E

Ğ

E

R


İ

N

S

A

N


İ

S

E

N


Ö

L

M

E

Z

S

İ

N


K

O

R

K

M

A
Uzumbaba Anasayfa Hacıbektaş logo Pirsultan semah 
Anadolu Aleviliği(özelyazı)

Bir Alevi Dedesiyle söyleşi

Alevi Başkaldırıları

Osmanlı Arşivi

Cezalandırmalar1

Cezalandırmalar2

Alevilik Araştırmaları Üzerine

Alevi İslamcı Olamaz

'Hava Kararırsa Oteli Ateşe Verecekler

Pirsultan Kürt direnişçisi?


Pirsultan şiirleri ve türküleri(diğer sitemde derlenmiştir, okuyabilir ve dinleyebilirsiniz)

Kürt ırkçılarının Alevi kültürüne saldırıları devam ediyor

Aziz Nesin`in Madımak katliamından bir gün önceki konuşması

2 Temmuz..Madımak..Tıklayınız..

Temmuzda küçük bir araştırma! Medyamız ne kadar duyarlı idi?

Alevilik İslamın içinde mi yoksa dışında mı sorusu tuzak ve kasıtlıdır

Hacı Bektaş Veli Bir Batıni Dai'siydi

Hak'ka yürümek

Medyada Muharrem ayı

Alevilerin ilk siyasal partisi (Türkiye) Birlik Partisi

Aleviliğin Osmanlı dönemi yazılı kaynakları

Kızılbaşlık ve Kızılbaşlar

Osmanlı'nın şeytanı Cumhuriyet döneminin gericilik simgesi: Saz

Anadolu aleviliğinde ocak sistemi ve dedelik kurumu

Alevilik kaynağı kökleri ve gelişimi İ.Kaygusuz

İnanç düşünce ve siyasal tarih bağlamında Alevilik İ.Kaygusuz

Hacı Bektaş Veli'nin Yaşadığı Tarihsel Ortam

Ali Balkız:'Sivas'ta Ergenekon mu gizlendi'

Nejat Birdoğan Söyleşi

Maraş katliamı (24 aralık 1978)

Çorum katliamı(1980)

Malatya olayları katliamlar(1975-80)

Aleviliğin kökeni tartışması

Babailer - Anadolu Devriminin Kavşak Noktası

Hacı Bektaş ve Babai Ayaklanması

Princeton Üniversite konferas metni(Zülfü Livaneli)

Pir Sultan'ın Şah İsmail değerlendirmesi

"Kılıcından Kızılbaş kanı damlayan" Yavuz

Alevi Açılım

Hacıbektaş-ı Veli Türbesinde bulunan semboller ve anlamları

Cumhuriyet tarihinin Alevi katliamı belgeselleri
Maraş katliamı belgeseli
Çorum katliamı belgeseli
Sivas Madımak belgeseli

Dışarıdan Alevilik hakkında bakış açıları için birkaç örnek:


The Alevis of Turkey-Tina Hamrin Dahl

The Alevi and questions of identityw Roman"-Tina Hamrin Dahl

A Surviving Neoplatonism: on the Creed
of the Bektashi Order. Conversations
with a Mursit


Religious Courts Alongside Secular State Courts:
The Case of the Turkish Alevis


Dosyalara dön

Alevilik

KAYNAĞI, KÖKLERİ VE GELİŞİMİ

İsmail Kaygusuz

I.I Orta Asya Türk Toplulukları Arasında İlk Kabul Gören Sünni İslamlık Değildi

Devlet tarihi Türklerin İslamiyete girişini, Ebu'l Fazl Muhammed'in 1282 yıllarında Kaşgar'da yazmış olduğu Mülhakatu eş-şurah ve Musullu İbn el-Athir'in (İbn ül-Esir olarak bilinir, ö.1234) Kâmil fi Tarih adlı yapıtlarında anlatılanlara dayanılarak, Karahanlılar devletini kuran Satuk Buğra Kara Han'ın 10.yüzyılın ortalarında (955-960) 200 bin çadırlık halkıyla yeni dini kabul edişine bağlamaktadır. Bu bilgilerin birer menkıbeden öteye gitmediklerini burjuva tarihçileri de ileri sürdükleri halde (R.Rahmi Arat, Kutadgu Bilig I, Ankara-1979 2.baskı, s.IX), iddia adeta kesinlik kazanmıştır. Gerçekte bu, Karahanlı sülalesinin Sünni İslama geçişini iddia etmekten başka bir şey değildir.

Oysa, Hazar'ın güneyinde ve Orta Asya'da yaşayan çok çeşitli Türk boylarının İslamiyetle ilk ilişkileri ve onu benimsemeye başlamaları, çok daha öncedir. Muhammed peygamberin ölümünün üzerinden daha yüzyıl geçmeden dine farklı yorumlar getiren ilk mutasavvıflar ve yandaşları ile, doğrucası heterodoks İslamiyetle (Sünni İslama aykırı olan, ortodoks olmayan İslamiyetle) olmuştur. Diğer bir deyişle Ali-Ehlibeyt inançlı İslamiyet bu halkları kendine bağlamıştır.

Bu dönemler, Emevi (Umeyyed) halifelerinin topraklarında Türklerin mevali (köle, yabancı, müşteri) diye aşağılanan topluluklardan öte fazla önemsenmediği dönemlerdir. Ancak, tarihçi Yakut'a bakılacak olursa, Emevi halifesi Hişam'dan (722-743) beri Orta Asya'daki Türkler arasına, onları Sünni İslama davet etmek üzere - kimlikleri bilinmeyen - misyoner elçiler gönderilmeye başlanmıştır. Fransız tarihçisi Jean-Paul Roux şöyle değerlendiriyor:

``İslamiyeti Türkler arasına asıl götürüp yayanlar; uçsuz bucaksız Asya steplerinde dolaşan gezginci mutasavvıflar ve yüklerinin içinde Kur'an mushafları taşıyan tüccarlardır. Bu tüccarlar Hicret'in ilk yüzyıllarında en önemli din yayıcılarıydı. Dünyanın en güçlü ekonomik acentaları ve yüksek uygarlığın temsilcileri olmanın prestiji içinde oralara sokulmuşlardı.'' (Jean-Paul Roux, Histoire des Turcs et des Mongols (Türklerin ve Mogolların Dini), Paris, 1984, s.138-140)

Roux, gezginci sufilerin betimlemelerine geçerek, gerek tacirlerin ve gerekse sufilerin etkinlikleri ve yöntemleri konusunda geniş ayrıntılar da veriyor. Bizi en fazla ilgilendiren yargısı şudur:

``(...) Aydınlık kafalı bu varlıksız sefiller, canlı bir inanç e tanrı sevgisiyle hareket eden yüksek ruhlu insanlardı ve yeterince muhalif, aykırı bir gurup oluşturuyorlardı. Kuşkusuz bunların (sufilerin - İ.K.) anlattıkları, kent din bilginlerinin yabancıları İslama davet ederken sundukları bilgileri destekleyici teorik katılıkta değildi.'' (Jean-Paul Roux, agy, s.39,40)

Bunlar doğrudur ama yeterli ve açık değildir. Karahanlılar Sünni İslamlığı kabul edinceye kadar İslamiyet, Hazar denizinin batı ve güneyindeki ülkelerden ve Horasan'dan tutunuz, Aral'ı aşıp Baykal gölüne, Çin sınırlarına değin, dağınık durumda yaşayan Türk toplulukları arasında ``Ehlibeyt inancı'', ``Ali yandaşlığı'' yani Alevilik olarak yayılmıştır. Karahanlılar sülalesinin yönettiği bu ilk Türk-İslam devletinde (Karahanlılar) Alevilerin hatırı sayılır derecede varlığını da görmekteyiz. Yoksa Yusuf Has Hacip, Tavgaç Bugra Han'a 1069'da sunduğu Kutadgu Bilig (Kutlu Bilgi) adlı yapıtında, ``Aleviler birle katılmakı ayur (Alevilerin de birlikte katılmasını öğretir)'' başlığı altındaki kısa bölümde şu beyitleri geçmezdi:

Onlarda biri savçı urğı turur

Bularnı ağır tutsa kut kıv bulur

Bularnı katığ sev köngülde berü

Nengin edkülük kıl baka tur körü

Bular ehl-i beyt ol habibka kadaş

Habib savcı hakkı üçün sev adaş

Bu beyitler günün Türkçesinde şöyle anlamlandırılabilir:

``Onlardan (Alevilerden) biri elçi yaptırılsa ve bunlar ağırlansa, devlet mutluluk bulur

``Bunları (Alevileri) kuvvetle sev; sevgin gönülden gelsin. Dur bak, gör ve herşey için iyilik et

``Bunlar Ehlibeyt'tendir ve peygamber ile kardaş, sevgili peygamber hakkı için (Alevileri) sev arkadaş''

Büyük mutasavvıf Hallacı Mansur'un (857-922) çağdaşı Tabari'ye göre Orta Asya'daki Türkler heterodoks (aykırı) inançlarla, bir Harici olan Haris bin Süreyc'in kaldırdığı peygamber sancağı çevresinde toplanan Da'iflerin (ezilmiş, zayıf halk) başkaldırısı sırasında (735-745) temasa geldiler. Horasan'da başlayan bu başkaldırı, Emevi yönetiminin yerel renslerin işbirliğiyle bölge halkını sömürmesine karşıydı. Ayaklanmanın bastırılmasıyla Haris bin Süreyç, yanındakileriyle birlikte Toharistan ve Transoksian'ın Müslüman olmayan Türkler tarafından tutulan bölgelerine sığındı. (Tabari, Tarih u Rüsul wa'l mulük, Leiden-1879/81 den aktaran E.Esin, Turcica XVII, 1985, s.8)

Emevi İslam imparatorluğunun fetihçi ve yayılmacı siyaseti, Mezopotamya'dan Orta Asya'ya değin işgal ettiği ülkelerin halklarını köleleştirme ve topraklarını, zenginliklerini sömürme üzerine kurulmuştu. Onların İslam dinine sokulmaları da bu hakimiyetin zorgücüyle olacaktı. Mensup oldukları dinin peygamberinin soyundan gelenlere ve yandaşlarına küfretmek, zulüm ve askı altında tutmak, ilk fırsatta ortadan kaldırmak ise, bu devletin iç siyasetini oluşturmaktaydı.

Emevilerin Horasan valisi Kuteybe'nin komutası altındaki Arap kuvvetleri, ``mücahitlere has İlahi kelimetullah azim ve hamlesi ile, Türk hakimiyeti altında olan ve bölünerek zayıf düşmüş Fars ve Türk sekene üzerinde zaferler kazanarak Amu Derya ve Siri Derya çevresinde ilerlediler. 713'de Kül Tegin'i Semerkand çevresinde geri çekilmeğe icbar etti. Kuteybe'nin başarılarını, Batı Türklerinin (Türgişler) kahramanca saldırışları geçici olarak hiçe indirdi''. (Prof.Dr. Laszlo Rasonyi, Tarihte Türkler, Ankara, 1971, s.159) Emeviler, bunun üzerine değişik bir yöntemi uygulamış ve bölge feodallarından, prenslerden işbirlikçi kazanma yoluna başvurmuşlardır.

Bu konuda Paul du Breuil'in bir saptamasını özetleyerek, Emevi Sünni İslamın yeni siyaseti nasıl uyguladığını görelim. Amaç mevali (köle, yabancı) diye adlandırılan halkların topraklarını işgal etmek ve bu sayede Şam'daki (daha sonra Bağdad'daki Abbasi siyaseti de değişmiyor) halife saraylarının ihtişamını artırmak için para sağlamaktı.

``Araplar cizye (baş vergisi) adı verdikleri aracı kullanarak Müslüman olmayanları serbest bırakma yoluna gittiler. Böylece Yahudi ve Hrıstiyanlar gibi Zerdüşt dinindekiler de kendi kültürel kimliklerini koruyacaklardı. Ancak verginin ödenmesi sürekliydi. Bu nedenle Zerdüşt inançlı orta toprak sahibi köylülerin (Dehakin) pek çoğu, arazi vergilerine eklenen cizye ve faizleri yüzünden ya da bu aşağılayıcı baş vergisinden kaçınmak için din değiştirip Müslüman oldular. Ancak yedi İranlı büyük aile, yüksek memurlar, rahip ve askerler cizyeden muaf tutulmuşlardı. Dağlı nüfus ve Horasan halkının sık sık çıkardığı isyanlar birlikte bastırılmıştır.'' (Paul du Breuil, Le Zoroastrisme (Zerdüştlük), Paris, 1982, s.94-95)

Görüldüğü gibi büyük toprak sahibi ailelere, yerli dinin rahiplerine ve askerlere ayrıcalıklı davranılmış, İslama davet sözkonusu bile edilmemiştir. Yerli halkı yönetmek için onlarla işbirliği yapılmış, Roma imparatorluk döneminin ``yerli prens ve kralların işbirliğinde merkeze uzak eyaletleri yönetme'' siyaseti uygulanmıştır. Böylece farklı inanç ve etnik kökenli toplumlar, iki yanlı baskı altında bırakılmıştır. Yeteri kadar toprağı olan orta köylüler (dehakin), cizyeden kurtulmak için zorunlu din değiştirip İslama geçmişler. Bu iki kesim de işgalci Araplarla ortaklaşa, diğer insanlar ve konar-göçer topluluklar üzerinde baskılarını sürdürmüş, onların sürülerine, yaylak ve otlaklarıyla yurtlarına, canlarına ve mallarına acımasızca el koymuşlardır.

İşte Azerbaycan, Hazar'ın güneyindeki ülkeler, Horasan ve Orta Asya'da verilmekte olan bu toplumsal yaşam mücadeleleri içerisine, Emevi Sünni İslamlığın karşısındaki Ehlibeyt-Ali inancı, önder ve yandaşlarıyla girip, Türk topluluklarıyla (genelde yerli halklarla) bütünleşmiş ve bunlar kavgalarını birlikte vermişlerdir. Bu bölgelerde yaşayan halkların sosyal mücadele bileşkesinde ilk buluşan, Ehlibeyt-Ali soyundan 4. İmam Zeynelabidin'in oğullarından Zeyd, oğlu Yahya ve torunları olmuştur.
-------------

I.II İmam Zeynelabidin oğlu Zeyd ve Torunu Yahya'nın Mücadeleleri

İmam Zeyd'in fıkıh bilgini olduğunu görmekteyiz. Kendisi Mutezile öğretisinin kurucusu Wasil bin Ata el-Gazzal'ın (669-743) öğrencisi olmuştu. Ancak onun siyasi yönden Harici görüşü desteklemesine, atası Ali'nin ``bazı bakımlardan haksızlıkları olduğu'' düşüncesine karşı çıkmıştır. Zeyd, ilk iki halifeyi kabul etmekle birlikte, Ali'nin onlardan her bakımdan üstünlüğüne toz kondurmamıştır.

Fıkıh anlayışı ve felsefesini sistemleştirdiği Zeydilik'in kurucusu olan Zeyd, diğer birçok bakımlardan Mutezile'nin ortaya attığı us ilkelerine (örneğin Kuran' ın yaratılmış, yani yazılmış olduğu düşüncesine) dayanmıştı. Hatta (onun gerçek mamlığına ve başkaldırı hareketine zarar verecek olan) siyasi yönden Ebubekir ve Ömer'in halifeliği zorla ele geçirmediği, gaspçı olmadığı düşüncesi de aynı öğretiden kaynaklanıyordu. (bkz. Al-Shahrastani, Kitab al-Milal, çev. Jean-Claud Vadet, Les Dissidences de l'Islam, (İslam'da aykırı-isyancı düşünce ve hareketler), Paris, 1984, s.270-278)

Zeynelabidin oğlu Zeyd'in Emevilere karşı ayaklanma eylemini, İslam tarihçisi Julius Wellhausen'in Kâmil, Egani, Vakıdi ve Ebu Mihnef gibi eski Arap tarih yazarlarından kaynaklanarak verdiği açıklamalardan özetlemek istiyoruz. Konunun derli toplu verilmiş olması ilgimizi çekmiştir. Yoksa kullanılan dil, Emevi yandaşı Arap yazarlarınınkini aynen yansıtmaktadır. Ama çok büyük olasılıkla bu üslup, kitabı Türkçeye çevirenin aşırı Sünni İslamcılığından gelmektedir. Şu anlatıma bakınız:

``Gerçek peygamber evladı, Ali'nin Fatima'dan gelen nesli, İslamiyetin emekli aristokratlarının şehri olan Medine'de yaşıyorlardı. Bunlar oradaki bozulmakta olan sosyetenin en gözde ve en popülerleriydi. Emeviler bunları uslu uslu oturdukları takdirde şımartıyorlardı. Ali oğullarına herkes kızını seve seve veriyor ve onlar da kutsal kanı üretmek fırsatını güzelce kullanıyorlardı. Bunlar, bu dindar, şarap ve muganniyeler (şarkıcı kadınlar) şehrinde keyif sürmekteydiler. Devlet üzerindeki iddialarından filvaki vazgeçmiş değillerdi. Aralarında ehliyetli bir erkek yoktu... Ailenin Hasan ve Hüseyin kolundan, daha genç olan Hüseyin kolu, daha yaşlı olan Hasan hak ve hukukunu şerefsizce satmış, buna mukabil Hüseyin, hukuku uğruna kanını akıtmış olduğu cihetle ana kol sayılmaktaydı. Hüseyin'in halefi, Kerbela'da hayatı bağışlanmış olup, o zamandan beri ateşten ürken Ali bin Hüseyin (Zeynelabidin) idi. Bunun oğulları arasında Zeyd ve Muhammed (Bakır), sonra da Muhammed'in oğlu Cafer temayüz ettiler.'' (Julius Welhausen, İslamiyetin İlk Devrinde Dini-Siyasi Muhalefet Partileri, çev. Fikret Işıltan, Ankara, 1989, s.156-157)
Arap tarihçileri, Zeynelabidin oğlu Zeyd'in, taraftarlarıyla başkaldırdığı Irak'taki Kûfe kentine gelişini, İmam Hasan ve Hüseyin kolundan gelenlerin anlaşmazlığa düştükleri bir miras işine bağlamaktadır. 717'de tahta çıktığında Emevi halifelerinden Mervan'ın torunu 2.Ömer'in ilk yaptığı iş, Muaviye'nin koymuş olduğu ``cuma günleri hutbelerde Ali'ye lanet edilmesi'' geleneğini kaldırması olmuş, arkasından da Fedek Hurmalığı'nı Fatıma'nın soyundan gelenlere geri vermişti. Yine Ommayed (Emevi) oğullarının Ehlibeyt'ten gasbetmiş oldukları herşeyi asıl sahiplerine bıraktı. Onun bu Ehlibeyt yandaşı tutumu, üç yıl sonra zehirletilerek öldürülmesine neden olmuştur. (Bkz. A.Gölpınarlı, Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik , İstanbul, 1987, s.412-413)

İşte bu malların iki kol arasında paylaşılmasında halife Hişam'ın aracılığı(!) söz konusu oluyor. Zeyd, Hüseyin kolu temsilcisi olarak birkaç akrabasıyla halifeye başvuruyor. Ancak Kûfe valisi Yusuf bin Ömer, kendisinden önceki valinin oğlu Yezid'e, zorla, Zeyd'in kendisine çok büyük miktarda borcu olduğunu söyletiyor ve bu da Hişam'a duyurulduğundan, Zeyd ve akrabaları, halife tarafından sorguya çekiliyorlar ve alacaklı ile yüzleştirilmek üzere Kûfe'ye gitmek zorunda bırakılıyorlar. Bu olayın sonunda, her ne sebepten gelmiş olursa olsun Zeyd Medine'ye dönmüyor ve izini kaybettirerek Kûfe'de alıyor. Sakinlerinin büyük çoğunluğu Ehlibeyt-Ali yandaşı olan bu kentte ürekli yer değiştirerek kalan, iki ailenin kızıyla da evlenmiş bulunan Zeyd, Emevi halifesine karşı büyük bir başkaldırı hazırlıkları içindeydi. Bunu gizli yürütüyordu. Halife'nin güvendiği Suriyeli askerlerin, değil Kûfe'nin çıkarabileceği yüzbin savaşçıya, kendisini destekleyecek olan sadece Mezhic, Hemdan, Bekr ya da Temim kabilesine bile dayanamayacağına inandırılmıştı.

