkent-1953, res.20-21), özellikle bölgenin sakalsız
fakat bıyık taşıyan insan tipinin örneğidir. Bu tipin Uygur çağındaki Mani dini
rahibi tipleriyle hiçbir benzerlik yoktur. (karş. Bahaeddin Ögel, İslamiyetten
Önce Türk Kültür Tarihi, 3.baskı, Ankara-1988, lev.35, 36, 37) Emel Esin'in
kendi sözleriyle; ``Bu tip 10.yüzyılda Halife Ali'yi aşırı sevip sayan (Alevi)
Türklerin betimlerini çağrıştırmaktadır. `Alevi' Türkler tanımlamasını ilk kez,
10.yüzyıl gezgini Abu Dulaf'ın kullandığı bilinir.'' (Emel Esin, Turcica XVII,
s.12)
Abu Dulaf Misar bin Muhalhil, Samaniler devletinin (Samanoğulları) en güçlü
hükümdarı Nasr bin Ahmed'in (914-943), saltanatının son yıllarında Çin'e elçilik
göreviyle gönderdiği kişidir. Abu Dulaf'un bu seyahatının ayrıntılı raporu
günümüze ulaşmıştır. Bu devlete altın çağını yaşatan Nasr bin Ahmed'in en büyük
şansı Abu Abdullah el-Ceyhani gibi bir başvezire sahip bulunmasıydı. Ceyhani,
yetkin bir yönetici olduğu kadar, tanınmış bir coğrafyacı ve bilgindi. 922'de
seyahati sırasında İbn Fadlan'ı karşılayıp, çocuk yaştaki hükümdar Nasr bin
Ahmed'in huzuruna çıkartan Ceyhani, (İbn Fadlan, agy, s.10-11) kuşkusuz, kendisi
gibi bilgin ve coğrafyacı olan Abu Dulaf'ın gezilerini de hazırlamıştı.
Abu Dulaf'ın yaptığı iki seyahatla ilgili yapıtı, iki coğrafya risalesi olarak
tanınır. Ortaasya Türk kabileleri arasında, Çin ve Hindistan'da 941-943
yıllarında yaptığı gezileri anlatan birinci bölüm, Yakut'un (ö.1229) yapıtının
bünyesi içindedir. (Mudjam al Buldan III, s.445-458) Abu Dulaf ikinci gezisini
İran'ın kuzey ve batı bölgelerinde gerçekleştirmiştir. (The Cambridge History of
İran Vol.IV, s.141- 143; V. Minorsky, Abu Dulaf Misar bin Muhalhil's Travels in
Iran, Cairo-1955, s.14-15)
941-42 yılı içerisinde Çin'e doğru yola çıkmış olan Abu Dulaf, Tibet'e ulaşmadan
önce, Bagraç'lar bölgesine gelmek için çeşitli Türk boylarının yaşadığı
ülkelerden geçti. Keçe giyimli, sakalsız fakat bıçak vurulmamış pos bıyıklarıyla
dikkati, çok iyi ata binen ve savaşçı olan bu Türkler (Bağraçlar), Yahya bin
Zeyd'in bir oğlundan gelen bir Ali soylu tarafından yönetiliyorlardı.
Abu Dulaf onların, içinde şehit Zeyd bin Zeynelabidin için yakılmış ağıtların da
yer aldığı, tevil edilmiş, Sünni İslama aykırı bir Kuran sakladıklarını,
Arabların asıl kıralı olarak Zeyd'i tanıdıklarını ve tanrısallığın Ali'de
cisimlendiğine-vücut bulduğuna inandıklarını yazmaktadır. Yine onun
anlattıklarına göre bu ``Alevi Türkler'', Ali'nin indiği ve tekrar geri döndüğü
gökyüzüne doğru avuçlarını açıp, bağırarak dua etmekteydiler. (Yakut, Mudjam al
Buldan: III, Beyrut-1376, s.441-442.; Z.V.Togan, İbn Fadlans Reisebericht,
Leipzig-1939, XXIV.)