Zeyd Kûfe'de kaldığı bir yıla yakın zaman içinde Musul ve Basra'da da propaganda yaptırdı. Kûfe'de Zeyd'in ordu listesine tam 15 bin kişi kaydolmuştu. Zeyd, iktidarı ele geçirdiğinde, kuracağı yönetimin esaslarını özetle şöyle belirlemişti:

1. Adil olmayan iktidar sahipleri savaşılarak alaşağı edilecek.

2. Kuran ve Muhammed'in buyrukları aynen uygulanacak.

3. Önce ezilmekte olan zayıflar korumaya alınacak.

4. Devlet kapısında alışanların aylıkları ve ellerinden varlıkları orla alınmış olanların malları, paraları verilecek.

5. Devlet gelirleri hakkı olanlar arasında eşit ölçüde dağıtılacak.

6. Gadre uğrayanların zararları telafi edilecek.

7. Uzak seferlere gönderilenler şehirlerine geri çağrılacak.

8. Peygamber ailesi, kendilerine haksızlık eden ve karşılarında bulunan herkese karşı korunacak.

Biat ederek Zeyd bin Ali'ye katılanlar, bu ilkeleri içeren bir çeşit biat belgesi imzalıyorlardı. Ancak Kûfeli Şiilerden bazıları bunları yeterli bulmamış ve Zeyd'in özellikle Ebubekir ile Ömer'i meşru halife kabul etmesini eleştirmişlerdi. İyi bir örgütçü olduğu anlaşılan Zeyd'in, Haricileri de saflarına çekmek için kullandığı bu siyaset iyi anlaşılmadığından, Emevileri de lanetlemeyince, bunlar, karşı propagandasını yaparak onu terkettiler; kendilerine Rafıza (ayrı yola gidenler, terkedenler) denildi. (Bkz. Julius Wellhausen, agy, s.167-8)

Zeyd'in bu eleştirilen tutumu, Mutezile öğretisinden, yani Wasil bin Ata'nın öğrencisi olmasından kaynaklanıyordu. Şehristani'nin anlattığına göre; ayrıca kardeşi Muhammed Bakır'la da bu konuda tartışmaları olmuştur. Bir gün Muhammed Bakır tartışmayı şu sözlerle bitirmiş:

``Senin bu öğretiyi harfi harfine izlemen için, öz babanın asla İmam olmadığına karar vermen gerekiyor. Zira o hiçbir zaman isyan etmediği halde, iktidarı alma iddiasını hiç de elden bırakmadı, düşüncelerini senden daha az yaymadı.'' (al-Shahristani, Kitab al-Milal, s.271) Gerek Muhammed Bakır ve gerekse Altıncı İmam Caferi Sadık, zamanın İslam bilginlerinden ve birer mutasavvıf idiler. Siyasi tutkuları yoktu ve bu mücadeleye girmediler. Kendilerini imam kabul eden, peşlerindeki geniş Rafızi kitlelerle (Zeyd'den ayrılanlar) siyaset yönünde ilgilenmediler.

Kûfe valisi Yusuf bin Ömer kentin dışında, Hire'de durmaktaydı. Zeyd'in çok gizli yürüttüğü etkinliklerini, ele geçirdiği iki kişiden tam ve kesin olarak, öğrenmeyi başararak geniş tutuklamalar yaptı. Bu arada, Zeyd'in tutuklamalar yüzünden ayaklanma tarihini öne almayı (6 Ocak 740) kararlaştırdığını bile öğrendi. Bu tarihten bir gün önce bütün Kûfeliler mescide çağrılıp, az sayıda Suriyeli askerle burada gözaltına alındılar.

Anlatıldığına göre, gece sabaha karşı, şiddetli soğuğa rağmen Zeyd, yanındaki 218 kişilik kuvvetle mescide saldırıp Kûfelileri kurtarma girişiminde bulundu. Ancak adamlar korku ve umutsuzluktan kapatıldıkları yerden çıkıp da Zeyd'e katılmak istemediler. Zeyd, buna rağmen Hire'den üzerine gönderilen 2000 kişilik Suriyeli savaşçı birliğini gündüz bozguna uğrattı. Ancak ertesi gün kendisine katılanların azlığı ve Rafiza'nın yanında yer almaması yüzünden Zeyd'in direnişi kırıldı. Özellikle akşama doğru Halife'nin kuvvetleri Kikanlı ve Buharalı 300 okçu ile takviye edilince, Kûfelilerin küçük birliği büyük kayıplar verdi. Sokak savaşları yaparak karanlıkta evlere dağıldılar. Zeyd bir okla yaralandı ve o gece sığındığı evde, ok çıkarılırken öldü. Bir kanalın suyu boşaltılarak, kanal yatağına gömülüp sonra su tekrar kanala çevrilerek mezarı gizlendiyse de, ihbarla gömüldüğü yer öğrenilip, cesedi buradan çıkarıldı. Başı kesilip önce Şam'a, oradan da Medine'ye gönderildi. Başsız cesedi Kûfe'de çarmıha gerildi ve Hişam'ın ölümüne kadar, beş ay boyunca orada asılı kaldı. (Bkz. Ebu Mihnef'ten aktaran Julius Wellhausen, agy, s.159-160; A. Gölpınarlı, agy, s.413-414; İ.Zeki Eyüboğlu, Tarikatlar Mezhepler Tarihi, İstanbul, l987, s.439)

Şafi mezhebinden olan Muhammed bin Abdul Kerim el-Şehristani'nin, 1116 yılında yazmış olduğu Kitab el-Milal'de, Zeyd'in öldürülmesinden sonra olup bitenler hakkında verilen bilgiler aynen şöyledir:

``Zeyd'in oğlu Yahya, babası öldürülünce imam adayı olarak ortaya çıktı ve Horasan'a gitti. Orada çok sayıda yandaş buldu. İsyana girişmesini istemeyen amca oğlu Caferi Sadık'ın vaktiyle ona söylemiş olduğu `babası gibi öldürülüp, çarmıha gerileceği' kehaneti aynısıyla gerçekleşti.

``Ondan sonra Muhammed ve İbrahim imamlık iddialarıyla ortaya çıktılar. İki kardeşten Muhammed Medine'de ayaklanırken, İbrahim Basra'daki partizanların başına geçti. Hesaplaşma sonunda iki kardeş birbiri ardından perişan edildiler. Bu sıralarda yine Caferi Sadık gelecekte neler olup biteceğine ilişkin görüşlerini şöyle açığa vurmuştu: `Umeyyed oğullarının (Emevilerin) mağrur durumu, zavallı ölümlüler(insanlar) karşısında bütün korkunçluğuyla dikilmiş bulunuyor. Eğer dağlar bu mağrur halleriyle rekabete kalkışsa, üste çıkamazlar. Peygamberin soyundan gelmiş olan (Ehlibeyt'ten) herkes için, Emeviler, kalblerinin derinliklerinde nefret doludurlar. Peygamber soyundan hiç kimse, Tanrı onların hanedan iktidarlarının kaybolmasına izin vermeden önce, en küçük bir ayaklanmaya girişmeyecek.'

``Zeyd, Hişam'ın emriyle Kûfe şehri meydanında asıldı. Oğlu Yahya yine onun valisinin emriyle Horasan eyaletinde Cüzcan'da aynı biçimde cezalandırıldı. İmam Muhammed Medine'de, kardeşi İbrahim Basra'da, İsa bin Mahan tarafından öldürüldü. Bu son iki olayda buyruk Halife el-Mansur'dan (754-775) gelmişti.

``Zeyd'in öğretisini takip eden Zeydiler üç ayrı kola ayrıldılar: Jarudiye, Süleymaniye ve Butriyye. Son ikisi Salihiyye ile öğreti olarak birlik idiler.''(Al-Shahrastani, agy, s.272)

Zeyd oğlu Yahya hakkında başka yazarlar da ayrıntılar geçmektedir. Bir görüşe göre Yahya, Kerbela yakınındaki Ninive'de Beşr bin Abdülmelik adında Emevi Arabın azatlısının evinde saklanmış, buradan Horasan'a kaçıp, Hişam'ın ölümüne kadar Belh'de bir Arab soylusunun yanında kalmıştır. Yahya sonradan gammazlanarak yönetime teslim edildiyse de Halife Üçüncü Velid onu serbest bırakmıştır. (Emevi halifelerini temize çıkarma gayreti - İ.K. ). Yahya, bölge valisi Nasr bin Sayyar tarafından bir yerden öbürüne sürülmüş ve en sonunda bölgenin batı sınır kenti Beyhak'a gitmiş.

Yahya daha ilerleyerek, babası Zeyd'i ortadan kaldırtan vali Yusuf bin Ömer'in eline düşmek istemiyordu. Bu nedenle doğuya geri döndü, Nasr'ın memurlarının doğuya geçişine engel olma buyruğunu almış olmalarına rağmen, 70 adamıyla Herat'a ulaştı. Buradan da Cüzcan'a doğru yola çıktı. Nasr bin Sayyar'ın arkasından gönderdiği birlik tarafından yakalandı. Bölgenin başkenti Anbar kenti yakınında, çarpışmada öldürüldü. Halife'nin emri üzerine vücudu yakılarak külleri suya atıldı. (Bkz. Yakut I, s.370 ve Ebu Mihnef, Tab. 2, s.1770-74, aktaran Julius Wellhausen, agy, s.160-161)

Yahya'ya ``Irak'ın danası'' diyen Emevi yandaşı tarihçiler, hunharca mezarından çıkartılıp çarmıha gerilmiş olan babası hakkında da, ``Sizin Zeyd'inizi bir hurma ağacına mıhladık; biz ağaç gövdesine mıhlanan bir Mehdi (kurtarıcı anlamında - İ.K. ) hiç görmedik'' diye yazmışlardı. (Kâmil s.270'den aktaran J. Wellhausen, agy, s.160)

İmam Hüseyin ve yetmiş yakını, kendilerini davet etmiş olan Kûfelilerin ihaneti yüzünden Yezit ordusunun tuzağına düşürülmüştü. Yahya'nın babası Zeyd de, aynı şekilde (yukarıda açıklandığı gibi) kendisine 15 bin kişilik biat listesi sunan Kûfe'lilerin ihanetine uğramış ve onların aşırı korkaklığı nedeniyle yalnız kalmıştır.

Yahya (Ö.743) üç yıl boyunca Kûfe'den Belh'e, Orta Asya'ya ulaşan çok geniş bir alanda, Emevilere karşı, çoğunlukla Arap olmayan halklarla birlikte mücadele vermiştir. Ehlibeyt inancı çerçevesinde İslamiyeti kabullenmiş ve eski dinlerindeki bir dizi ögeyi de taşıyarak Alici olmuş Toharistan, Kûhistan, Tabaristan ve Horasan' daki Pers ve Türk topluluklarının büyük bir kısmını, Yahya ile birlikte, yayılmacı ve baskıcı Emevilere karşı mücadelenin içinde görüyoruz. Hatta 735'lerden beri bu bölgelerde Emevi valilere karşı yerlilerle birleşip isyan bayrağını dalgalandıranların arasında bir mutezile olan Haris bin Sureyç ve özellikle oğlu da vardır. Bu bölgelerde yayılan İslamlığın Sünni şeriatı olmadığını bizzat Al-Shahrastani (agy, s.272) söylemektedir.

Tabari'ye göre başının kesilip Şam'a gönderilmesinden sonra Yahya'nın vücudu Cüzcan'da surlar üzerinde çarmıha gerildi. Bu eyalette, 737 yıllarında Toharistan'daki Yabgu Türklerine bağlı çok sayıda Karluk ve Hallaç Türk toplulukları ve Persler yaşamaktaydı. Yahya'nın mücadele içinde şehit oluşuna tanık olan bunlar, bir yıl sonra yükselecek olan Ebu Müslim ayaklanması' nın partizanları oldular. Bu büyük ayaklanma Yahya bin Zeyd'in öcünün alınması için başlatıldı. (Tabari, İbn Rusta ve Minorski'den aktaran E.Esin, agy, s.8-9)

Hossein Sadıki'nin, eski Arab kaynaklarından naklettiğine göre Horasanlılar, Yahya'nın şehit edildiği günü, Emevi baskısından hiç korkmadan, yas günü ilan edip yedi gün boyunca karalara büründüler. O yıl doğan çocuklara Yahya ve Zeyd adları verildi. (G. Hossein Sadıki, Les Mouvements Religieux Iraniens au IIe et IIIe siecle de l'hegire (Hicri 2. ve 3.yüzyıllarda İranlıların dinsel hareketleri, Paris, 1938, s.53)

Zeyd Yahya'nın ortadan kaldırılmasının (743) ertesi yılı, Emevilere karşı son Şii ayaklanmasının lideri Abdullah bin Muaviye'den kısaca sözedelim. (Bu Muaviye oğlu Abdullah'ın ilk Emevi halifesi Muaviye (661-680) ile yakınlığı yoktur. İmam Ali'nin kardeşi Cafer'in torununun oğludur. Ancak kutsal aileden, Ehlibeyt'ten sayılmaz. Zeyd gibi, ailesiyle ilgili ekonomik nedenlerle Kûfe'ye gelip yerleşmek durumunda kalmıştır.)

Emevilerin son hanedanları arasındaki saltanat kavgalarını fırsat bilen Kûfeli Şiiler Abdullah bin Muaviye'yi başlarına geçirip Kûfe devlet sarayına götürerek, ona biat ettiler. Sonra, onun buyruğu altında, 740'daki Zeyd ayaklanmasını kanlı biçimde bastırmış olan Emevi valisi İbn Ömer'in Hire'deki Suriyeli kuvvetlerinin üstüne yürüdüler (Ekim-Kasım 744). Ancak çarpışmalar başlayınca, Kûfeli Şiiler yine dönekliklerini gösterip, kaçtılar. Sadece Rebia kabilesiyle Zeydiye fırkası mensupları kahramanca savaştı. Bağışlanmaları ve Abdullah bin Muaviye'nin serbestçe çıkıp gitmesine izin verilmesi koşuluyla mücadeleyi bıraktılar. (Tabari'den aktaran J. Wellhausen, agy, s.161-162)

Buradan İran'a geçen Abdullah, önce Isfahan'a yerleşti. Ertesi yıl İstahr'a giderek, burada oldukça geniş bir bölgede egemenlik kurdu. Çevresinde çok renkli ve karışık topluluklar bulunuyordu. Abdullah Mervan'la girdiği savaşı kaybetti ve 747 yılı sonlarında Kirman ve Sicistan üzerinden Ebu Müslim'e katılmaya gittiyse de onun buyruğuyla yakalanıp öldürüldü. (Tabari ve İbn ül-Esir'den nakleden J. Wellhausen, agy, s.162)

J.Wellhausen, çok renkli bir kişiliği olan Abdullah bin Muaviye hakkında Egani'den kaynaklanan şu ilginç bilgileri geçmektedir:

``Abdullah ibn Muaviye açık elli, zeki, şiire yetenekli ve fakat aynı zamanda hayasız ve hür fikirli bir kimseydi. Etrafına, birisi sonradan `ba'sü badelmevt'i (ölümden sonra dirilme) inkâr edip, insanların otlar gibi olduğunu iddia ettiği için daha sonra idam edilen, sapıklar toplanmıştı.''

Bu suçlayıcı, kötüleyici cümleler Abdullah bin Muaviye'nin konumunu ortaya koymakta, Emevi-Sünni şeriatının tam karşısında olduğunu göstermektedir. Alman İslam tarihçisi J.Wellhausen'nin dönemi çok yerinde yorumlayan birkaç cümlesiyle konuyu bağlayalım: ``Emevi hakimiyetinin bu son devrinde sınırlar birbiri içinde erimişti. Birbirinden çok farklı güçler sallanan devlete karşı yapılan mücadelede birbirlerine yardımcı oluyorlardı; Şiiler ve Hariciler aynı bayrak altında savaşıyorlardı.'' (J. Wellhausen, agy, s.162-163)

-------------

I.III Zeyd, Zeyd Soyundan Gelenler Ve Anadolu Aleviliğinin İlk Öncüleri

Bu arada, 4.İmam Zeynelabidin'nin oğlu Zeyd ve soyu üzerinde yeni ortaya çıkan bilgilerden özetler vermek ve Zeyd'in soyunun Anadolu'daki uzantıları konusunda burada kısa bir tartışma yapmak gereğini duyuyoruz.

Isparta-Senirkent Uluğbey kasabasında mezarı bulunan Veli Baba tarafından 1640'larda Arapça yazılıp, 1890 yıllarında Türkçeleştirilmiş Menakıbname'de, soyundan geldikleri Zeynelabidin oğlu Zeyd hakkında ayrıntılı bilgilere rastlıyoruz:

``İmam Zeyn-el-Abidin Efendimizin şehadetinden (713 - İ.K.) sonra Kûfe'de sakin olurdu (otururdu) ki Kûfe Şiileri onun katına gelüp iğvalar idüp (tahriklerle yoldan çıkartıp) da'va-yı Hilafet ittirdiler. Anın üzerine biat ittiler ki `Dostuna dost, düşmanına düşman olalar'. Ve önünde kılıç urup anı halife kıldılar. Bu tedbir üzerine tamam bir yıl geçti. Bu bi'atlerini ve bu mukavelelerini Yusuf bin Amru'ya (Umar, Ömer- İ.K.) haber virdiler. Ol dahi Zeyd R.A.'a adem gönderdi. `Kûfe'de durmasın çıksın'didi.'' (Veli Baba Menakıbnamesi, Haz. Doç.Dr.Bedri Noyan, İstanbul-1993, s.134)

Zeyd hasta olduğu ve iyileşince gideceğini bildirir. Yusuf bin Ömar bir süre bekler. Ancak Kûfe'deki taraftarları ona ``eğerçi Zeyd bin Ali bu günlerde halk bütün ana biat ider'' diye haber iletince, ``edepsiz büyük sözler söyleyüp, tehditler idüp, elbette durmasun gitsün'' der.

Zeyd bunun üzerine Medine'deki akrabalarının yanına gitmeyi düşünürken, Yusuf bin Ömer ``kendi Kavm-i Yezid'inden bir adem'' gönderir ve Zeyd bin Zeynelabidin'i Gadip adındaki yere kadar zorla götürmesini sağlar. Yusuf'un ``Yezid''i döner dönmez çok sayıda Kûfeli yanına gelip, ``Ya sıbt-ı (torunu) Resulallah, bizi nere koyup gidersin ki Kûfe'de yüzbin kılıcın vardır ve cemi halk sana tabi ve nasırdırlar (yardımcıdırlar)'' diye yalvarır, ağlaşır-sızlaşırlar. Onu kandırarak geri götürürler. Sadece içlerinden Muhammed bin Amru, dedeleri İmam Ali ve İmam Hüseyin örneklerini vererek Zeyd'i, gitmesi için iknaya çalışır:
``Ya ibn-i (oğlu) Resulallah, sen bu Kûfe halkının yalanlarına inanma ve sözlerine bakıp ta aldanma. Var, Medine'ye kendi kavim ve kabilen yanlarına git. Zira ben korkarım ki bu kavim sana dahi vefa itmeyeler. Ve bilürsin ki ceddin İmam Ali Sıffıyn'de Mu'aviye ile muharebe itti. Mu'aviye mağlub olduğu günü Amrü-bnil- As'ın hilesiyle Kur'an-ı Azim-üş-Şan'ı mızraklar başına diktürüb `ey kavim biz sizi bu Kelamullah'a davet ediyoruz, bırakın kırmayın bizi' deyü feryatları üzerine ceddin Hz Ali, `Kelamullah-ı natık benim, anların işi hiledir, urun bakayım' diye emir verdiyse de emrine inkiyad ve kendusine ita'atten huruç ettiler. Eğer bu anda ateş-i harbi kestirmez isen seni katlideriz veya düşmana teslim ideruz deyu Mu'aviye'nin üç buçuk kuruşuna aldanup yirmibin havaric-i Küfi (Kûfeli Hariciler) üzerine hücum ittiler...'' (Veli Baba Menakıbnamesi, s.135)

``Ve yine bilürsin ki ceddiniz İmam Hüseyin bin Ali'ye neler ittiler. Ana dahi bin yeminler ve nice sözler ile kırkbin kişiyiz, sana tabiyiz deyu mühür basup Müslüm ibn-i Akıyl vasıtası ile Medine-i Münevvere'ye gönderdiler. Ve Şah-ı Şehid'i Irak'a davet idüp, badehu Müslüm ibn-i Akıyl'i ve iki dane tıfl-i nevrestenini (iki yeni yetişen çocuk) şehid eyledikten sonra ceddiniz İmam Hüseyin Müslüm'ün göndermiş olduğu üzerine, arsa-i Kerbela'ya teşrif ettiklerinde bu kavm-i Yezid aleyh-il-la'nenin hakimi olan Zeyyad'ın ve ser'askeri bulunan Said bin Vakkas'ın ve ümerasından Şimr-i Z-ül-cevşen kafirin arkasına düşdüler, gidip Kerbela'da Fırat'ın suyunu kestiler. Bunlardan vefa gelmez...'' (agy, s.137)

I.III.1. İmam Caferi Sadık devrede

Bu uyarıya rağmen yalvarmalara dayanamayan Zeyd bin Zeynelabidin, hiç değilse Medine'deki akrabalarına danışıp, bir karara varmaları gerektiğinde ısrarlı olur. Ve bir mektup yazarak yeğeni İmam Caferi Sadık'a gönderip, cevabını bekler. Cafer'den gelen mektup olumlu yöndedir:

``Siz bizim büyük ammi zademizsiniz. Bizlerden duadan başka birşey elimizden gelmez. İnşallah muvaffak olursunuz. Ve lüzum tekdirce bu taraftan asker sevketmekte kusur olunmayacağı şüphesizdir.'' (agy, s.137-8)

Yazımızın birinci bölümünde el-Şahristan'a (Kitab al-Milal, s.271 vd.) dayandırılarak anlatıldığı gibi, Zeyd'le gerek büyük kardeşi İmam Muhammed Bakır'ın (ö.733-34) ve gerekse yeğeni İmam Caferi Sadık'ın (ö.765-66) anlaşamadıkları noktalar vardı. Fıkıhçı ve Mutezile olan Zeyd, Ebubekir ile Ömer'in Ali'nin hakkı olan hilafeti gasbettikleri düşüncesini benimsemediğinden, İmam Bakır'la tartışıyordu. Zeyd'in 740'lardaki başkaldırısında, artık yaşamayan İmam Bakır'ın, kardeşinin bu yönünü eleştirmesindeki haklılığı, bunu ilke kabul etmiş olan Şii'lerin (Ali ve Ehlibeyt yandaşları) ikiye ayrılmasında ve dolayısıyla azalmasında görüldü.

Menakıbname'de Zeyd'in, büyük bilgin ve mutasasavvıf olan Caferi Sadık ile, hem başkaldırı eyleminde hem de Ebubekir ve Ömer'e ilişkin düşüncesinde hemfikir olduğunu görüyoruz. Oysa, El-Şehristan'a göre İmam Caferi Sadık, Zeyd'in oğlu Yahya'yı, babasının yaptığı yanlışa düşmemesi ve isyan etmemesi yolunda ikaz etmiştir. Ayrıca onun, Ebu Müslim'in hilafeti kendisine elleriyle teslim etme önerisini kabul etmediği üzerinde de tarihçiler hemfikirdir.

Veli Baba, Zeyd'in ona danıştığı ve Cafer'in de ``gerekirse Medine'den asker sevketmekte kusur olmayacağı'' yanıtını verdiğini yazmaktadır. Şiiler'in ``sen Ebu Bekir ve Ömer hakkında ne dersin?'' sorusuna Zeyd'in, ``Allahtan korkun ve anların hakkında yaramaz sözler söylemeyin... Ve atalarımdan dahi anların hakkında asla iyilikten gayri nesne işitmedim'' biçiminde verdiği karşılığı İmam Cafer'e iletirler ve amcasının yerine kendisinin geçmesini isterler.

Veli Baba'ya göre İmam Caferi Sadık şöyle davranmıştır:

``Ben dahi öyle dirim, deyüp mukaddem (önceki) Zeyd Efendimizin gönderdiği mektubu kendilerine kıraat etti (okudu). Ve `bu mektubu dahi sizin ademleriniz getürdi. Ve bizim ayrımız gayrımız yoktur. İmdi ey müslümanlar Tanrıdan korkun. Eğerçi benim ammim (amca) oğluna (doğrusu öz amcası - İ.K.) biat ittiniz ise vefa idin ki ol bu işe benden herhalde layık ve şayestedir.'' (agy, s.139).

Veli Baba'nın, ceddi Zeyd'in İmam Caferi Sadık ile mektuplaştığı ve onun desteğini aldığına dair bilgileri nereden bulduğunu bilemiyoruz. Ancak anlattığı birçok olaylar ve verdiği tarihler bilinenlerle büyük uyum sağlamaktadır. Belli ki eski İslam tarihyazarlarını okuyup incelemiştir.

Sünni Arap tarihçi ve ozanları ise, çoğunlukla ağız birliği etmişcesine, Caferi Sadık'ın, Zeyd ve oğlu Yahya'nın başkaldırı hareketlerini ve hatta Ebu Müslim'i bile tasvip etmediğini yazmaktadırlar. Bunları ilk yazanların, Emevi ve Abbasi saraylarına yaranmak için onların istediklerini yazdıkları bir gerçektir. Daha sonrakiler de, ilk yazanları yinelemekten öteye gitmemişlerdir.

Bu nedenlerle, çağdaş yazarların, Zeyd için ``sizin Mehdi'niz Zeyd'inizi biz işte böyle ipte sallandırırız'' ve Yahya'ya ``Irak'ın danası'' diyen Emevi tarih kaynaklarına eleştirel gözle ve dikkatle yaklaşmaları gerekir.

Veli Baba da elbet yan tutacaktır. Çünkü soyundan geldiği bir kimseyi, ``ceddini'' anlatıyor. Ancak doğru bildiğini söyleyen Veli Baba'nın kimseye yaranacak hali yoktur. A.Gölpınarlı'nın verdiği bilgiler de (Bkz. Tarih Boyunca İslam Mezhepleri-Şiilik, İstanbul-1987, s.87) onu onaylamaktadır:

``İmamiyye kaynaklarına göre Zeyd bin Ali (Zeynelabidin- İ.K.) İmamet iddiasıyla, yahut Emevi'leri altederse İmamet makamına gelmek amacıyla harekete geçmemişti. O İmam Caferi Sadık'ın imametine inananlardandı. (Tenkıyh'ul Makaal, s.460-470)''

Hatta Hanefi mezhebinin kurucusu ve İmam-ı Azam diye anılan Ebu Hanife Nu'man bin Sabit (ö.767), Zeyd'in Kûfe'de halife Abdülmelik oğlu Hişam'a başkaldırısını, Muhammed'in Bedir savaşına benzetmiş, fiilen katılmamakla birlikte onu desteklemiştir. A.Gölpınarlı'ya göre onun, ``Zeyd'i, ceddi Hüseyin gibi yalnız bırakıp kaçacaklarını bilseydim ben de Zeyd'e katılırdım'' dediği rivayet edilir. (A.Gölpınarlı, agy, s.205-6)

Böylece Zeyd, yeğeni İmam Caferi Sadık'ın onayını aldıktan sonra Kûfe'de Nasır bin Huseyma'nın evinde kalır. Şiiler gelip orada kendisine biat ederler. Beni Azder kabilesinden Hind bint-is Salt'ın kızı Atike ile evlenir.

Zeyd'in planlı, düşünülmüş ve siyasi önlemler içinde ağır ağır bir ayaklanma eylemine hazırlandığını görüyoruz. Veli Baba'nın şu söyledikleri Zeyd'in asıl politikasını açığa çıkarmaktadır:

``Lakin Efendimiz bir yerde karar idemezdi. Ta Yusuf bin Umar'a duyururlar deyu bazı günlerde Azderi'ler katında, bazı günler Şiiler katında kalırdı. Ve halk gerek Azderiler ve gerek Şiiler'den güruh güruh gelip, bi'at iderlerdi ki Tanrının kitabı ve peygamberin sünneti deyu. Nihayet-il-emir onbeş bin kişi biat etti. Yusuf bin Umar'ın haberi olmadı andan. Sonra Zeyd Efendimiz huruç (ayaklanma) hazırlığı gördü. Kûfe kavminden Süleyman bin Seraka adlı bir kişi gelip, Yusuf bin Umar'a bu kıssayı hikayet eyledi.'' (Veli Baba Menakıbnamesi, s.138).

Zeyd'in politik etkinlikleri oldukça gizli ve akılcı önlemlerle örülüydü. Aynı Kûfelilerin, yaklaşık 70 yıl önce dedesi İmam Hüseyin'e yaptıkları ihaneti unutmamıştı. Kûfeli kabile başkanlarına mektuplar yollarken en gizli yöntemleri uyguluyordu. Veli Baba (agy, s.138-139) yine de bunlardan birinin, Kûfe valisi Yusuf bin Ömer'in adamlarının eline nasıl geçtiğini şöyle hikaye ediyor:

``Efendimiz (Zeyd) tarafından bir adam çıktı. Çağırup yanlarına getürdiler. Ve onu `kandan (nereden) gelürsin kande gidersin?' didiler. Ve anın üzerini aradılar, hiç nesne bulamadılar. Elinde bir asası var idi, elinden gördüler ki ol asanın bir tarafından mum yapışmış. Gördüler ki ol asanın içi mücevvef (oyuk) ve içinden bir name çıkardılar. Ve ol nameyi okudular: `.. İmdi ey Müslümanlar, siz bilürsiz ki, ne hal ve bela ile mübtelasız (tutulmuşsunuz) ki sizin ortanızda bunca türlü fitneler vardır. Ve nahak yere kanlar olur ve mallar alınır. Pes şimdi ben sizi, Tanrının kitabı ve Peygamberin sünneti üzerine da'vet iderim ki zalimler üzerine cihad olup, mazlumların dadını (hakkını) alalım. Pes vaciptir (gerektir) ki siz dahi itaat idesiz ve hakka nusret (yardım) idesiz ve bu name size erişecek, eglenmeyüb benim katıma gelesiz.'...''

Kanaatımızca Emevi'lerin siyasetini beğenmeyen Sünni bir topluluk olan Azderi'lerle akrabalık kurması, Zeyd'in Şiilerle bir denge stratejisi uygulama isteğini gösterir. Belki de bu nedenle `Ebubekir ve Ömer'i dışlamama' siyaseti izlemişti. Biraz önce, Kûfeli muhbirlerin Yusuf bin Ömer'e haber yetiştirmeleri, Kûfelilerin mescide sokulması ve bir daha oradan çıkmamaları; Zeyd'e ihanetleri ve Zeyd'in korkunç sonu anlatılmıştı. Veli Baba biraz daha ayrıntılı olarak hemen hemen aynı olayları sergilemektedir. Kûfelilerin korkaklığını ve ihanetini, ayaklanmayı bastırmada Yusuf bin Ömer'ın kullandığı yöntemi özetle şöyle vermektedir:

``Ve çağırıp etti: `Ey Kûfe kavmi benimle bi'at ittiniz. Hakka yardım idiniz.'... İmdi bi'at idenler anın (Zeyd'in) avazını işidirler lakin evlerinden dışarı çıkmazlardı. Ve asker durmayıp cenk iderdi. Yusuf bin Umar çağırup itti: `Her kişi baş getüre veya esir getüre bin dirhem sin (gümüş) viririm. Pes Şamiler (Şamlılar) cenge haris olup başlar getirüp, akça alurlardı. Hem getürdikleri esiri Yusuf bin Umar mecal virmeyüb katliderdi. Ve getürene bin dirhem virirdi.'' (agy, s.140-141).

Zeyd oğlu Yahya'nın eylemi hakkında da epeyce bilgi vermektedir Veli Baba.

Babasının öldürülmesinden sonra Kûfe'den kaçan Yahya, önce Kerbela'da, ondan sonra Medayin kentinde gizlendi. Yusuf bin Ömer'ın adamlarından kurtulmak için ``hemen Yahya Medayin'den Komış'a andan Serhas'a vardı, andan Merv'e, andan Horasan'a geldi.'' Ama Horasan'da vali Nasr bin Seyyar halife adına onu yakalattı, ``sağ elini zincir ile boynuna bağlayıp, Merv'de zindana koydurdu''. Yahya ancak Hişam'ın ölüp, Abdülmelik'in halife olmasıyla serbest bırakıldı.

Yahya başkaldırma hazırlıkları içindeyken, Nasr bin Seyyar, komutanlarından Eslem Bin Ahır'ı üstüne gönderdi. ``Ol dahi Kirman yolunda Yahya'yı karşıladı ve yolunu bağladı. Yahya'nın yedi yüz askeri vardı. Ol yedi yüz kişi on bin kişi ile cenk ittiler.'' Eslem bin Ahır tek kişi kalmamasına hepsini şehit eder. Bir okla yaralanan Yahya'nın ``Sure bin Avle namında bir Yezid gelüp mübarek başını kesti... Nasr dahi başı Velid aley-il-la'neye gönderdi. Ve emreyledi ki gövdesini dar ağacına asdılar. Ta Eba Müslim gelinceye ol darağacında asılı kaldı. (agy, s.143-146)

Zeyd'in diğer oğullarını ve ölümünden sonrasını Veli Baba şöyle anlatıyor:

``Cedd-i alamız Hz. Zeyd... şehid olduğunda ceddimiz kebir mahdumu (atamız büyük oğul) Hüseyn-i Züd-dem'a ve İsa mü'tem-il- Eşbal ve diğer mahdumu Muhammed Medine-i Münevvere'de olurlardı. Ol vakit ki ceddimiz Zeyd-eş-Şehid'in şehadeti Medine-i- Münevvere'de işittirildi. Caferi Sadık Efendimiz hazretleri bu üç yetimleri bağrına basup nice gün karalar giyüp matem itti. Tamamen sinn-i rüştlerine baliğ oluncaya (erginlik yaşına erişene) kadar pederlerinin yokluğunu bildirmeyüp her hususlarında say-i beliğ idüp (fazlasıyla çaba harcayıp) ve tahsil-i kemallerine kemal (tam) derece itina itti. Kendilerinin pederlerinden ziyade te'ehhül ve tezevvüç (evlenmelerine) itmelerine gayret itmiştir.'' (agy, s.154)

I.III.2. Zeyd'in torunları Anadolu'da

Kırk sekiz yaşlarındayken öldürülen Zeyd'in dört oğlu bir kızı vardı. Kendisinden 2-3 yıl sonra Cüzcan'da idam edilmiş olan Yahya'nın ise çocuğu yoktu. Zeyd'in kızı Cezla küçük yaşta öldü. Zeyd'in Anadolu'da yeşeren soyu, diğer üç oğlundan biri olan Hüseyn-i Züd-dema'dan (gözü yaşlı Hüseyin) ve diğer adıyla Hüseyn-i zül-İbre' den türemiştir. Zeyd oğlu Hüseyin otuz dokuz yaşındayken, 760'lara doğru Medine'de ölür. Hüseyn-i Züd-dema'nın oğlu Yahya'nın Ardeşir' e göç ettiğini görüyoruz. Bunun nedeni Halife el-Mansur'un (754-775) ilk dönemlerinde Zeyd'in kuzenlerinden Abdullah'ın oğulları Muhammed'in Medine'de, İbrahim'in Basra'da peşpeşe başkaldırıları olmalıdır. Halifenin buyruğuyla her ikisi de vali İsa bin Mahan tarafından Medine ve Basra'da idam edilmişlerdi (Al-Şahrastani, Kitab al-Milal, s. 272-273).

Emeviler ve onu izleyen Abbasiler, Ali soyundan ve Ehlibeyt'ten gelenlere baskı, zulüm, hapis ve işkenceyi kendilerine politika edinmişlerdi. Abbasi baskıcı yönetimine karşı Şiileri ve diğer ezilen kesimleri ayaklandırma çabası içinde olduklarından kuşkulanılan Alioğulları, sürekli izlendiklerinden durmadan yer değiştiriyorlardı.

Örneğin İmam Hasan'ın torunlarından Yahya bin Abdullah'ın başına halife Harun el-Reşid (786-809) ödül koymuştu. Yemen, Mısır ve Magrip ülkelerini dolaşan Yahya bin Abdullah, sonunda Irak'dan Rey'e geçmenin bir yolunu bulduysa da orada da duramadı. Horasan'daki halife valisine yakalanma korkusundan, Transoksiana'ya geçip, bir süre bir Türk kağanının yanına sığındı. Gizlice müslüman olan Kağan ona destek verdi. Oradan Hazar'ın güneyinde dağlık Tabaristan'dan Daylam (Deylem) bölgesine geçti. Böylece 790'larda bu bölgeye gelen ilk Ali oğullarından ve Ehlibeyt İslamlığını yayanlardan oldu (B.S.Amoretti, ``Sects and Heresies'', The Cambridge History of Iran, Vol.IV, Cambridge University Press-1968, s.509).
Ali evlatlarının yerlerini bilen veya onları görenler, halifeye gammazlayıp ödül alıyorlardı. Muhtemelen aynı halife, Zeyd'in torunu Yahya'yı;

``... bir münafıkın iğvasıyla (aldatmasıyla) Ardeşir'den Bağdad'a yürüyüp, benim üzerime huruç (isyan) idecekmişsin deyü hilafet kıskanup bi-gayr-i hakk-ın( haksız olarak) katl ittirdi. Bu sebeple şehit oldu... Müşarun'ileyh (adı geçen) Yahya'nın şehadetinden sonra mahdum-u alileri (büyük oğulları) Muhammed-il Aksasi pederlerinin bu hal ile şehadetine adem-i tahammülünden (dayanamayıp) orada yerleşmek kendüsine zindan olup Kûfe köylerinden Aksas nam karuyyaya (köye) gelüp, orada tavattun idüp (vatan tutup) ellibeş yaşında olduğu halde Hicret-i Nebeviyyeden (... yüz doksan veya ikiyüz? - İ.K.) beş sene sonra Hulefa-yi Abbasiyeden (...Emin veya Memun 809-13/833- İ.K.) saltanatında irtihal-i dar-i bakaa (ebedi dünyaya göç) buyurmuştur.'' (Veli Baba Menakıbnamesi, s.155-56)

Halife Memun (813-833) zamanında, Zeyd oğlu Muhammed'in oğlu Muhammed'in, bir başkaldırıya karıştığını görüyoruz. Olasıdır ki Yahya el-Ardeşir'in oğlu Muhammed-il Aksasi de 815 yılındaki bu Zeydi ayaklanması sırasında ölmüştür.

Anlatıldığına göre, Şiiliğe geçmeden önce halifeye hizmet etmiş eski bir çete başı olan Abu-l-Suraya bu başkaldırıyı yönetmiştir. Önce İmam Hasan'ın evlatlarından gelen Muhammed bin Tabataba adına isyanı Kûfe'de başlatan Abu-l-Suraya, onun yaralanıp ölmesiyle, Zeyd'in torunu Muhammed'i, yani İmam Hüseyin soyundan birini imam seçerek başa koydu.

Kûfe'yi ele geçiren Abu-l-Suraya, adına para basıp, bu girişimine devlet örgütü görünüşü verdi. Basra, Wasit, Medain ve Mekke'ye temsilci elçiler gönderdi. Sonra Bağdad üzerine yürüdü. Ama Irak valisi El Hasan bin Sahl ve Horasan valisi Harthama, bütün Abbasi yandaşlarının evlerinin yağmalandığı Kûfe'yi geri aldılar. Abu-l Suraya izlenip yakalandı ve 15 Ekim 815'de idam edildi.

Ocak ayında başlamış olan isyan Ekim'de bastırılmıştı. Basra'da Zeyd el-Nar (ateşli, yakan Zeyd) namıyla kahramanlıkları bilinen Zeyd bin Musa'nın isyanı da çabucak bastırıldı. Bu arada Mekke'deki temsilci, Abu-l Suraya'nın ölümünün arkasından, kasım ayı içerisinde, İmam Caferi Sadık'ın torunu olmakla birlikte siyasi olaylardan uzak yaşamakta olan Muhammed el-Dibac'ı ``inananların emiri'' ilan etmeyi başardı. Ancak halife kuvvetlerince Mekke çabuk geri alındı ve Muhammed el-Dibac Cürcan'a sürgün edildi.