Bu konuda Ebubekir Muhammed b. Cafer Narşaki'nin 943-948 yılları arasında
yazdığı Buhara Tarihi'nde söyledikleri de büyük önem taşır. Abu Müslim ve
özellikle Mukanna hareketleri ve Buhara yerel yönetiminin Abbasilere verdiği
destek hakkında geniş bilgi veren Narşaki, kitabında Türkler'den de sözeder.
Kitap hakkında yazılmış bir makaleden şunları okuyoruz:
"Narshaki'nin kitabından insan, Şii ve heretik (rafizi, sapkın) inançlı
başkaldırı hareketlerine katılmaya eğilim gösteren aşağı sınıflara karşı, önce
Şam'daki daha sonra Bağdad'daki İslam yönetimlerini (Emevi ve Abbasi Halifeleri
kastediliyor-İ.K.) bölge aristokrasisinin desteklediğni öğrenebiliyor. Ayrıca
her fırsatta Türkler, bölgesel yönetimlere muhalif olan göçebe Türkler arasına
her ikisinin de sızdığı belirtilen bu sapkın isyancıların destekleyicileri
olarak zikredilmektedir." (Richard N.Frye, "On The History of Bukhara by
Narshaki", www.ukans.edu/)
Abu Dulaf'ta görüldüğü gibi, Ali, Türklerin Gök-Tengri'si ile birleştirilmiş
bulunuyordu. Bugün bile inançlı Alevi yaşlılar arasında, gök gürültüsünün
``Ali'nin narası'' olduğunu söyleyenler vardır. Hatta, İrene Melikoff'un
saptamalarına göre, her sabah duaya çıkıp güneşin doğuşunu izleyerek ``işte Ali
doğuyor'' diye tanrısal coşkuyu yaşayan ve yaşatanlar bulunmaktadır.
(İ.Melikoff, Uyur İdik Uyardılar, İstanbul-1993, s.124) Bazı araştırmacılar
Karahanlıların hanedan sıfatı olan ``Buğra'' sözcüğünün ``Bağraç''tan çekilmiş
olduğu, ve bunların önce Manicheist, hemen arkasından ``Şii inançlı
Müslümanlar'' (Ehlibeyt İslamlığı, Zeydi Aleviliği denmek isteniyor - İ.K.)
olabilecekleri sonucuna varıyorlar. Bunları söyleyen Togan, J.Marquart,
M.F.Grenard gibi yazarlara karşı, Emel Esin'in de görüşlerini paylaştığı
bazıları ise, burada uzun açıklamaya gerekli görmediğimiz, Karahanlılar'ın Sünni
olduğu gibi, hiç de tutarlı olmayan bazı ``kanıtlarla'' karşı çıkmaktadırlar.
Biz Karahanlılara ilişkin görüşlerimizi; başta konfederasyon halindeyken
çoğunluk Zeydi-Alevilerinden oluştuğu halde, merkezi devlet aşamasında yönetici
hanedanın resmen Sünni İslama geçtiğini, ama hatırı sayılır nüfusun hâlâ Alevi
olduğunu, yukarıda ayrıntılı olarak anlattık. Burada sadece Minorsky'nin Abu
Dulaf Misar bin Muhalhil's Travels in Iran adlı yapıtta kullandığı ``Bağraç,
Kaşgarlı Yağmalar, Hakanı Türkleri olmalıdır'' sözüne dikkat çekelim.
Bağraç'larla Yağma Türkleri aynı ise, Karahanlılar Devleti'nin kuruluşuna en
büyük katkısı olan bir federasyonun hiçbir zaman Sünni olmadığının bir kanıtını
daha görmüş bulunuyoruz. Bu, ``Buğra'' sözcüğünün, ``Bağraç''tan çekilmiş
olduğunu da kanıtlamış oluyor.