Yine Mekke'den bir Hüseyin soylu, Abu-l-Suraya tarafından Yemen'e gönderilmiş olan İbrahim bin Musa, birçok kanlı çarpışmalardan sonra Yemen'e girdi. Böylece 816 yılında Yemen'e adım atıp, Zeydiliği buraya ilk getiren kişi İbrahim bin Musa oldu. (Henri Laoust, Les Schismes dans l'Islam, Paris- 1983, s.93-94).

Zeyd'in soyunu Anadolu'ya taşıyanların, kendilerinden en az üç Seyyid Ocağı çıkan, Muhammed il-Aksasi'nin oğlu Ali-yyül Medeni ve amcası El Hasan-üz Zahid olduğu görülmektedir.

Aksas köyünden Medine'ye geri dönen Ali orada yirmi yılı aşkın bir süre oturur. Veli Baba, Menakıbname' de (s.156) onun hakkında şu bilgileri geçmektedir:

``Ali-yyül- Medeni (şehirli) ve Ali-yyül Zehid (ibadete düşkün) namlarıyla meşhur bir fazıl (erdem sahibi) idi. Aksas kariyyesinden Medine-i Münevvere'ye hicret idüp, yirmi seneyi mütecaviz Medine'de ikamet idüp devlet-i Abbasiyye'nin zulüm ve ta'addisinden (adaletsizliğinden) rahat idemeyüp bir gece Medine'den huruç (çıkış) idüp Kürdistan'da Malatya nam şehre gelüp Malatya amirine haber virdiler. Emir, Ali-yyül Medeni'yi huzuruna alup yer gösterdi, oturdu. Nereden gelüp nereye gidersin ve kangı.. deyu sual eyledi.

``Müşarün'ileyh (işaret edilen) Ali-yyül-Medeni dahi vuk'-u hali (olup bitenleri) ve Beni Haşim kabilesinden idüğünü haber virdi. Malatya amiri muhibb-i Ehl-i Beyt ve Ömer neslinden olduğunu bildirüp, `Müsterih-ül-bal (gönlü rahat) ol' didi. `Bizim bu şehirde bir cami vardır, hatibi yoktur. Seni bu camiye hatip nasbideyim' didi.''

Ali-yyül Medeni bu görevi sürdürürken ölür.

Arada başkaları da görev yapmış mıdır bilinmiyor. Ama Ebi Cafer Muhammed, Veli Baba'nın aynı yerde (s.156) verdiği bilgilere göre, Muhammed otuz yıl bu camide hatiplik yapmıştır. ``... Necl-i necipleri (soylu oğulları) Ebi Cafer Muhammed cami-i mezkurda (zikredilen camide) otuz sene mikdarı imamet ve hitabet ittikten sonra elli yedi yaşında olduğu halde hicret-i Nebeviyye'den ikiyüz seksen dokuz sene sonra Hulefa-yı Abbasiyye'den Mutedid b-illah bin Muvaffak bin Mütevekkil zaman-ı saltanatında (Halife Mu'tedid'in öldüğü yıl olan 901 de - İ.K.) irtihal-i dar-ı bakaa (ebedi öbür dünyaya göç) buyurmuşlardır.''

Menakıbname' de Ebi Cafer Muhammed'i anlatan paragraftan önceki 7-8 satırın okunamaması, yorumu güçleştiriyor. Çünkü Veli Baba soyağacında, Ali-yyül Medeni ile Ebi Cafer Muhammed arasında oğlu Zeyd-i Rabi ve torunu El Hasan Gazi bulunmaktadır. (agy, s.122). Dolayısıyla Ebi Cafer Muhammed torununun oğludur.

I.III.3. Seyyid Battal Gazi ve Bizans-İslam Devleti Sınırboyları

Soyağacında gördüğümüz çok önemli bir husus da Battal Gazi'nin - diğer adıyla Cafer el-Gazi'nin - de Zeyd'in soyundan geldiğinin açıklığa kavuşmasıdır. Ebi Cafer Muhammed ile amca çocukları olmaktadır. Babaları Hasan ve Hüseyin Gazi, sınır kenti Malatya'da birer İslam bahadırıdırlar. Battal Gazi'nin de aynı yolu seçtiği, günümüzde bile zevkle okunan maceralarından açıkça bellidir. Ancak Ebi Cafer Muhammed'in otuz yıl boyunca imamlık, hatiplik yaptığına bakılırsa o ``ilim-irfan''ı seçmişti.

Ali-yyül Medeni, kabilecek 830'larda Malatya'ya geldiğinde, kentin emiri Ömer ibn Abdullah el-Akta idi. Gerek Bizans ve gerekse İslam sınır kentleri o dönemlerde, merkezden uzak olduklarından çok kere bağımsız hareket eden otonom çevrelere dönüşmüştü. Bu Anadolu sınır kentlerinde yaşayan halklar, birbirinden nefret etmeyen bir tablo oluşturmuş, kuvvetler dengesinde yeni İslam-Bizans ilişkisi yaratma çabasına girmişlerdi. (Alain Ducellier, Byzance et le Monde Orthodoxe, Paris-1986, s.133).

Hristiyanlık ve İslam ortodoksluğu ile yine iki dinin heterodoksizminin içiçe girdiği, dostluğun düşmanlığın, yiğitliğin kahpeliğin ve savaşın birarada yaşandığı bir bölgeydi burası. 833-34'den itibaren Hurremiye hareketinin aldığı ilk yenilgiden sonra 2 bin Babek savaşçısı, aralarındaki anlaşma gereğince, Bizans'a girmişti. Başlarında ünlü komutanları Nasr Theophobos bulunuyordu. Nasr, Bizans imparatoru Theophilos'un 837 yılında Abbasi'lere karşı yaptığı Sozopetra (Doğanşehir) savaşında büyük rol oynamıştı. Ama aynı yıl, Hurremilerin önderi Babek, Bizans'tan boş yere yardım bekledi.

Yine bu dönemde Paulikien'ler (Polikyenler) Fırat'ın doğusuna, kıvrım yaptığı Bizans arazisine yerleşmişler ve Malatya emiri ile dostluk ilişkisi içinde bulunuyorlardı. Bizans'ın Anadolu eyaletlerine (Thema'lara) akınlar yapıp, yağmalarla yaşıyorlardı.

İlk önceleri, Emir'in onlara bağışlamış olduğu Arguvan'a yerleşen Paulikienler, önderleri Karbeas'ın yönetiminde 845 yıllarında Tephrike (Divriği) kalesinde, tam asker ruhlu bir devlet merkezi kurdular. Bu, Müslümanlar için 856, 859, 861 yıllarındaki Bizans saldırıları sırasında hazır güç oldu. Ancak sınır boyları otonomizminin özelliği olarak, Paulikienler 863'deki Emir Ömer İbn Abdullah'ın ölümü ve Müslümanların yenilgisiyle sonlanan büyük sefere katılmadılar. (Alain Ducellier, agy, s.134. Karş.: Georg Ostrogorsky, Çeviren: Fikret Işıltan, Bizans Devleti Tarihi, Ankara-1981, s.195 ve 207)

Burası, iki dünyanın edebi destan geleneklerinin filizlendiği verimli, ortak toprağıdır. Ve bunlar, birbirlerine şiddetle karşıt dinsel ve kültürel dışlamaları aşmış ``sınırboyu insanları''dır. (Tel est le terrau commun ou germent les tradition epiques des deux mondes: sous des dehors religieux et culturels violement antagonistes, ce sont les ``hommes de la frontiere''.) Grekçe yazılmış Digenis Akritas (anlamı: Çifte ırktan sınıradamı, akıncı, bahadır - İ.K.) destanında heyecan verici maceraları anlatılan bu kişiler, bazan hısım-akraba ve çok kere suç ortağıdırlar. Aynı zamanda Seyyid Battal'ın, Anter ve Zat el- Himma'nın Müslüman çevreleridir. (Alain Ducellier, agy) Aynı çevrede Türk unsurların varlığı da sözkonusudur. 9.yüzyılın ilk yarısından itibaren Bizans-Arap sınırboyu halklarıyla yüzyüze geliş ve karışım başlamıştır. İrene Melikoff'un saptamalarına gözatarsak durumu daha iyi anlayacağız:

``Arapların Bizans'a karşı açtıkları seferlerde, özellikle Halife Mutasım (833-842) zamanından beri, Rum (Anadolu) kafirlerine karşı Cihat'ta Türkler fiili askerlerin çoğunluğunu oluşturmaktaydı. Bu sınır alanlarında Gazi'ler, Bizans seferlerinin akıncıları Akrites'lerle - ki bunlar arasında pek çok paralı Türk askerler vardı - karşı karşıya gelmekteydiler. Zaman geçtikçe sınır bölgelerinde, Küçük Asya'da çok daha sonra Türk egemenliğinin yayılmasını yeğlemek zorunda kalan bir etnik kimlik biçimlendi. Bizans kadar Arap-Türk destan edebiyatında bölgedeki durumun yaşayan bir kanıtı vardır. Digenis Akritas destanıyla Seyyid Battal'ınki arasında mevcut bulunan ilişkilerin incelenmesi, bu konuya açıklık getirecektir.'' (İrene Melikoff, La Geste de Melik Danişmend, Paris-1960, s.49).

Bu dönemde Bizans ve Arap sınırboyu bahadırlarının yarattığı destanlar birbirine karışmış. Bizans Hristiyan halkları arasında terennüm edilen Digenis Akritas'ın serüven destanlarıyla, Müslüman halklar arasında söylenmekte olan Seyyid Battal'ınkiler neredeyse birbirinin aynısıdır. Bu konuda Louis Brehier'in söylediklerini kısaca özetleyelim:

``Digenis Akritas destanlarının bilinen en eski toplayıcısı Kappadokia-Caesereia (Kayseri) episkoposu Arethas'dır (850-932). Gezginci halk ozanı ve güldürü ustalarının kapı kapı dolaşarak, tanınmış kahramanların maceralarını makamla okuduklarını saptamıştır. Bu, çok değerli metin kahramanlık şiirlerinin 9.yüzyılın sonlarında zaten mevcut olduğunu göstermektedir. En eski olan bu birinci grup metni ve Makedonya hanedanından İmparator Basileios'un (867-886) Paulikien'lere karşı mücadelesi gibi tarihsel olayların ima edildiklerini ortaya çıkardıktan sonra Henri Gregoire, halkın konuştuğu Grekçe ile yazılmış şiirin ilkel versiyonunu 900 yılından sonraya tarihler. Destan tarzındaki şiirlerde Digenis'in maceralarıyla birlikte silahları, savaş yöntemleri, silah arkadaşları ve yakın akrabaları da ayrıntılanır. Örneğin `Andronikos'un oğlu' adlı şiirde; anasının (Eudokia) Araplar tarafından kaçırıldığı ve kendisinin hapiste doğduğu ve daha çocukken yaptıkları anlatılır.'' (Louis Brehier, La Civilisation Byzantine, Paris-1970, s.337, 339).

``Bizanslılarınki gibi Arapların da epik (destansı) halk şarkıları vardı. Bunlar kendi Emir'lerinin Bizans'a karşı kahramanlıklarını anlatıyordu. Digenis'in babasının maceralarını anlatan şiirin ilk bölümlerine onların girdiğinin kabul edilebileceğini sanıyoruz. Orada Araplar'ın elverişli bir dönemde bulundukları gösterilir ve Mezopotamya'daki Ali taraftarlarının kenti olan Kûfe ve bütün Suriye'yi hükmü altında tutan emir Digenis'in babası tarafından zaptedilmiş kentlerin sayısı verilir. Digenis'in kendisi Apelat'lardan daha az Arap'larla savaşmaktadır. Arap savaşlarının diğer olaylarından, çeşitli versiyonlarda sözedilmektedir. Bir Arap şövalyesinin (Battal Gazi- İ.K.) romanından üretilmiş bir Türk romanı, Malatya'lı bir Arap kabilesinin İmparatorluk içinde göçünü göstermektedir. Bir Bizans Theması içerisine yerleştirilmesi de bilinen olaydır.'' (agy, s.338).

Sınırboyu insanlarının ayrı dil, din ve kültürden olmalarına rağmen, birbirlerine hoşgörülü davranmaları ve ortak kültür elemanlarını kullanma geleneğinin oluşması, hiç kuşkusuz bölgenin siyasi durumuyla yakından ilişkilidir. Herşeyden önce bu sınırboyu yerleşim birimlerinin kısa zaman aralıklarıyla sık sık Araplar ve Bizanslılar arasında el değiştirmesi, farklı inanç ve kültür topluluklarını her türlü dayanışma ve kaynaşmaya zorlamıştır.

İstanbul Ortodoks kilisesi ve konsüllerinin kararlarına olduğu kadar, Abbasi Sünni dogmatizmine (Ortodoks İslamlığa) aykırı inanç ve düşünceler de, merkezden uzak olmaları dolayısıyla buralarda tutunup yükselmiştir.

Örneğin iyilik-kötülük ikilemi ilkeleri üzerine kurulu Manicheizm'den (Manikheizm) derinden etkilenip Hristiyanlığa değişik bir yorum getiren Paulikienizm (Polikyenizm) bu bölgede doğup gelişti. 7.yüzyılın başlarında Samosata'dan (Samsat) çıkan bir avuç inanç topluluğu olan Paulikienler, 9.yüzyılın ortalarında Bizans'ı sarsacak bir sınırboyu devleti kurmuşlardır. Ancak bu devletin kuruluşuna en büyük yardım, Abbasi devleti merkezinden uzak Malatya emiri Ömer bin Abdullah'tan gelmiştir.

Görüyoruz ki, Malatya'ya gelip yerleşen Arap kabileleri, Abbasi yönetiminin resmi dini Sünniliğe karşı olanlardır. Emevi ve Abbasilerin, saltanatlarını sürdürebilmelerini Alioğullarını (Ehli Beyt soyundan gelenleri) yok etme siyasetine bağlamaları, onların ve Ehli Beyt'i sevenlerin İslam imparatorluğu merkezinden uzaklaşmalarına neden oluyordu. (9.yüzyılda bu bölgeye yerleşmiş Beni Habib adında bir Arap kabilesinden de sözedilmektedir.) 10.yüzyılın sonlarında bu sınır kenti Malatya'nın nüfusu 60 bine ulaşmıştır. (Alain Ducellier, agy, s.188) Kent, çeşitli halkların, inanç ve kültürlerin mozaiği görünümündedir.

Veli Baba soyağacını somut bir kanıt gibi ele almak durumundayız. Veli Baba soyu, soyağacında görüldüğü gibi Battal Gazi'nin Zeyd'in torunlarından olması dolayısıyla, İmam Zeynelabidin yoluyla İmam Hüseyin'e ve İmam Ali'ye ulaşmaktadır.

Demek ki, İslam heterodoksizminin, yani Alevi- Bektaşiliğin Battal Gazi'yi savaşçı bir Arab bahadırı gibi değil, Seyyid Battal Gazi olarak tanıması ve onu bir Veli bilip, ceminde devranında sürekli anması, boşuna değildir. 17.yüzyılın başlarında yaşamış Alevi ozanı Kul Hüseyin, Battal Gazi Destanı'nı altı dörtlük içinde şöyle vermektedir:

Kalktı Malatya'dan huruç eyledi
Bin Hüseyin-i Gazi Seyyid Battal
Ben atamın kanını alırım dedi
Bin Hüseyin-i Gazi Seyyid Battal

Şemmas seyrde gördü idi düşünü
Dua kıldı Hak onarsın işini
İndi kesti Muhribal'ın başını
Bin Hüseyin-i Gazi Seyyit Battal

Battal da haykırdı meydana girdi
Naranın sesi asumana erdi
Babik'in gözünü oydu çıkardı (Babek)
Bin Hüseyin-i Gazi Seyyit Battal

Otuz altı arşın kadd ü kameti (boyu bosu)
Gören kafirler de alır heybeti
Tevabil lalası Aşkar'dır atı
Bin Hüseyin-i Gazi Seyyit Battal

Hak nazar kılmıştır Seyyit Gazi'ye
Kaf dağında koparır tak bazuya
Gör ki ne işledi Akabe cazuya
Bin Hüseyin-i Gazi Seyyit Battal

Hüseyin'im eydür dileğim budur
Öğmüş de yaratmış ol gani kadir
Urum'u İslam'a getiren odur
Bin Hüseyin-i Gazi Seyyit Battal

Irene Melikoff Battal Gazi'nin tarihsel kişiliği ve kahramanlık destanları hakkındaki düşüncelerini şöyle özetliyor:

``Battal'ın menkıbelerinin ilk izleri, Emevilerin Bizans'a karşı seferlerinin ve Abbasilerin ilk savaşlarının sözlü anlatımlarında bulunmaktadır. Arap şövalyelik romanlarında billurlaşan bu menkıbeler, Arapça esinlenmeli yeni bir Türk destanları dizisinin başlangıç noktasına hizmet etti. Fakat Türkleştirilmiş Battal'da Mesleme (717-18 yıllarında İstanbul'u kuşatan Emevi komutanı, halife Abdülmelik'in kardeşi- İ.K.) ordularının eski kahramanını tanılamak (teşhis) zordur. Belki hikâyenin bazı kısımlarında, tıpkı Türk kahraman Alp Er Tonga ile Afrasyab'ın birbirine karıştırıldığı gibi karıştırılmıştı.

``Seyyid Battal'ın romanı bir bütünlük içinde biçimlenmemiş; birbirine karışmış birçok rivayetlerden düzenlenmiştir. Bunlardan biri ve belki en hayret edileni, Battal'ın İranlı Afşin'in yerine geçtiği bir Babekname'dir. Bu Afşin'in (kökeninin Türk olduğu bilinen Afşin konusunu Melikoff bir başka makalesinde tartışmakta, Türk veya İranlı olmasını önemli görmemektedir. - İ.K.) anti-Arap hareketleri desteklediği halde, Arapları yanılgıya düşürdüğü iyi bilinmektedir. Ayrıca Battal'ın beyaz fili aramak için Hindistan'a seyahatı epik romana eklenmiş bir masaldır. Masaldaki kişinin savaş kahramanıyla hiç ilgisi yoktur.

``Arapça bir kahramanlık destanının varlığı ve ondan Battalname'nin Türkçeye çevrilmiş olabileceği zannediliyordu. Özellikle Türk halk edebiyatının sözlü olduğu bir dönemde çeviriden hiç söz edilemez. Kaldı ki klasik öncesi Türk Edebiyatında çeviriler çok nadirdir ve varolduğu ileri sürülen yapıtlar daha çok uyarlamadır; yabancı başyapıtlardan az çok bağımsız olarak, Türk anlayışı ve zevkine uydurulmuştur. Bu eğilim, ağızdan ağıza geçme geleneği biçiminde Türk halk edebiyatında sürdürülür. Seyyid Battal romanı, Gaziler arasında anlatılan Arapça destanların başlangıç noktası olmuştur... Diğer yandan Seyyid Battal romanının Selçuklu döneminde, belki 11.yüzyılın sonu 12.yüzyılın başlarında düzenlenip yazıldığı sanılıyor.'' (İrene Melikoff, La Geste de Melik Danişmend, Paris-1960, s.46,47).

Veli Baba soyağacında görüldüğü gibi, Hüseyin Gazi oğlu Seyyid Battal Gazi'nin Mesleme ile - aralarındaki en az yüzyıllık süreden ötürü - bir ilişkisi olamaz. Üstelik Muhammed-Ali soyundan gelen bir kimsenin, kanlı düşmanı olan bir Emevi komutanının buyruğu altında savaşmayacağı daha akla yatkındır. Sonra, Alevi geleneği, Emevi saflarında çarpışmış bir savaşçıyı ``Seyyid'' sıfatıyla anıp, velileştirmez. Mezarının bulunduğu Seyyitgazi'de bir ocak, bir tekke oluşturulmuş ve burası Alevilerin en kutsal yerlerinden biri olmuştur. 16.yüzyılda ``bu tekkede hizmet yapanların `fesatçılar' olduğunu ve yakalanarak hapse atılmalarını'' buyuran padişah fermanları mevcuttur. (Sureyya Faroqhi, ``Seyyid Gazi revisited: The Foundation As Seen Through Sixteenth and Seventeenth Century Documents'', Turcica XIII-1981, s.90-101).

Olasıdır ki Emevi İslamla Bizans arasındaki savaşlarda, yiğit Arap savaşçılarından birinin maceralarından bazı motifler Battal Gazi öykülerine karıştırılmış olabilir.

Seyyid Battal Gazi, Abbasi halifesi adına Malatya valisi Ömer bin Abdullah'ın da katıldığı Sozopetra (837), Amorion (838) ve daha birçok sınır savaşlarının kahramanıdır.

Kanımızca Battal Gazi'nin Babek olayına girişi, yani aynı yıllarda kuvvetlerini dağıtarak Babek'i yakalayan Afşin'in yerine geçirilmiş olması, onun Sozopetra savaşında Babek'in önemli adamı Nasr Theophobos'a karşı savaşmasına bağlanabilir. Yukarıda Kul Hüseyin'nin nefesinde ``Babik'' adının geçmesi de bu bağı güçlendirebilir. Ya da hiç olmazsa, İrene Melikoff'un ileri sürdüğü, Afşin'in ağızdan ağıza dolaşan maceralarının, o zındıklıkla suçlanıp, idam edildikten sonra Battal Gazi'ye yüklenmesine yardımcı olmuştur. (İrene Melikoff, ``Notes Turco-Caucasiennes: Babek le Hurrami et Seyyid Battal'', Revue de Kartvelologie, XIII-XIV, Paris-1962, s. 73-75)

Yukarıda belirtildiği gibi, 9.yüzyılın ilk yarısından itibaren Abbasi ordusunda paralı askerler olarak Türklerin varlığı hatırı sayılır biçimde artmıştı. Ayrıca, 20 yıl boyunca Ortodoks İslamlığa (Sünniliğe) karşı savaşan ve Abbasi halifelerine kan kusturan Babek kuvvetlerinin içinde de çok sayıda gönüllü Türk (örneğin, halife kuvvetlerinden ayrılıp Babek tarafına geçen Noktay'ın kumandasında 20 bin) bulunduğu bilinmektedir. (İrene Melikoff, agy, s.72, 78).

Öyle ki, Sozopetra (Doğanşehir) savaşında, Bizans imparatoru Theophilos'la, Abbasilere karşı yaptıkları dostluk anlaşması gereğince İmparator'un yanında savaşan Babek kuvvetlerindeki Türkler karşı karşıya gelmişlerdir. 837-8 yılları, belki Horasanlı ve Orta Asyalı Türkler'in - yanlarında ve karşılarında olarak - Bizanslılarla ilk karşılaşma tarihi olabilir.

Kuşkusuzdur ki Seyyid Battal Gazi'nin kahramanlık öyküleri - yanında ve karşısında bulunan - bu savaşçı Türkler tarafından Türk diline taşınmıştır. Hatta denilebilir ki, bu taşıyıcı kişiler, olayları Seyyid Battal ile birlikte yaşamış olduklarından, doğrudan kendi dilleriyle kendi halkları arasına yaymışlardır. Aradan yüzyıl geçmeden Küçük Asya'ya (Anadolu) ilk giren Türk akıncı beylerinin Gazi adını taşıması herhalde rastlantı değildir. Seyyid Battal'ın ``Gazi'' sıfatı, bu geleneğin başlangıcını oluşturmaktadır.

Örneğin 1040'larda Malatya'yı fetheden Melik Danişmend'in kahramanlık öykülerine Seyyid Battal'ınkiler girmiş ve 13.yüzyılın ortalarında ilk kez derlenip yazılan Danişmend Gazi Destanı, hemen tümüyle Battalname'den esinlenmiştir (İrene Melikoff, La Geste de Melik Danişmend, s.47). Bu nedenle milliyetçi çevreler, Battal Gazi'nin Türk kahramanı Danişmend Gazi'nin kendisi olduğunu ileri sürmüş ve onun Ehlibeyt soyundan gelmiş olduğunu yadsımış, onu ``Türk'' yapmışlardır. Bazı aydın yazar- çizerler de Seyyid Battal Gazi'yi yaşamamış, efsanevi bir kişilik'' olarak görmekte ısrar etmektedirler.

Tüm yukarıdaki bilgilerden anlaşılacağı üzere, Seyyid Battal Gazi, 4.İmam Zeynelabidin'in oğlu Zeyd'in soyundan gelmiş ve Malatya'da büyüyüp yetişmiş, Bizans'a karşı Müslümanların yaptıkları savaşlarda gösterdiği başarıları destanlaşmış bir sınırboyu savaşçısıdır. Ayrıca savaşçı Türklerle hem yan yana, hem de karşı karşıya savaşmış ve onlarla tanışıp kaynaşan Ehlibeyt soylu bir Anadolu kahramanıdır.

Sözünü ettiğimiz bu asker Türklerden pek çoğu bu sınır boylarında, özellikle Malatya ve çevresinde yerleşerek, Arap ve Bizanslılarla karışmışlardır. Zaten Hazar denizinin güney kıyılarında; Daylam, Horasan, Tabaristan, Kûhistan'da, 740'larda Zeyd'in oğlu Yahya ile başlayan Ehlibeyt soyunun Türk, Kürt ve Pers halklarıyla karışması olgusu kesintisiz sürmekteydi.

İmam Zeynel oğlu Zeyd'in evlatlarından Ali-yyül Medeni'nin kabilesiyle birlikte Malatya'ya yerleştiği ve torunlarından Seyyid Battal Gazi'nin kahramanlıklarının dillere destan olduğu yıllarda, sözünü ettiğimiz bölgelerde amcaoğulları, ömrü yaklaşık 100 yıl süren ve Sünni Samaniler tarafından yıkılan, bir Alevi devletinin temellerini atıyorlardı.

I.III.4. Zeynelabidin Oğlu Zeyd'den İnen Veli Baba, Ağuçan, Mineyik Ocakları


Doç.Dr.Op.Bedri Noyan'ın yayına hazırlamış olduğu Veli Baba Menakıbnamesi, bir menkıbeler derlemesinden daha ileride, bir tarih kitabı niteliği taşımaktadır. Kitapta İmam Zeynelabidin oğlu Zeyd ve Horasan-İran, Yemen ve Anadolu'ya göçüp yerleşen evlatları hakkında önemli açıklamalarda bulunulmaktadır. Ayrıca Onikimamlar, Alevilik ilkeleri ve hatta Selçuklu ve Osmanlı imparatorlukları hakkında ilginç bilgiler verilmektedir.

Veli Baba'nın zamanın bilgileriyle çok iyi donanmış bir İslam bilgini olduğu, öncülleri gibi kendisinin de Osmanlı yönetimiyle arasının iyi olduğu anlaşılıyor. Kendisinden önceki Seyyid'lerin birçoklarının, padişahların seferlerine katılıp şehit düştükleri sık sık vurgulanmaktadır.

``Müşarilüneyh (işaret olunan) Veli Baba Hazretleri bin kırkiki (Miladi 1632) tarihinde İstanbul'a gelüp, sabıkta beyan olunduğu vechile Karya-i Uluköy kendi sakin oldukları köy olduğundan Seyyid Veli Baba namına dergah-ı şerife vakf olmağla ol gündenberi `Veli Baba Dergahı' deyu dergah şöhretlenmiştir.'' (Veli Baba Menakıbnamesi, s.268)

Aslında, 4.Murad (1623-1640) gibi Alevi düşmanı zalim bir padişah zamanında Veli Baba Dergahı'nın resmen tanınıp, şöhret bulması anlamlıdır. Ancak biz burada Menakıbname'yi eleştirel gözle değil, Anadolu'da Zeyd'in soyundan gelen üç Seyyid Ocağı soyağacını karşılaştırma amacıyla ele alma niyetindeyiz.

Nejat Birdoğan, Seyyid-Dede ocakları ve soyağaçları üzerinde ayrıntılı çalışmasını, Alev Yayınları'nda çıkan Anadolu ve Balkanlarda Alevi Yerleşmesi adlı kitabında birkaç bölüm içerisinde yayınladı. Birdoğan'ın gerek belgeleri incelerken ve gerekse Dedelerle, kendilerini Mürşid, Pir ya da Seyyid gören kişilerle konuşmalarını aktarırken kullandığı suçlayıcı üslubu yadırgıyoruz. Soy kütükleriyle yetki alınışı ve her yıl yenilenmesi işlemlerini, ``seyyidliğin her türlü seçkinliğinden yararlanmak... çerağ hakkı, Hakullah toplamaya'' (agy, s.144), yani kişisel çıkarları gereği yaptıklarına bağlamada ve içlerindeki yanlış ifade ve bilgiler için küçümseyici, aşağılayıcı ifadeler kullanmada amaç nedir?

Birdoğan, sonra da: ``bu belgeleri ellerinde tutanlar, onları Tanrı sırrı gibi saklamaya çalışıyorlar... Saklanan bu kâğıtların Alevi tarihini ortaya çıkarmaları bakımından önemleri yadsınamaz. Dede soylular, bu esirgemeye neden gerek görürler?'' (agy, s.143) diye sorguluyor.

Soy kütüklerine böylesine olumsuz ve küçümseyici yaklaşan bir araştırmacı, tabii ki bu tür belgeleri biraz zor bulur. Osmanlı'nın Nakib'ül Eşraflık kurumu, yalan yanlış bilgiler üretiyor ya da onaylıyorsa, aydınlanacak ve bilgilendirilecek yandaş kurumları olmayan ve baskı altına alınarak yönlendirilmiş olan berat sahibi Dede'lerin ne kabahatı var? Bilimsel objektiflik deniliyorsa, neden yalnız Dedeler ve Alevi toplumu eleştiriliyor? Özeleştiri mi veriyoruz?

Kitap için söylenecekleri bir yana bırakıp, Nejat Birdoğan'ın Ocak'lara, özellikle İmam Zeynelabidin'e bağlı soy kütüklerine ilişkin anlattıklarından özetler aktaralım.

``Dedelerle yönetilen ocaklar, çeşitli yetkiler taşımaktadır. Birinin öbüründen güçlü olduğu kesin. Bu güçlü oluşun temelinde onlara göre tarihsel eskilik ve İmam Zeynelabidin'den gelme yatmaktadır. Ayrıca kimi eski ocaklar, zaman ilerleyip coğrafya genişleyince ve gerek taliplerin, gerekse kendi ocak nüfusu çoğalınca yeni iş alanları kurmak gereğini duymuşlar ve ocaklarının sayılarını artırmışlardır. Bir ana ocaktan, ikincil ve üçüncül derecede ocaklar çıkmıştır...

``İmam Zeynelabidin oğullarından olduğunu ileri süren ocaklardan üçünü ele alalım. Soy ağaçları bölümünde de belli olacağı üzere, İmam Zeynelabidin'den başlayarak Ebu'l Vefa'ya dayanan kimi soylar Malatya'nın (Arguvan ilçesine bağlı- İ.K.) Mineyik köyünde, Elazığ'ın Sün, Hozat'ın Bargin köyünde ve Divriği'nin Karageban bucağında ocak kurmuşlardır. Şimdi Mineyik'tekiler, önceden Zeynelabidin'liler, sonradan ise Ebu'l Vefa Ocağı, Sün ve Bargin'dekiler Ağuçan Ocağı diye ünlenirler. Karageban'dakiler ise Kara Pir Bad Ocağı (ve Isparta'nın Uluğbey kasabasında Veli Baba Ocağı-İ.K.) diye ünlüdür... Doğrudan doğruya İmam soyundan, hem de Zeynelabidin'den geldiklerinden kendilerini Mürşid saymaktadırlar.'' (Nejat Birdoğan, Anadolu'da ve Balkanlar'da Alevi Yerleşmesi, İstanbul-1993, s.148, s.149)

Nejat Birdoğan'ın İmam Zeynelabidin soyundan verdiği üç Soyağacı örneğine, Veli Baba'nın soyağacını katıyoruz.

Veli Baba Menakıbnamesi'nde verilen soyağacı üzerinde, isimleri geçen ataları hakkında teker teker bilgi veriliyor ve yaşadıkları zaman ölüm tarihlerine kadar açıklanıyor. 9. yüzyılın başlarında Malatya'ya gelişten itibaren ve Ali Medeni'den sonra, 17.yüzyılda yaşamış olan Veliyeddin el-Gazi el- Meşhur Veli Baba'ya kadar ise 18 isim geçmektedir. Bunları sırasıyla verelim:

1) El Hasan Edibi Eb-ul Kasım,

2) Kemal es-Şerif,

3) El Hasan Eb-ul Kasım,

4) Muhammed,

5) Hamza,

6) Ali,

7) El-Hasan es-Şerif,

8) Zeyd-i Hamis,

9) El-Hasan Gazi

10) El-Gazi Hüseyin Paşa,

11) Zeyd eş-Şehid,

12) Cafer

13) Ali El-Gazi (Uzun Er),

14) Cafer (Gül Baba Gazi),

15) El-Hüseyin el-Gazi,

16) Cafer üs-Sadık el-Alevi,

17) El-Hüseyin el-Veli el-Meşhur Salıncak Dede,

18) Veliyeddin el-Gazi el-Meşhur Veli Baba.

Şimdi, bu ``Veli Baba soyağacı'' ile ``Mineyikli'' ve ``Ağuçanlı'' soy kütüklerini (Nejat Birdoğan, agy, s.209, 265) birlikte verip karşılaştırarak, nerede birleştiklerini, daha doğrusu kaçıncı kuşaktan itibaren ayrıldıklarını görelim.

I.III.5. Veli Baba Soyağacı'na göre Mineyikli ve Ağuçanlıların karşılaştırılması

1) İmam Ali

2) İmam Hüseyin

3) İmam Zeynel Abidin

4) Zeyd eş-Şehid

5) Hüseyn-i Züd-Dem'a, diğer adıyla Hüseyn-i Zül-İbra (Mineyikli'lerde sadece Hüseyn-i Zül-Ebra)

6) Yahya El-Ardeşiri

7) Muhammed-ül Asgar el-Ardeşiri V'el-Aksasi('nin)


kardeşi El-Hasan ül-Zahid'den

MİNEYİKLİ SOYAĞACI:



8) Ali-yyüz Zahid-Medeni

8) Muhammed el-Zahid

9) Zeyd-i Rabi

9) Ebul Kasım el-Hüseyn

10) El-Hasan Gazi

10) Seyyid Muhammed (kardeşi Hüseyin Gazi, Seyyid Battal'ın babası)

11) Ebi Cafer Muhammed

11) Seyyid Ali (ö.901-903)

12) Hasan el-Edib (ö.933)

12) Seyyid Zeyd

13) Kemal es Şerif (ö.962)

13) Seyyid Muhammed

14) Hasan Ebu'l-Kasım

14) Seyyid Muhammed (ö.992)

15) Muhammed (ö.1040)

15) Ebu'l Vefa (ö.1017)

16) Seyyid Hamza (ö.1074)

16) Seyyid Ganim

17) Ali bin Hamza (ö.1141)

17) Seyyid Hamis('in)



kardeşi Seyyid Osman'dan

AĞUÇANLI SOYAĞACI

18) Hasan eş-Şair (ö.1168)

18) Seyyid İmad

18) Seyyid Zeki

19) Zeyd-i Hamis

19) Seyyid Abbas

19) Seyyid Salih (ö.1190'lar?)

20) El-Hasan Gazi

20) Seyyid Zeki

20) Seyyid Osman

21) Gazi Hüseyin Paşa

21) Seyyid Salih

21) Seyyid Şerafettin (ö.1225-6)

22) Zeyd eş-Şehid (ö.1274)

22) Seyyid İmad

22) Şeyhü'l Riyan

I.III.6. Soyağaçları Üzerine Bazı Yorumlar Ve Ebu'l Vefa'nın Zeyd Soyuyla Bağı

İmam Zeynel Abidin oğlu Zeyd'e çıkan üç soyağacındaki ortak ayrı ayrı isimleri yinelemeyi gerek görmedik. Ayrıca bugüne değin bilinen bütün adları yinelemek de gerekli değildi. Yukarıdaki karşılaştırmada Menakıbname'de en yetkin bir biçimde düzenlenmiş olan Veli Baba Soyağacı esas alınmış, diğer ikisinin başlangıç isimleri saptanarak, oradan itibaren yazılmıştır.

Mineyikliler, 8.kuşakta El-Hasan ül-Zahid'le Veli Baba soyunu, Ağuçanlılar ise 18.kuşakta Seyyid Hamis'in kardeşi Seyyid Osman'la Mineyikli soyağacını terkedip kendilerininkini oluşturmaktadır. Ağuçanlı bir Dede'nin ``biz Mineyiklere Rehber gideriz, onlarla akrabayız, ancak biz büyük kardeşiz'' diye ifade ettiği geleneksel doğruyu, bu kardeşlik bağında aramak gerekiyor.

Mineyikli Soyağacı'nda Muhammed Mustafa'ya kadar isimler zincirleme yazılmış olduğu halde, Ağuçanlı Soyağacı'nda, Nejat Birdoğan'ın örneklemeleri ve açıklamalarına göre (agy, s.263, 267) 11.kuşak Seyyid Ali'ya kadar düzenli, fakat oradan atlayıp, 5. kuşaktan Hüseyn'le Zeyd'e çıkıyor. Zaten Ağuçanlı soyağacında Tacü'l Arifin Seyyid Ebu'l Vefa ve Seyyid Ganim geçmemiş olsaydı, ilişki kurmak kolay olmayacaktı.

Biz Nejat Birdoğan'ın Mineyikli Soyağacı hakkında düşündüklerine katılmıyoruz ve ileri sürdüğü gerekçeleri yeterli bulmadığımızı söylemek zorundayız. Ayrıca belgeleri inceleme yöntemini biraz yadırgadık. Şecerelerin ve onaylanmış metinler hangileri, tamamı mı değil mi, anlamak olası değil.

Birdoğan, ısrarla ``Mineyiklilerin Ebu'l Vefa'dan gelmediklerini ve Seyyid Ganim'in babası değil kardeşi olduğunu'' söylerken, 1576 yılında şeyhlerin ve kadıların tanıklığında verilen kararı kanıt göstermektedir. Bu kişilerin, 1017 yılına (Ebu'l Vefa'nın öldüğü yıla) ait bir belgede, huzurlarına gelen kişinin dedelerinden birinin bunu Bağdat'tan aldığının ve Ebu'l Vefa soyundan geldiğinin belirtilmesine rağmen, Seyyid Ganim'in oğul değil kardeş olduğuna karar vermeleri kadar anlamsız birşey olamaz.

Üstelik 1586, 1783 ve 1792 yıllarında onaylanmış şecerelerde ``Seyyid Ganim'in Ebu'l Vefa'nın oğlu olduğu'' belirtilmektedir. Ama asıl önemli olan, 1566 yılında yazılmış ve 1759'da onay görmüş Ağuçanlı Soyağacı'nda ``... Seyyid Ganim ve onun babası Seyyid efendimiz, efendiler şeyhi ve iki göz nuru Tac'ül Arifin Seyyid Ebu'l Vefa...'' açıklamasıdır. (N.Birdoğan, agy, s.263) Bunu ciddiyetle dikkate almak zorundayız. Bunların herbiri, çıkışta birleşseler bile, farklı soyağacı belgeleridir.

Burada da, Anadolu Aleviliğini geniş bir biçimde etkilemiş ve Hacı Bektaş Veli, Baba İshak, Baba İlyas ve Dede Garkın inanç-yol zincirinin başı Ebu'l Vefa'nın İmam Zeynel Abidin oğlu Zeyd'den geldiği açıklık kazanıyor.

Kara Pir Bad Soyağacı'nda Ebu'l Vefa'nın ve onu eğitip yetiştiren Dedesi Şeyh Muhammed Şembeki'nin adlarının geçmesi soy zinciri değil, yol zincirinden dolayı olsa gerektir. Birdoğan'ın kitabının 231.sayfasında görüldüğü gibi, 1253 yılında yazılmış ve 1597'de onaylanıp kopya edilmiş soy kütüğünde Kara Pir Bad soyunun İmam Bakır yoluyla İmam Zeynel ve İmam Hüseyin'den İmam Ali'ye çıktığı görülmektedir.