Demek ki Hakaniler, yani Karahanlı hanedanı, Satuk Buğra Han ile birlikte toptan
Sünni İslama geçmişti. Zaten 840'larda Karahanlı konfederasyonunun kuruluşuna
katkısı olan Karluk Yabgusu da Alevi inançlıdır. Abu Dulaf'ın Bağraç Alevi
Türklerinin başında bulunduğunu söylediği, Yahya bin Zeyd'in soyundan gelen Ali
evladının adını bilmiyoruz. 17.yüzyılda yazılmış Veli Baba Menakıbnamesi'nde,
Yahya bin Zeyd'in soyunun yürümediği ileri sürülmektedir. (Kaynak, 1994, sayı 4,
s.69) Abu Dulaf'ın sözünü ettiği tarih, Yahya'nın öldürülmesinin 2 yüzyıl
sonrasını göstermektedir. Demek ki Yahya'nın soyu yürümüştür. Abu Dulaf'ın
sözünü ettiği Bağraç kralı, Yahya'nın olasıyla 5. kuşaktan torunuydu.
I.V.4. Alevi Kavramının 19.Yüzyıldan İtibaren Kullanılmaya Başlandığı İddiası da
Nedir?
Açıklamalarımızda görüldüğü üzere, hep gizlenmiş ya da kasten
``atlanmış'' tarihsel olaylar, siyasal ilişkiler ve arkeoloji biliminin, sanatın
ışığında ortaya çıkarılmış tiplemeler, heterodoks İslamlık ya da Ehlibeyt
İslamlığı (yani, Emevi ve Abbasi hanedanlarının iktidarlarını koruma kılıfı
olarak geliştirdikleri Sünni İslamlık değil) olarak Aleviliğin, Türkler arasında
çok daha önce yayıldığını göstermektedir.
Ancak, günümüzdeki anlamıyla ilk ``Alevi'' tanımlamasını, 941-42'de Türkler
arasında yaptığı gezilerden sonra Abu Dulaf'ın kullandığı anlaşılıyor. Arapçada
``Alawi'' biçiminde okunması hiçbir farklılık getirmiyor. Son olarak, İrene
Melikoff hocanın, ``Alevi'' deyimi üzerindeki görüşlerine değinmek istiyoruz.
``Kızılbaş Problemi'' başlığıyla yazdığı makalesinde, Melikoff, şöyle yazıyor:
``Günümüzde en çok kullanılan Alevi deyimini, yalnız incelediğimiz olgu
açısından değil, hiç bir tarihsel gerçeğe uymadığı için, kesinlikle bu makaleye
ad koymak istemedik. Tarihsel görüş açısından Alevi, `soyu Ali'den gelen'
demektir ve İran'da da kullanıldığı zaman bu anlaşılır. Örf dışı ve aykırı bir
İslam mezhebi olarak Türkiye'de ortaya çıkışı ise ancak 19.yüzyıla doğrudur.''
(İ. Melikoff, ``Le Probleme Kızılbaş'', Turcica VI-1975, s.49; Uyur İdik
Uyardılar, İstanbul-1993, s.53)
Melikoff, her fırsatta da, ``Alevi sözcüğünün tarihsel açıdan yanlış bir deyim
olduğunu'' vurguluyor. Biz buna kesinlikle katılmıyoruz. Bir koca saygıdeğer
yaşam verip, yaptığı çok sayıda araştırmalar ve verdiği konferanslarda kullanmak
durumunda kaldığı ``Alevi'' deyiminin yerine bir başkasını, üretip ya da
keşfedip koyamamışsa sayın hocamız, bu o sözün gerçekten tarihe
malolmuşluğundandır. Alevi sözcüğünün orijinal anlamı ``Ali soyundan gelen''
olmakla birlikte, 940'lı yıllardan, yani Abu Dulaf'tan beri sözcüğün kavramlaşıp
kazandığı bugünkü anlam ve içeriğe, ``tarihsel yanlışlık'' damgası vurulamaz.
Yoksa, Yusuf Has Hacib'in kaleme alıp, Karahanlı hükümdarı Tavgaç Buğra Han'a
1069'da sunduğu Kutadgubilig (Kutlu Bilgi) adlı yapıtta yer alan``Aleviler birle
katılmaku ayur (Alevilerin de birlikte katılmasını öğretir)'' bölümünün sonradan
eklenmiş olduğu mu düşünülüyor?