Ama nedense Nejat Birdoğan ellerinde şecereleri bulunan Dedesoylu kişileri, ``kendilerini Arap soyuna dayandırma gayretleri içinde olmakla'' suçlamakta ve üstlerine gitmektedir. Evlad-ı Resul'dan geldiğini ispatlamak veya onaylatmak çabasına girmiş olanları destekleyip yardımcı olmanın ötesinde, biz, ilgisiz olanları da bulup ortaya çıkarmalıyız. Unutmayalım ki bu türden belgeler (soykütükleri, vakıfname, cönkler vb.) Alevi inanç ve kültür tarihinin birincil kaynaklarıdır.

Bu insanlara eleştirilerimizi, onların Türk, Kürt ve Arap ``yandaşlığı'' ya da ``karşıtlığı'' içinde olup olmadıkları temelinde yapmak doğru değildir. Alevi-Bektaşiliğin özünde etnik köken ve millet kavramlarına yer yoktur. Özünde 73 millet birdir bizeilkesi yatmaktadır. Eleştiri, onlar kişisel çıkarları önde tutuyorlarsa, Alevilik töresini-ilkesini topluma Aleviliğin özüne ve tarihine ters biçimde öğretiyorlarsa, ya da, Dergah çevresinde merkezi örgütlenmenin birincil önem taşıdığı gün gibi ortada iken ``tek irşad edici'' kompleksi içinde iseler yapılmalıdır.

-------------

I.IV Emevi-Abbasi Siyaseti ve Ehlibeyt Soyluların Bir Alevi Devleti Kuruncaya Dek Verdikleri Mücadeleler

I.IV.1. Muaviye'ye ``En İlerici İslam Hükümdarı'' Nasıl Denilebilir?

Dört Halife döneminin (632-661) Ali'nin şehit edilmesiyle sona ermesinden itibaren, İslam İmparatorluğu Emevi (89 yıl) ve Abbasi (500 yıldan biraz fazla) hanedanları tarafından yönetilmişti.

Emevi hanedanını kuran Umeyyed oğullarından Muaviye için bir Batılı tarihçinin, ``Muaviye kendi Araplarını bir Doğulu despot gibi değil, eski zamanların bir kabile başkanı, seyidi gibi yönetti'' (C.Brockelmann, History of Islamic Peoples, London-1980, s.73) tanısı tam yerine oturmuş görünüyorsa da, biz bunu daha farklı anlamlandırıyoruz.

Muaviye'nin, sarayındaki Hristiyanlara hoşgörüsünden dolayı böyle konuşmak doğru bir yargı olamaz. Ancak onun ``bir kabile başkanı gibi Arabları yönettiği'' nitelemesi doğrudur. Muhammed'in amansız düşmanı ve sonuna dek Müslüman olmamakta direnen Ebu Süfyan'la Akut'ül Ekbad (ciğer yiyici kadın) Hind'in oğlu Muaviye, mensup olduğu kabilenin bir Haşimi olan Muhammed tarafından yenilgiye uğratılmasını hiçbir zaman unutmamıştır. Mekke'yi tamamıyla ele geçirip, yönetimini İslamlaştıran Muhammed'in, kabile kinlerini azaltmak için kadrosunda eski düşmanlarının yakınlarına iş vermesi siyaseti, Muaviye'yi yanında çalıştırmış olması, onun kin ve düşmanlığını daha da büyütmüş ve denenmekte olan yeni yönetimin zaaflarını inceleme fırsatı vermiştir. Eğer gerçekten Muaviye'yi ``sır katibi'' olarak kullanmışsa, Muhammed peygamber koynunda yılan beslemiştir.

Muaviye, Emevi Devleti'ni bu kabile kini, yani Muhammed ve yakınlarına karşı acımasız düşmanlık siyaseti temelleri üzerine kurmuştur. Çocukluk, yeniyetmelik ve gençlik dönemlerini Muhammed'i can düşmanı bilen, onunla çok sayıda savaşlara girişmiş ve sonunda yenilmek ``şerefsizliğini'' yaşamış olan bir aile içinde geçiren Muaviye, hiçbir zaman Muhammed'in peygamberliğine ve onun vazettiği İslam dinine inanmamıştır. Bunun psiko-sosyolojik çözümlemeleri rahatlıkla yapılabilir.

Ali ibn Ebu Talib, Muaviye için şunları söylemektedir:

``Suhre (Sufyan) oğlu Muaviye'yi uyardım, ne var ki işe yaramadı uyarılarım; sen ve baban istemeyerek, ikiyüzlülükle katıldınız İslama. Çünkü cehaletin yoluydu sizin yolunuz. Peygamberin vefatıyla eskiye döndünüz... Akılsız bir sersemsin, boş cehaleti temenni etmekle, nal seslerini ve at kişnemelerini çağırıyorsun. Sen İbn Hind (Hind'in oğlu, Bedr savaşında amcası Hamza'nın ciğerini koparıp yiyen anasının adıyla sesleniyor Ali,- İ.K.) iyice cehalete battın...'' (Ebu'l-Kasım Ali bin Tahir, Çev:Vedat Atila, Hazreti Ali Divanı, İstanbul-1990, s. 157- 158)

Ayrıca Halife Osman dönemindeki (644-656) Şam valiliğinden itibaren Suriye Gassanid'ler prensliğinin yasal halefi durumunu kazanmıştı Muaviye. Karısı ise Suriye'de çok güçlü, Güney Arabistanlı Kalb kabilesinden zengin bir aristokrattı. Bu ilişkiler ona ve oğlu Yezid'e (680-683) muhalifi Ali ailesi aleyhine üstünlük kazandırıyordu. (Bkz. C.Brockelmann, agy, s.72) Ama tarihsel de bakılsa Faik Bulut gibi; Bahriye Üçok'un ``Muaviye kuşkusuz İslamın en ilerici hükümdarlarından biridir'' yargısına (Bkz. Faik Bulut, Allah Devletinde Demokrasi, İstanbul-1993, s.230, dipnt.137) katılmamız mümkün değildir... Gassani ve Sasani devlet geleneği üzerine oturup, onların güç ve fırsatlarını kullandığı için mi ilerici hükümdar sayılıyor?

Ehlibeyt soyunu (Muhammed'in ev halkı) yoketmeyi kendi yıkılışlarına değin devlet siyaseti yapmış Ebu Sufyan soyluların İslam dini adına 89 yıl yönettiği Emevi devletinde Muhammed dini sadece kılıftır. Emevi soyuna özgüdür, Emevi İslamlığıdır.

I.IV.2. Horasanlı Ebu Müslim'in Yanlış Siyaseti

Abbasiler'e gelince, başkenti Şam'dan Halife Mansur'un (754-775) kurmuş olduğu Bağdad'a taşımış olup, inanç ve siyasetlerinde Emeviler'e eşdeğerdirler.

Tarihçilerin anlattığı, Ebu Müslim'in Horasan'da başkaldırıp, Arapların ``Mevali'' adını verdikler yabancı halkları - bazı Türk topluluklarının bu mücadelede birlikte olduğu bilinmektedir - yanına alarak verdiği 5 yıllık mücadeleden sonra iktidarı Ebu'l Abbas Abdullah Seffah'a kendi eliyle sunmuş olması düşündürücüdür. Bizce sorunlu yanı ağır basmaktadır.

Bir kere Ebu Müslim'in Alevi hareketi, Zeyd oğlu Yahya'nın 743-744 yıllarında, aynı bölgelerdeki başkaldırısının bir devamı durumundadır. Ebu Müslim ve yandaşları, Cüzcan bölgesinin başkenti Ambar surlarında asılı duran Yahya'nın cesedini indirerek, onun öcünü almak için ayaklanmışlardı. Gerçekçi bir yorumla Ebu Müslim, Yahya'nın bu bölgelere ekmiş olduğu tohumların meyvasıdır.

750 yılında son halife İkinci Mervan'ı ortadan kaldırıp Emevi hanedanına son veren Ebu Müslim, 6.İmam Cafer Sadık'a adam göndererek, Ali soyundan onu halife olarak görmek istediğini söylemiş. Tarihçilerin ortak kanısınca, onu İslam imparatorluğunun başına çağırmıştır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Şehristani, İmam Cafer Sadık'ın ``Ebu Müslim bizim seçtiğimiz, onayladığımız kişi değildir'' diyerek halifelik önerisini kabul etmediğini yazmaktadır.

Bizce ya Ebu Müslim bu öneriyi İmam Cafer'e götürmedi. Ya da zamanın büyük bilgini olarak, onun kabul etmeyeceğini bildiği için böyle bir çağrı yaptı. Eğer Ebu Müslim'in halifelik teklif edeceği , ortada Ehlibeyt'ten birisi var idiyse, bu İmam Cafer ya da Ebu'l Abbas Seffah değil, öcünü almayı neden göstererek, uğruna başkaldırdığı Yahya'nın kardeşleri Hüseyin Züd-dema, İsa veya Muhammed olmalıydı. En büyükleri Hüseyin o zaman otuz yaşlarındaydı ve kardeşler Medine'de Emevilerden gelecek olan ölüm tehlikesini sürekli enselerinde duyarak yaşamaktaydılar. Babaları ve kardeşlerinin uğrunda öldükleri hilafet hakkı en fazla onlarındı.

Biz, Ebu Müslim'den Yahya'nın kardeşlerine böyle bir öneri ulaştırıldığına dair bilgi bulamadık. Ehlibeyt adına, Zeynel Abidin'in torunu Yahya'nın öcünü almak için yola çıkmış ve halk yığınlarını peşinde sürükleyerek 90 yıllık bir devleti yıkmış olan Ebu Müslim, neden Muhammed-Ali'nin soyundan gelenlerden birini değil de Abbas soyundan birini başa çıkardı? Dahası, neden Ali'nin kardeşi Cafer'in torunu Muaviye bin Abdullah'ı - yukarıda anlatıldığı üzere Emevi yönetimine başkaldırmış ve başarılar kazanmış bir Ali yandaşı olarak - Horasan'da kendisiyle birleşmek isteğini kabul etmek bir yana, öldürtmüştür?

Gerçekte Ebu Müslim kullanabileceği bir kukla arıyordu. Ama ipler ne yazık ki kısa zamanda kendi boynuna dolandı. Ebu Müslim yok edildi. Arkasından, Abbasi siyaseti bilinen Emevi siyasetine dönüştü.

İmam soyu, Zeyd'in kardeşi Beşinci İmam Bakır'dan yürüdü. İmamlar, siyasetin dışında kutsallıklarını yaşadılar. Çoğuna da bu yaşam zorunlu kılındı. Buna rağmen sürekli kuşku altında kaldılar, sürekli gözaltında tutuldular; ve hepsi de tek tek Abbasi zindanlarında can verdi. Ancak Zeynelabidin oğlu Zeyd, dedesi İmam Hüseyin'den kendisine geçen, haksızlığa-zulme karşı çıkma, başeğmezlik yetisiyle yarattığı ihtilalci gelenek, oğulları, kuzenleri ve torunlarınca çeşitli biçimlerde, ta ki devletler kuruncaya dek sürdü.

I.IV.3. Zeyd'in Yarattığı İsyan Geleneği İçinde Ali Soyluların Mücadeleleri

Ebu Müslim'in öldürülmesiyle birlikte değişen Abbasi siyasetine ilk başkaldıran, İmam Hasan'ın torunu ve annesi tarafından İmam Hüseyin'e ulaşan Zeyd'in iki yanlı akrabaları Muhammed ve İbrahim kardeşler oldu. Zeyd'in oğlu Hüseyin Züd-dema'nın ölümünün hemen arkasından, 762'de Abdullah oğlu Muhammed Medine'de, ertesi yıl kardeşi İbrahim Basra'da, Horasan'da Ehlibeyt adına halife Mansur'a karşı yükseltilen isyanı desteklediler. Aynı tarihlerde Ebu Müslim'in öcünü almak için harekete geçmiş Horasanlı isyancılar, Hemedan ve Rey arasında halife kuvvetleri tarafından dağıtılmışlardı.

Halife Mansur 758 yılında Mekke'ye yaptığı hac sırasında Abdullah'ı tutuklatmıştı. Bunun üzerine iki oğlu Muhammed ile İbrahim, Aden'den deniz yoluyla Sind'e kaçtılar. Bu tarihi izleyen yıllar içinde Irak'taki Küfe ve Basra kentlerinden işaretler alarak ilişkiye geçtiler. Muhammed, oğullarından Ali'yi yardım için Halid bin Said ile Mısır'a gönderdi. Böylece halifeliğin farklı merkezlerinde ayaklanma hazırlıkları yapıldı. (Henri Laoust, Les Schismes Dans l'Islam, Paris-1983, s.64) Ali bazı taraftarlar kazanmayı başardı ise de Mısır valisi Hamit bin Kahtaba'ya güvenmede yanıldılar.

Medine'yi Mansur'un ordusuna karşı, peygamberin çizdiği model üzerine, hendekler kazarak cesaretle savunmuş olan Muhammed yakalanıp öldürüldü. Ailesinin bütün malları dağıtıldı.
Muhammed'in kardeşi İbrahim ise Basra'da başkaldırdı. Ancak siyasal yeteneği yeterli değildi. Çünkü Basra'yı tamamıyla ele geçirmeyi başarmasına ve bastırdığı parayla İran ve Susiana üzerinde etkinlik kazanmasına rağmen, Mansur'un sadece birkaç birlikle kamp kurmuş olduğu Küfe'ye karşı harekete geçmeye ikna edilemedi. Mansur'un generalı İsa ibn Musa, Medine'deki başkaldırıyı bastırır bastırmaz Susiana üzerine yürüdü. Şiddetli bir çarpışma sonunda bölgenin kontrolunu eline geçirdi.

Sonunda, bizzat İbrahim Kûfe üzerine yürümeye karar verdiyse de, Küfe'nin güneyindeki Bahamra'da İsa'nın kuvvetleriyle 14 Şubat 763 günü yaptığı meydan savaşında öldürüldü. Ehlibeyt soyluların başını çektiği, Horasan'dan Basra'ya uzanan ve üç yıl süren, Batılıların ``Aliciler'' dedikleri,bu Alisoyluların isyanlarını bastıran Halife Mansur (754-775) rahatlamıştı. Dicle'nin batı yakasındaki Bağdad denilen küçük bir Hristiyan köyü üzerine başkentini kurma çalışmalarını başlattı.

Elbette ki Ali evlatlarının amansız takibi sürdürülüyor ve yandaşları ağır cezalara çarptırılıyordu. Örneğin Kuzey Afrika İslam ülkelerinde yaygın Maliki mezhebinin kurucusu Malik ibn Anas ve Zeynelabidin oğlu Zeyd'in başkaldırısını desteklemiş olan Hanefiliğin kurucusu Ebu Hanife de, Ehlibeyt yandaşı olmalarının cezasını görmüşlerdir. Malik ibn Anas, Medine'de başkaldıran Muhammed'den yana tavır almış ve Medine'nin halife kuvvetlerinin eline geçmesinden sonra, savaş tutuklusu olarak toplanan Muhammed'in akrabalarına kefil olup, onların serbest bırakılmalarını sağlamıştı. Bu yüzden yüz, Abbasi halifesine bağlılık yemini ettiği halde, kırbaçlanarak cezalandırılmıştır.

Şehristani, Ebu Hanife'nin Abdullah oğlu Muhammed'e biat ettiğini, o Medine'de öldürüldükten sonra da Basra'da İbrahim'e bağlandığını, dolayısıyla Ehlibeyt'e ölümüne değin bağlı kaldığını anlatmaktadır. Kabil'in alınışı sırasında yakalanmış bir kölenin torunu olan Sünni İslam bilgini Ebu Hanife, ileri yaşına rağmen Basra'da başkaldıran İbrahim'in oğlu Zeyd'in yanında yer almıştı. Bu nedenle Bağdad'da zindana atılmış ve 767 yılında orada ölmüştür. (Bkz. C.Brockelmann, agy, s.108, 110, 111. ve Al- Shahrastani, Kitab al-Milal, s.272, 273)

Medine ve Basra isyanlarınının bastırılmasından sonra, isyanlarla ilişkisi olduğu anlaşılan Hüseyin Züd-dema'nın oğlu (yani Zeyd'in torunu) Yahya'nın Medine'den kaçıp Ardeşir'e yerleşmiş olduğu biliniyor. Ancak Yahya burada boş durmamış, kuvvet toplamıştır. Bağdad üzerine yürüme hazırlığı içinde olduğu bir sırada halife kuvvetlerince basılıp askerleri dağıtılmış ve kendisi de bu baskında şehit edilmiştir.

Veli Baba onun hakkında Menakıbname'de (s.155) şöyle diyor:

`
`Yahya... badehu Ardeşir'e azimet ile (giderek), kendusini makaam-ı inzivaya çeküp, ruz-i şab (gece gündüz) daşra çıkmayup halktan yılandan kaçar gibi kaçardı. Kırk dört yaşında olduğu halde... bir münafıkın iğvasıyla (baştan çıkarması, kandırması), Ardeşir'den Bagdad'a yürüyüp benim üzerime huruç idecek imişsin deyü hilafet kıskanup bi-gayr-i hakk-in (haksız yere) katlettirdi. Bu sebeple şehid oldu.'' Ancak Veli Baba burada, Yahya'yı devlete karşı isyancı göstermemek ve onu temize çıkarmak(!) kaygısındandır. Onun ilk zamanlarda, yani 762'yi izleyen yıllarda, gece-gündüz dışarı çıkmaması ve halktan gizlenmesi çok doğaldı. Eğer Medine'yi zapteden halife kuvvetlerinin elinden 19-20 yaşlarındayken kurtulduysa, 15 yıl içinde Ardeşir civarında Bağdad üzerine yürüyecek bir güç sağlamış bulunmaktaydı. Belli ki durum halife tarafından haber alındı, hareket kaynağında bastırıldı. Bu olay Halife Mehdi'nin (755-775) son ve Halife Hadi'nin (776-785) ilk yıllarına denk düşebilir.''

Bu saptamayı yapınca, daha önce ileri sürdüğümüz, ``815-816 ayaklanmalarıyla ilgili olarak Züd-dema oğlu Yahya'nın katledilmiş olabileceği'' düşüncesini bırakmak gerekiyor. Zaten Şehristani'nin bildirdiğine göre ve aşağıda anlatılacağı üzere, Yahya el Ardeşir'in oğlu Umar'dan torunu Yahya da, halife Mustain (862-866) döneminde Küfe'de başkaldırmıştır.

Harun er-Reşid (786-809) döneminde de, bir başka Yahya'nın amansız takibini görüyoruz. Bu, İmam Hasan evlatlarından Abdullah oğlu Yahya'dır. Medine ve Basra isyanlarının liderleri Muhammed ve İbrahim'in küçük kardeşleri olduğu anlaşılıyor. Bu Yahya, kardeşlerinin öldürülmesinden beri aranmaktayken, kuzeni Yahya'nın Ardeşir hareketi içinde sivrilmiş olabilir.

Hareket bastırılıp Yahya el Ardeşir'in yokedilmesiyle, onun öz oğlu Muhammed Kûfe yakınlarında Aksas köyünde ailecek gizlenirken, Abdullah oğlu Yahya da aranıyordu, başına ödül konmuştu. Yahya bin Abdullah Yemen, Mısır ve Magrib ülkelerini dolaşmış, Irak'tan Horasan'a geçmiş ve orada da barınamayarak, bir süre Transoksian'da bir Türk kağanına sığınmıştı. 790 yılında Hazar denizinin güneyindeki Tabaristan'a geçerek, orada Abbasi valilerine karşı kendine güvenceye almış ve Zeyd'in ihtilalci geleneğiyle örülü Ehlibeyt İslamlığını yaymıştır.

I.IV.4. Birkaç Zeydi Başkaldırısı Daha

Biraz önceki kısaca değindiğimiz bu ayaklanmalardan ilkini, eski bir harami başı yönlendirmişti: Halife Memun'un 813'de kardeşi Emin'i yenmesi, ne barış ne de birlik getirdi. Yeni başkent yapmak istediği Merv'de bulunan Halife, kısa bir süre sonra yeni bir Zeydi ayaklanmasıyla yüzyüze geldi. Şiilikten önce Abbasi halifeliği davasına hizmet etmiş ve eski harami başı olan Ab-ul-Saraya, Cezire'de ya da Rakka'da, Abbasi hapisanelerini tanımış olan İmam Hasan evlatlarından İbrahim Tabataba'nın oğlu ve Zeydiliğin ilk büyük öğreticilerinden biri olarak değerlendirilen Kasım el-Rassi'nin kardeşi Muhammed'i tanıdıktan sonra, ayaklanmaya katıldı.

Ayaklanma çağrısı 26 Ocak 815 günü, Kûfe camisinde İbrahim Tabataba oğlu Muhammed'in adına okunan bir hutbe ile başladı. Bu çağrıya kentin Şiilerinden, çevre Bedevilerinden, Ali yandaşı eşraftan, Adem oğlu Yahya, Dukain oğlu Ebu Naim gibi Zeydici fıkıh bilginlerinden, Ebu Şaibe'nin iki oğlu Ebu Bekir ve Osman gibi birkaç gelenekçi Sünniden onların yanında olduklarına dair yanıtlar geldi. İsyancılar, kendilerine karşı Irak valisi El Hasan bin Sahl'ın gönderdiği kuvvetleri Şubat ayı içerisinde dağıttılar. Fakat Kûfe önlerinde Muhammed bin Tabataba yaralandı ve çok zaman geçmeden öldü. Ab-ul-Saraya, yeni İmam olarak Hüseyin soyundan, Zeyd oğlu Muhammed oğlu Muhammed'i seçti. O da kendisine gönderilen birliklerin başına geçti ve Kûfe'de adına para bastırarak, girişimine bir devlet örgütü biçimi verdi. Basra, Wasit, Medain ve Mekke'ye elçiler gönderdi. Sonra Bağdad üzerine yürüyüşe geçti. (Imamat du Yemen adlı Fransızca eserden kaynaklanarak sergilenmiş bu olaylar ve bilgiler için Bkz.: Henri Laoust, Les Schismes Dans L'Islam, Paris-1983, s.93-94)[1]

Bu başkaldırı da, diğer birçokları gibi, fazla uzun ömürlü olmadan bastırıldı. El Hasan bin Sahl, Horasan'ın yeni valisi ve önceden yola çıkmış bulunan Hartham'ı çağırmaktan vazgeçti. Abbasi yandaşlarının evlerinin talan edildiği Kûfe kentini geri aldı. Ab-ul-Saraya tuzağa düşürülerek yakalandı ve 815 Ekim'inde idam edildi. Yaptığı seferlerle ele geçirdiği Basra'da - ``Yakan Zeyd'' ya da ``Ateş Zeyd'' lakabıyla tanınan - Hüseyin soyundan Musa oğlu Zeyd'in ektiği tohumlar süratle bastırıldı.

Mekke'ye gönderilmiş olan temsilci Hüseyin bin Hasan el Aftas, Ab-ul- Saraya'nın ölümünden sonra, 815 Kasım'ında, o zamana kadar politik entrikalardan uzak yaşamış olan İmam Cafer'in torunu Muhammed el Dibac'ı, ``Emir el Müminin'' (İnananların Emiri) ilan etmeyi başarmıştı. Fakat Mekke halife kuvvetlerince çabuk ele geçirildi ve Muhammed El Dibac, yaşam boyu Cürcan'a sürgüne gönderildi.

Ab-ul Saraya tarafından Yemen'e gönderilmiş olan İmam Hüseyin soyundan Mekkeli İbrahim bin Musa da, kanlı çarpışmalardan sonra, ünlü bir felaketzade gibi oraya adımını atmayı başardı. El Cezzar (Kasap) adıyla tanınıp, kısa zamanda Yemen'de kendi payına düşen isyanı çıkardıysa da, bölge Abbasiler tarafından yeniden ele geçirildi.

İbrahim bin Musa'nın 815 yılı içerisindeki başkaldırısı, Zeydiliğin Yemen'de kök salması yönünde ilk girişimdir. (Birçok bölgeyi içine alan Zeydi ayaklanmalarının gelişimi ve bastırılması konusunda geniş bilgi için Bkz. Henri Laoust, agy, s.94 vd., dipnotlar 5, 6)

..............
[1] Burada hemen belirtelim ki, Zeyd ile kardeşi İmam Bakır arasındaki (Mutezile öğretisi, ve Ebubekir ile Ömer tarafından Ali'nin hilafet hakkının gasedilip edilmediği üzerine) tartışmalarda ortaya çıkan görüş ayrılıkları, her ikisinin soyundan gelenler arasında artık giderek yokolmaya başlamıştı. Zeydi imamları başlangıçta, İmam Cafer çizgisinden gelen kuzenleri Musaviyeler (Musa-i Kazım yandaşı, onun öğretisini benimseyenler) ile İslam hukuku ilkelerini üzerinde çelişmekteydiler. Ancak Zeydilerin ``İmamlıklarının sağlamlığı'' tezini kısa sürede yitirdikleri görülüyor. Onlar da, yavaş yavaş, peygamberin sahabeleri olarak tanınan kişilere (Ebubekir, Ömer, Osman...) diğer Şiilerin yaptıkları gibi hücum etmeyi kabullendiler. (Bkz. Shahrastani, Al Milal, s.272) Ehlibeyt soyluların aralarında görüş ayrılıklarının kalkması, onların ortak düşman Abbasi yönetimine karşı daha büyük güç toplamalarını sağlıyordu. Gerçekte, Muhammed-Ali soyundan gelen Ehlibeyt nesli, gerek Emeviler gerekse Abbasiler döneminde, sadece yönetim ve saray çevresi ve onların asker ve sivil hizmetlileri tarafından sevilmiyor ve yokedilmek isteniyordu. Öte tarafta Bedevisi, kentlisi, bilgini, cahili ile her kesim halk onları tutuyordu. Her yenilgiden sonra halk eğer onları kendi arasında saklayıp gizlemeseydi, Emevi ve Abbasi yönetimleri Ehlibeyt soyunu çoktan tüketmiş olurdu. Fakat büyük çapta örgütsüzlük,belki zamansız-plansız başkaldırılar onları başarısızlığa götürmekteydi.

I.IV.5. 7.İmam Musa Kazım'dan 8. İmam Ali Rıza'ya Düşünsel ve İnançsal Gelişmele

Fransız araştırmacı Henri Laoust, kitabının 80, 81 ve 82. sayfalarında, İmam Musa Kazım ve ona bağlanan inanç-düşünce akımları hakkında, Kitab al Milal, Makatil al Talibiyn, Firaq al Şia, Makalat gibi eski eserleri kaynak olarak kullanıp, bazı çağdaş yazarlardan da yararlanarak, şu özgün bilgileri vermektedir:

``745 yılında Muhammed Peygamberin annesi Amine'nin mezarının bulunduğu Al Abwa'da doğan Musa Kazım 799'da ölmüştür. İlk kez Halife El Mehdi 755-775) tarafından Bağdad'a getirtilip tutuklanan Musa Kazım, yine Medine'ye gönderildi. Daha sonra Harun Reşit (786-809) onu geri getirtip Bağdad'da hapsetti. Tutukluluk dönemi içinde ölmüştür. (Şehristani, Kitab al Milal, s.285'de, vezir Barmekid Yahya bin Halid'in hapisteki hücresinde İmam'a bir tabak zehirli taze meyve ikram edip öldürdüğünü anlatmaktadır. - İ.K.)

``İmamlık geleneği, Musa Kazım'ın zamanın en inançlı, en bilgin ve müstesna bir ermiş kişisi olduğunu bize temin etmektedir. Musa Kazım, gerek bilim ve gerek inanç derinliğiyle çok saygıdeğer bir kişi olarak Sünniliğin önünde bulunmaktaydı. Bir Hanbeli olan Ebu Hatim el Razi onu, `doğru sıfatına layık bir aziz insan ve büyük bir güvenle rehber edinilebilecek biri' olarak değerlendirir. İki tanınmış Sünni hadis toplayıcı El Tirmizi ve İbn Majah onun yardımıyla hadisler derlemişlerdir. Fakat bu yaklaşım dahi, Sünni çevrede Musa Kazım'ın yaşamını aynı nedenden sıkıntıya soktu. Hadis bilgisinde babası İmam Cafer Sadık, dedesi Muhammed Bakır ve büyük dedesi Zeynelabidin kadar yetkin değildi...

``Onun ölümü Şiilik tarihinde önemli bir işaret olmuştur. Ölümüyle birçok farklı inanç grupları çıktı: Örneğin Musa Kazım'ın öldüğü gerçeğini kabul etmeyi reddeden, yahut bu ölüme kuşkuyla bakan Vakıfiyye. Musa Kazım'ı, oğlu Ali Rıza'yı halef bilip destekleyen ve 8.İmam olarak kabul eden Katıyye, onu İsa peygamber gibi gören, ölmediğine ve beklenen Mehdi olduğuna inanan Musaviyye ve Mufaddaliyye.

``Vakıfiyye yandaşları kendi tarafında, eğilim çeşitlemelerinden güçlü bir birleşim oluşturdu. Bazan `Mamtura' (yağmurdan ıslanmış köpekler) biçiminde argo bir isimle tanıtılan Musaviyye yandaşları için Musa Kazım beklenen Mehdi olmasına rağmen, diğer bazıları için Musa ölmüştürAma çok yakında yeniden yaşama dönecektir. Zaten o, göze görünmez halde yaşamakta, ancak kendi yolunu süren müritlerinden bazılarıyla karşılaşmakta, yahut onları kabul etmektedir... Ali Rıza'ya hasım olan Beşeriyye daha da ileriye gitti: Daima hayatta, fakat gizlenmiş olan Musa Kazım, yokluğu süresince Muhammed bin Beşir'i halife tayin etmiştir. O, Musa Kazım'ın bilgi ve öğretisini yayacak, eğitimini uygulayacak ve onun inanç topluluğunun korunup gözetilmesine özen göstererek halifeliğini yapacaktı.

``Yeni isimler altında din bilginlerince kurulmuş pek çok mezheple bağı olan Katıyye'ye ilişkin herhangi bir eser günümüze kalmamıştır. Ancak Şiiliğin hazırlanmasında çok şey yaptığına hükmedilebilir. Mutezileciliği alnından vuran İnsanbiçimci Tanrısalöz'ü (theodicee anthropomorphiste) savunan Hişamiyye Hakamiyye'nin kurucusu Hişam bin el Hakam'ın (ö.814) Şii öğretisinde İmamet (imamlık, imamaloji) teorisine, bu inancın tutmakta olduğu merkezi yeri ilk veren kişi olduğu gözüküyor. Yunusiyye'nin kurucusu Abdurrahman el Kummi de (ö.824) Tanrısalöz (düşüncesini), aşırı insanbiçimciliğin (antropomorphisme) içine düşürmekle suçlanır. Hişamiyye Jawalıkiyye, kendi alanlarında Hişam bin Salim el Jawalıki'nin (ö.845) eğitimini izlediği sıralarda, Şeytaniyye, Şaytan el Tak'ın yardımıyla, Hakamıyye ve Jawalakıyye'ye borçlu olan bir doktrin oluşturdu.

Bu arada Şehristani'den kaynaklanarak, ``Musa Kazım'ı İmam tanımayan''' ve ilk İsmailiyye Vakıfiyye'nin ve dolayısıyla ilk İsmaililerin ortaya çıkışı üzerinde birkaç söz etmek gerekecek.

Bunlar, İmam Cafer'den sonra, Cafer'in düzenlediği, diğer bütün çocukları tarafından onaylanan bir vasiyetname gereğince İsmail'in imam olduğunu ileri sürmekteydiler. Ancak İsmail'in ölümü üzerinde farklı düşünceler ortaya çıktı.

Bazıları onun asla ölmediğine inanmışlardı. Onlara göre İmam Cafer, Abbasi halifelerinden çekindiğinden onun için sadece bir ölüm yaygarası koparmıştı ve bu sözde ölümün arkasından, Halife Mansur'un Medine valisi tarafından yalancı ölümün teyit edildiği bir toplantı yapmıştı.

Diğerleri için ise İsmail gerçekten ölmüştür ve İmamlık artık Cafer'in vasiyetinden yararlanan İsmail'den gelen neslin hakkıdır. Böylece onlar, İsmail'den sonra yasal imam olarak oğlu Muhammed'i kabul ettiler ve Mübarekiyye adıyla anılmaya başladılar. (Muhammed bin İsmail'in, sürgün edildiği Merv'de bir süre kaldığı sonra Demevand'dan Suriye'ye geri döndüğü bilinmektedir - İ.K.) Aralarından bir kısmı, ölümünden sonra tekrar geri geleceğine inanarak Muhammed'le kaldılar. (Bkz. Shahrastani, Kıtab al Milal, s.284) Şehristani, açıklamalarını şöyle bitiriyor:

``Yine bir kısmı için İmamet, `gizlenmiş imamlar'la ve onlardan sonra da `yetkin ve yengin' imamlarla sürmektedir. Bunlar işte Batıni adını taşıyanlardır... Üzerinde şimdi konuştuğumuz mezhep, ilke olarak ya Cafer oğlu İsmail ya da İsmail oğlu Muhammed'de İmamlar çizgisini durdurmuştur. Bunlar İsmailiyye adı altında tanınmış olanlar ve Talimiyye denilen Fatımiler'dir.''

Özellikle Dördüncü İmam Zeynelabidin'den sonra İmamet, aile kararıyla vasi tayin biçiminde varlığını sürdürmüş görünüyorsa da, taraftarlarını artırarak imamlığını ilan eden oğulların bulunduğu ortadadır. Bunların bir kısmı siyasi partiler biçiminde varlık kazanıp, güç oluşturarak doğrudan iktidara yönelik bir hareketlilik içindedir. İmam Zeyd ile başlıyan siyasal başkaldırı geleneği bunun en önemli örneğidir. İsmaililer de daha sonraları bu Zeydiler örneğini izleyeceklerdir. İncelememizin ana konusu olan bu gelenek, görüldüğü gibi Zeyd soyundan İmamlarla aralıksız sürmektedir.

Öbür yandan, yine imamların öncülük ettiği Bakıriyye-Caferiyye, Musaviyye ve bunların türevleri biçiminde gelişen, doktriner temelde (inançsal-düşünsel, felsefi) grup yahut partiler görmekteyiz. Yukarıda bunlardan örnekler vermiştik.

Daha çok düşünsel ve inanç alanında Emevi-Abbasi saray İslamlığına aykırı, heterodoks anlamda ortaya çıkan ve çok sayıda yandaş kazanan bu akımların liderleri, doğrudan başkaldıran durumunda olmamışlarsa bile, ihtilalcı İmamların yanında yer almaktan çekinmemişlerdir. Hepsi de inanç ve düşünce biçimleri üreten İmam- Filozof'lardır. Bu liderlerden Ehlibeyt soylu olmayanlar, yerine geçtiği İmamın kendisinde tezahür ettiği inancıyla ortaya çıkmışlardır, ya da onlarla ``gayb aleminde'' temas halindedirler! Hişam bin el Hakem, Yunus bin Abd ar-Rahman al-Kummi, Hişam bin Salim al-Jawaliqi vb. bunlardandır.

Halife Memun döneminde, Bizans'la sıkı ilişkiler ve İran'dan, Bizans'tan gelen Yunanca, Persçe ve Arapça bilen El Kindi'nin yönetimindeki düşünür ve yazarların çeviri çalışmaları, Abbasi sarayına aydınlanma getirmişti. Eski Yunan ve Roma-Bizans filozof ve bilimcilerinin yapıtları Arap diline aktarılıyordu. Yunan felsefesi ve özellikle ``El Şeyhi el Yunani'' adını taktıkları Plotinos'un (Yeni Eflatunculuğun kurucusu) düşünceleri, saray ve yönetim çevresindeki İslam alimleri, fıkıhçı ve mutasavvıfları statükoyu korum yönünde etkilerken, muhalif halk önderi İmam-Filozof'lar da bu etkilenmede karşıt yönden devreye girmişlerdi.

Büyük çoğunlukla Altıncı İmam Cafer Sadık ve oğlu Musa Kazım'dan sonra ortaya çıkan ve Arap yazarlarının ``aşırı Şii mezhepleri'' dediği, Sünni İslama aykırı inançlar yaratan, belirleyen İmam-Filozoflar ve onların görüşlerini geliştiren yandaşları, Alevilik inanç ve felsefesine temel kaynaklık etmişlerdir. Örneğin Hişam bin el Hakem, bu konuda çok kitaplar yazmış olan Yunus bin Abd ar-Rahman, Mugira bin Said al İjli gibi antropomorphistler, ``tanrısal cevherin insanda olduğunu'' ve ``tanrının insana benzediğini'' söylemiş ve giderek ``Tanrı-İnsan Birlikteliği'' düşüncesine ulaşmışlardır.

Şehristani, Mugira için şunları söyler:

``Mugira azimli bir anthropomorphist (insan biçimci) idi: Yüce tanrı ona göre, organları alfabenin harflerine benzeyen vücuda ve gözle görülür bir biçime sahipti. Bu tanrısal biçim, kafası üzerinde ışıktan bir taç taşıyan ve kalbi hikmet kaynağı nurdan bir insanınkine eşdeğerdi. El Mugira dünyanın yaratılışını çözmeye kadar düşüncesini ilerletti...'' (Shahrastani, agy, s.295)

Görüldüğü gibi, tanrının biçimi, kökeni ve dünyayı yaratışı üzerine düşünülmeye ve sorular sorulmaya başlanmıştı. Antik inançlar dünyasından gelen ``İnsanbiçimli Tanrı''ya tapma, ya da insanı tanrılaştırma (antropomorfizm) düşüncesi Hristiyanlık dinini etkileyip, İsa peygambere ``Tanrının oğlu'', Meryem'e de ``Tanrı anası'' (Theotokos) olarak inanılmasını sağlamıştır. İslam antropomorfistleri de o dönemler ``Ali'yi tanrılaştırmayı'', ``Ali'ye tapınmayı'' getirmişler. Buna Mugiriyye, Sabaiyye, Mansuriyye, Nusayriyye ve İshakkiyye vb. gibi inanç akımları örnek olarak gösterilmektedir. Ayrıca yine, Sünni bir dinbilimci olan Şahristani, Mansuriyye ve Nusayriyye'nin İsa ile Ali'yi tanrısal eşleştirdiğini yazmaktadır. (Bkz. Shahrastani, agy, s.292, 294, 295, 308) Çok daha sonraları, 920'lerde, bu antropomorfist (insanbiçimci) görüş Hallacı Mansur'da Enelhakk'a, ``Ben Tanrıyım''a ulaşacaktır.

I.IV.6. Halife Memun'un İkiyüzlü Siyaseti

Yeni bir Zeydi isyanına geçmeden önce Harun Reşid'in oğulları Muhammed el Emin ve Abd Allah el-Memun (813-833) arasındaki saltanat mücadelesiyle, Memun'un iki yüzlü siyasetinden kısaca sözedelim.

İki kardeşin 809'dan 813'e kadar süren mücadelesini, iki insan arasındaki rekabetin ötesinde, iki ırk ve aynı dinin iki uyuşmaz biçimi (Şiilik-Sünnilik) arasındaki bir mücadele olarak görme eğilimi vardır. (F.Gabriel, EI 2 s.449-450)

Bir yanda, Emin tarafında Araplığı ve Sünniliği temsil eden vezir El Fadl bin Rabi olup, diğer yanda Memun ve onun İranlı Şii olduğu bildirilen başveziri El Fadl bin Sahl gösterilmektedir. Ancak bu iki kardeşin saltanat rekabetini, Sünni Araplarla Şii İranlılar arasındaki mücadeleymiş gibi gösteren ve hiç gerçeğe uymayan şema, gerçek olaylar tarafından yalanlanmaktadır. (H. Laoust, agy, s.82- 83) Memun'un, Ehlibeyt soyuna, İmamlara karşı ne denli zalim olduğu, Şiilere kesinlikle hoşgörüsünün olmadığı biliniyor. Kûfe, Basra ve Mekke'deki Zeydi ayaklanması kanlı biçimde bastırıldıktan sonra, Ehlibeyt soyuna mensup bireyler saklanacak ve göçecek yer aramışlardır. Örneğin İmam Cafer'in torunu Muhammed el Dibac, 815 yılında Hazar denizinin güneydoğu kıyısındaki Curcan'a yaşamboyu sürgün edilmişti.