Dilbilim bakımından da, bir dilden başka dile geçmiş bazı sözcüklerin, geçtiği
dilin yapısallığına uyum sağlayacağı gibi, anlam değişikliğine de
uğrayabileceği, bilinmeyen birşey değil. O zaman, Alevi sözcüğünün, Türkiye'de
ancak 19.yüzyıla doğru heterodoks anlamda ortaya çıktığı, ne demek oluyor?
Anadolu halkının dilinde yüzyıllardan beri SÜNNİ sözcüğünün kavram ve içerik
olarak karşıtı ALEVİ deyimidir, hiçbir zaman Şİİ olmamıştır. Suçlayıcı,
aşağılayıcı terim olarak kullanılmış KIZILBAŞ'ın karşıtı da YEZİT'tir.
Doğrudur, ``bu zümrenin mahkum edildiği Osmanlı belgelerinde sadece `Kızılbaş,
Rafızi (sapık, sapmış) ve Mülhid (dinsiz, dini terketmiş)' deyimleri
kullanılmaktadır. Bir kez bile olsun, Alevi deyimine rastlanmaz''. (İ.Melikoff,
Turcica VI, s.51; Uyur İken Uyardılar, s.55) Ama bu bir Osmanlı hilesidir.
Peygamberin kızı Fatıma'dan yürüyen ``Ali soyundan gelen ve Ali yandaşı''
anlamlarını taşıyan ``Alevi'' kutsal sözcüğünü (Nomina Sacra) kullanarak,
Orthodoks İslamlığını, Sünni tebasını öfkelendirmeyi Osmanlı hiç ister mi?
Kötülenen, suçlanan ve küfredilen asi bir zümre hakkında hangi devlet siyaseti,
saygı duyulan ve onurlandırıcı bir deyim kullanır?
Hem sonra, Şah İsmail'in divanında onurla ve bir erişilmezlik makamı yerine
kullandığı ``Kızılbaş'' kavramıyla, Osmanlı siyasetininki birbiriyle kesinlikle
kıyaslanamaz. Şah İsmail Kızılbaşı şöyle tanımlıyordu: Yüregi dağ olmayınca
bağrı kanlı lal'ı tek Hiç kimin hakkı yohtur Kızılbaş olmaya, (ANLAMI: Yüreği
dağ, bağrı kızıl yakut gibi kan olmadan, Kızılbaş olmak hiç kimsenin haddi
değildir)
Akla mantığa sığmayan karalama ve suçlamalarla Kızılbaşlığı suç- cürüm sayan
Osmanlı fermanlarında kullanılmayan Alevi deyimini, Alevi-Bektaşi ozanları
şiirlerinde göğsünü gere gere kullanmışlardır. Ne demek ``19.yüzyıla doğru
`Alevi' denmeye başlanmıştır?'' 17.yüzyılın ortalarında kaleme alınmış Veli Baba
Menakıbnamesi'nde Arapça ``Aleviyyün (Aleviler)'' denilmiyor mu? O bir yana,
işte 16.yüzyıldan Pir Sultan Abdal:
Ezelden divane etti aşk beni
Hüseyni'yim Alevi'yim ne dersin
Niçin dahledersin tarık düşmanı
Hüseyni'yim Alevi'yim ne dersin
İmam-i Ali'dir aynı bekadır
Pir elinden zehir içsem şifadır
Yardımcımız Muhammed Mustafa'dır
Hüseyni'yim Alevi'yim ne dersin
(…)
İmam Rıza'nın ben envarıyım
Şah-ı Kerbela'da doğan Ali'yim
Münkirin yezidin Azrail'iyim
Hüseyni'yim Alevi'yim ne dersin
(...)
Pir Sultan'ım çağrır Hint'te Yemen'de
Dolaştırsam seni Sahib zamanda
İradet getirdim ikrar imanda
Hüseyni'yim Alevi'yim ne dersin
--------------------
Kaynak: t-k-p.org/alevilik
|