Memun'un Ehlibeyt soyunun taraftarı Şiilere kesinlikle hoşgörüsü olmadı. Ama, peşpeşe patlayan Zeydi isyanları, aşırı Şiiliği inanç ve felsefi yönden besleyen akımların önder ve taraftarlarının gittikçe artması, son olarak 816'da Azerbaycan'da yükselen Alevi-Mazdek kapsamlı büyük Babek ayaklanması, Memun'u fena korkutmuştu. Diğer yanda, H. Laoust'un belirttiği gibi ``yönetim katlarında ve saray sosyetesinde İranlı Şii elemanların sayısının son derecede artmış olması'', onu Sekizinci İmam Ali el-Rıza'yı ``halef'' tayin etmeye mecbur etmişti.

Memun'un Merv'de uzun süre kalıp orayı ikinci bir başkent gibi kullanması, kardeşi Emin'e karşı mücadelesinde Horasan ordularından yararlanırken İranlılardan ve Şiilerden yana bir sahte görünüşe bürünmesine yaramıştı. Oysa onun amacı, İranlı büyük toprak sahiplerini, soyluları yanına ve sarayına alıp, onlarla birlikte, Horasan ve çevre bölgelerde Ehlibeyt İslamlığının siyasal belirlenmesi olan Şiiliğin gelişmesini önlemekti.

Halife Memun, 24 Mart 817'de, uzun süredir bulunduğu Merv'de tantanalı bir törenle, ırsi varis olarak Sekizinci İmam Ali Rıza'yı ``halef'' tayin etti. Abbasilerin rengi siyahı atıp, Ali soyluların yeşiline büründü. (D.Sourdel, Le politique religieuse du calife abbaside al-Mamun (Abbasi Halifesi Memun'un Dinsel Siyaseti), REI, (1962), 27-48, El Kalkaşandi'den (Subh el-a'sha, IX, 362-366)

Zamanımıza ulaşmış bilgilere göre, zaten bu tayin, Şiiliğe katılmak anlamına gelmiyordu. İmam Rıza, kişisel konumu gözönünde tutularak (yani halifeliğe layık, Abbas ya da Ali soyundan başka biri olmadığı için) ``seçilip'' tayin edilmişti. Görünüşte iktidar, halef sorununa ilişkin hiçbir açıklama yapılmaksızın, bir İmam'a emanet edilmek isteniyordu.

Memun, bir yandan Ali soylularla Abbas soylular arasında sağlam bir uzlaşma sağlamak amacını güdüyordu. (Henri Laoust, Les Schisme dan L'İslam, s.98) Ama aslında kurnaz Halife, yaşlı ve halim selim bir bilgin olan İmam Rıza'nın kişiliğinde Şiilere kendini kabul ettirmeye ve iktidarını isyanlarla sürekli tehdit eden Ehlibeyt soyundan önderleri itaat altına almaya, imamların imparatorluğun Müslüman halkları arasındaki manevi gücünü kendi doğrultusunda politik güce çevirmeye çalışıyordu. Şu doğruydu:

``Memun kişisel değer üzerinden İmamlık kurarak, Abbasiler ve Ali soylular arasında politik uzlaşmayı denemişti..'' (D. et J.Sourdel, La Civilisation de L'İslam Classique, Paris-1976, s.170)

Ya da, İmamı kullanarak kendi soyundan imamlık kurmak düşüncesindeydi. Nitekim, henüz çocuk olan kızı Umm el Fadl'ı, İmam Rıza'nın oğlu Dokuzuncu İmam Muhammed Taki ile evlendirmişti.

Ancak, Halife Memun'un bu iki yüzlü siyaseti, Irak'ta Abbasi hanedanı mensupları tarafından ``Şiilere iktidar kapısı açan bir karar'' olarak kabul edildi ve çok şiddetli tepki aldı. Mehdi oğlu İbrahim, kardeşi Musa'yla birlikte, ``Sünnilik elden gidiyor'' diye Memun'a karşı yükselen muhalefetin başına geçti, Bağdad'ı aldı. Hatta, ``El Mubarek'' sıfatıyla halifeliğini ilan etti.

Memun'un komutanları bu karışıklığı kısa sürede bastırdılar. Kendi mensup olduğu Abbas soylulardan gelen bu tehlikeli direnişten ürken Memun, İmam Rıza'yı (5 Ekim 818'de) zehirleterek ortadan kaldırdı, siyah renge geri döndü. Peygamberin yasal halifesinin kendisi olduğunu yeniden ilan etmek gereğini duydu.

İmam Rıza'nın öldürülmesinden sonra, Ali soylular için koğuşturma ve sürgün dönemi yeniden başladı. İmam Rıza'nın bütün akrabaları Daylam (Deylem) bölgesine sürüldüler. Orada Hicaz, Irak ve Suriye'den gelmiş ve gelmekte olan Ali soylular ve taraftarları (Aleviler) ile birleştiler. (Sadıki, Les Mouvements Religieuse Iraniens in II et III.me Siecles en Iran, s.62)

İmam Hasan'ın torunlarından Yahya bin Abdullah, 790'larda Hazar denizinin güneyinde Daylam'da ve İmam Cafer Sadık'ın torunu Muhammed el-Dibac da, 815 yılında ailecek sürgün gönderildikleri Hazar'ın güneydoğusundaki Curcan'da yaşamaktaydı. Bu bölgelerde, yarım yüzyılı aşkın zamandan beri bölgeye göçen Ali soyluların yapmış oldukları Ehlibeyt İslamlığı propagandası ve Abbasi yönetimine karşı tavırlarıyla geniş taraftar bulmuşlardı. Özellikle Zeyd soyundan gelen İmamları benimseyen Aliciler, Ali ve Ehlibeytseverler giderek çoğunluk oluşturmaktaydılar.

I.IV.7. Bir Alevi-Zeydi Devleti Kurulması İçin Ortam Hazırdı

Bölgede bir Alevi devletinin kuruluşuna geçmeden önce, Irak'ta yeniden gelişip yükselen bazı Zeydi hareketlerini Şehristani'den izleyelim:

``Muhammed bin Abdullah'ın (762'de Medine'de Halife Mansur'a başkaldıran ve İmam Hasan'ın torunlarından Muhammed- İ.K.) taraftarları, ölümünden sonra aynı dizi içinde olmalarına rağmen, ayrılıklar ortaya çıktı. Bazıları Muhammed bin Abdullah'ın gerçekte öldürülmediğine, hâlâ yaşamakta olduğuna, yeryüzünü adaletle doldurmak için yeni birini destekleyeceğine inanıyordu. Kendi aralarında ölümünü kabul eden diğer bazıları ise, ona halef olarak Muhammed bin El Kasım bin Umar bin Ali bin el Hüseyin bin Ali'yi (İmam Zeynelabidin'in oğlu ve Zeyd'in kardeşi Ömer'in torunu Muhammed- İ.K.) kabul etmişlerdi. Muhammed, Talikan savaşının, Mutasım (833-842) zamanında esir edilip hapsedildiği Halife'nin sarayında ölen, baş kahramanıydı.'' (Shahrastani, Kitab al Milal, s.273)

Sözü edilen partinin bir bölüğü de, Kûfe'de ayaklanma çıkarmış olan Yahya bin Ömer'i İmam tanıyordu. Bu Yahya, Zeyd oğlu Hüseyin (Züd-dema) oğlu Yahya (El Ardeşir) oğlu Ömer'in oğlu Yahya idi. Kentte yaptığı çağrı üzerine çevresine çok sayıda partizan toplayarak isyan eden bu Zeydi önderi de, halife Mustain (862- 866) döneminde yakalanıp öldürüldü, kafası Muhammed bin Abdullah bin Tahir'e (Irak genel askeri valisi) gönderildi.

I.IV.8. Abbasi Halifeleri Türk Komutanların Eline Düşmüşlerdi

Halife Mutasım'dan sonra, oğlu ve halefi El Vatik Billah (842-847) Türk generallerinin gücünü Bağdad'da alabildiğine sağlamlaştırdı. Öyle ki, halife, Türk soylu komutan Aşna'ya sultanlık onuru bağışlamış ve askeri görevlerinin çok ötesine yayılan haklar tanımıştı. El Vatik genç yaşta öldüğünde Aşna'nın halefi Vasif, kendisine uygun gelen kimseyi tahta çıkaracak güçteydi ve yüksek sivil otoritelerle anlaşıp, Vatik'in henüz çocuk olan oğlu Muhammed'i tahta oturttu, ama sonra onun yerine amcası Cafer el Mutevekkil Billah'ı geçirmek durumunda kaldı.

Yeni halifenin ilk işi Türk soylu komutanların nüfuzunu kırmanın yollarını aramak oldu. Tahta çıkışının üçüncü yılında kendisi için Vasif'le birlikte çalışmış olan Itakh adındaki Türk komutanını uzaklaştırdı. Ali soyluların sürekli iktidar isteklerine karşı, Şafilerden destek aradı. Şafi kadı Yahya ibn Aktam'ın fetvalarıyla, Şiilere amansız bir baskı uygulamaya başladı. İmam Hüseyin'in Kerbela'daki türbesini yıktırıp, ziyaretini yasakladı. Kendisinden önceki halifelerin sarayında bilgin, çevirmen, cerrah gibi hizmetlerde bulunan Hristiyan ve Musevileri de dağıttı. Bağdad'da yeni yapılmış olan kilise ve sinagogları yıktırıp, öncekilerin Mutezile akımının etkisiyle saray çevresinde diğer dinlere gösterdikleri hoşgörüyü ortadan kaldırdı. Artık Şafiilik Abbasi sarayına egemen olmuştu. (Carl Brockelmann, History of The Islamic Peoples, s.131-132)

Mütevekkil'in büyük oğlunu halef olarak atamasına karşı çıkan muhafız komutanı Fatih bin Hakan, onun küçük oğlu El Mu'tazz'dan yana tercihini koydu. Muhammed bin Abdullah bin Tahir (Şahristani'nin sözünü ettiği, halifenin 851 yılında Bağdad'a atadığı askeri vali) bile Türk muhafız komutanlarının kuvvetini kıramadı. Halife, muhafızlarının isteklerini karşılayamadığından, 858'de Şam'a yerleşip onların nüfuzundan kurtulmayı denediyse de fazla kalamadı. Çok geçmeden, general Vasif'in Media'daki mülkünü müsadere etme girişiminde bulundu. Bunlar olurken, mirasçısıyla anlaşan El Muntasır, babasını 861 yılının 9-10 Aralık gecesi Samarra kapısının önündeki yeni El Caferi Sarayı'nda öldürterek tahta oturdu. (Carl Brockelmann, agy, s.133)

Muntasır tahtta ancak altı ay kalabildi. Kendisini güvenceye alabilmek için kardeşlerini taht üzerindeki isteklerinden vazgeçirmeye çalıştı ise de başarılı olamadı. Ali soyluları korumayı üstlenip onların yandaşlarını yanına çekmeyi denemesi de boşuna oldu.[1] Türk komutanlar zehirleyerek Muntasır'ı ortadan kaldırdılar, Mütevekkil'in yeğenlerinden Ahmet el-Mustain Billah'ı tahta oturttular. Ancak dört yıllık halifeliğinin sonlarında, varlığıyla yokluğu ayırdedilmeyen bir konuma düşünce, yükselmesini ona borçlu olan Bugha (Boğa?) ile birlikte Bağdad'a kaçmaya mecbur kaldı. Rakipleri Samarra'da Mu'taz'ı halife ilan ettiler.

Mustain'in her iki kentin ve Irak'ın valiliğine atamış olduğu Muhammed bin Abdullah, bir süre sonra muhaliflerin tarafına geçince, Bağdad'da artık tutunamayan Mustain, Ocak 866'da tahtı bırakmaya zorlandı. Aynı yılın ekim ayında Vasit kentinde öldürüldü. (Carl Brockelmann, agy, ibidem)

Halife Mutasım (833-842) ile sarayda görev almaya başlayan Türk koruma kıtaları, Türk komutanları, ağırlıklarını daha fazla duyurmaya başlamışlardı. Gerçi Mutasım, Türk komutan Afşin'i (20 yıl boyunca iki halifenin ordularını yenen ve Bağdad'ı tehdit eden Babek'i yakalayıp 837'de astırtan ve Bizans'a yaptığı akınlarda İmparator Theophilos'un (829-842) ordularını yenerek güçlenen komutan) ertesi yıl hemen ortadan kaldırmıştı. Ama sonraki halifeler, Türk asıllı saray muhafız komutanları ve paralı askerlerin elinde oyuncak olmuşlardır.

Çoğu köle olarak saraya girip komutanlığa yükselmiş olan Türk asıllı askerler, bilinçli olmasa bile imparatorluğun siyasetini belirlemede etkiliydiler. Çıkarları alacakları paraya bağlıydı. Örneğin Mustain'i alaşağı edip Mu'tazz'ı halife yapan Türk generaller, onu da dört buçuk yıl sonra - para isteklerini tatmin edemediği için - tahttan indirip, 869'un Temmuz'unda öldürdüler. (Carl Brockelmann, agy, s.133) Asker Türkler Muntasır'ın halifeliğine de sadece altı ay dayandılar. Onu yok ederek Zeyd Alevileriyle birlikteliğine engel oldular.[2]

Bağdad'da iktidara ortak olma fırsatını kaçıran Zeyd Alevileri, İmparatorluk merkezi yönetiminin karışıklığı ve zayıflaması, bu yüzden uzak bölgeleri kontrol edememesi, bölge valilerinin baskısına karşı çıkan yerlilerin de kendilerini desteklediği Hazar kıyıları ve Tabaristan'da ilk devletlerini kurdular.

I.IV.9. Bağımsız Bir Alevi Devletinin Temelleri Atılıyor

İslamiyet, Harun Reşid (786-809) zamanında girdiği Tabaristan'da, Vandad-Hormazd (Hürmüz) ve Karin oğlu Maziyar döneminde iyice yayılmış bulunuyordu.

Halife Memun'un dostluk ricasını kabul etmesine rağmen, prens Maziyar, İslam dinine sempati göstermiyordu. Memun'un 833 yılında Tabaristan'ın dağlık ve ovalık alanlarının yönetimini emanet ettiği Maziyar, kısa bir süre sonra çok sayıda Müslümanı hapse attırdı. Bunlardan bir kısmı öldü, bir kısmı da uzun zaman zindanlarda kaldı.

Denilebilir ki, yaptığı Araplara ve kendi onların dinlerini ortadan kaldırmak istemesine bir tepki gösterisiydi. Maziyar, İran din ve geleneklerine çok bağlıydı. Devlet hizmetlerini Mazdek ve Babek yandaşları gibi, Zerdüşt'e inananlara verdi. Onlar da Müslümanlara camilerini yıkmalarını buyuruyor ve yeni dinin gelişmesine engel olmaya çalışıyorlardı.

Maziyar daha sonra Amol, Sari ve Tamicha kentlerini basıp talan etti. Tamicha'nın surlarını yıkıp talan ettiği gibi, sakinlerini de kılıçtan geçirtti. Amol'dan yirmi bin Müslümanı esir alıp, Hürmüz-Abad dağlık bölgesine götürdü. Bunun üzerine halife Mutasım (833-842) bölgeye büyük bir ordu gönderdi. Horasan valisi Abdullah bin Tahir de bir diğer ordu ile bu başkaldırıya karşı sefere çıktı.

Her taraftan saldırıya uğrayan Maziyar, tutsaklar almış olduğu kentlerden haraç ve vergi istedi. Maziyar'ın bir komutanı, bu isteklerini reddeden eşraftan 260 kişiyi, konuyu görüşmek bahanesiyle tutukladı, köylülere öldürttü. Ancak aynı köylüler, hapisaneye girip köy şeflerini öldürüp, onların mal ve arazilerine el koyma buyruğunu yerine getirmeye cesaret edemediler. Bu arada halife birlikleri eyalete girmiş bulunuyordu.

Kuşatılan ve ihanete uğrayan Maziyar, 20 bin Müslüman tutsağı serbest bıraktı. Kardeşi Kuh-Yar ona ihanet etti, düşmanla ilişki kurarak Maziyar'ı Horasan birlikleri kumandanı Hasan bin Hüseyin'e teslim etti. Hürmüz-Abad şatosunu ateşe veren Hasan, Abdullah bin Tahir'in buyruğuyla Maziyar'ı, halifenin gönderdiği ordunun komutanı Muhammed bin İbrahim'e verdi. 838-9'da Samarra'ya götürülen Maziyar, ölünceye kadar kırbaçlandı. Cesedi Babek'in (ö.837) cesedinin yanına asıldı. (Bkz. Hossesin Sadıki, agy, s.60, 61, 62 ve Not: 2, 5)

840'larda Tabaristan halkının İslamlaşması hızla ilerlemekteydi. Çoğunluk Sünni İslamı, özellikle de Hanefi ve Şafii mezheplerini kabul etmişti. Ama Şiiliğin Zeydi muhalefeti hızla yayılmakta gecikmedi. Önce Amul'da, Tabaristan'ın doğusundaki Astarabad ve Curcan'da taraftar buldu. Ruyan ve Kalar'da Zeydi Aleviliği, Ali el Kasım b.İbrahim el Rasi (ö.860) taraftarları aracılığıyla yayıldı. El Kasım'ın öğretisinin (Kasımiyye) yayıcılarının başında gelen Cafer bin Muhammed Nairus Ruyan'lıydı. Daylamlılarla yakın ilişkilerinden dolayı Ruyan'dan - ki gerçekte Daylam bölgesine aitti - Zeydilik, batıya doğru, İslam toprakları dışında yaşayan Daylamlılar ve Cilitler arasında yayılmaktaydı. (W. Madelung, ``The Minor Dynasties of Nothern Iran'', The Cambridge History of Iran, Vol.IV, s.206)

864 yılında, Chalus, Kalar ve Ruyan'da, Horasan valisinin memurlarının uyguladığı baskılara duyulan hoşnutsuzluktan, açık bir ihtilal patladı. Tabaristan ve Mazanderan eşrafı ile diğer önderler Daylamlılarla bir uzlaşma yaparak, Rey kentinde yaşayan İmam Hasan soyundan El Hasan bin Zeyd'i (İmam Ali oğlu Hasan oğlu Zeyd oğlu Hasan oğlu İsmail oğlu Muhammed oğlu Zeyd oğlu El Hasan'ı), (Shahrastani, agy, s.278) davet edip, ``El Dai ila'l Hakk'' (Hakka Çağıran) ünvanıyla başa geçirdiler. Politik yetenek ve enerjiye sahip olan El Hasan bin Zeyd, Hazar Zeyd Alevi devletinin kurucusu oldu. (Bkz. W.Madelung, ``The Minor Dynasties of Northern Iran'', The Cambridge History of Iran, Vol. IV, s.206 vd. ve Carl Brockelman, agy, s.142 )

Bu devletin daha başlangıçtan itibaren uyduğu ilkeleri, bir Zeydi yazarı kaynak edinen Sourdel'ler şöyle özetliyorlar:

``Tabaristan Zeydi Devleti'nin kurulduğu 9.yüzyıldan itibaren hareket, dinsel öğreti (la doctrine theologique) kadar pratik kültürü ilgilendiren herşeyi, çok kesin durumlar dahilinde benimsemişti. Yeni otoritenin temsilcilerine gönderilmiş eğitim-öğretim ilkeleri (les instructions envoyees) buna tanıklık ederler: `Buyruldu ki, sana bağlı olanların tanrının kitabını, peygamberin hadislerini ve aynı zamanda - dinin temel öğretileri için -inananların emiri Ali ibn Ebu Talib'ten doğru olarak rivayet edilenlerin hepsini izleyecek bir düzene inanmalarında ısrar etmelisin. Ali'nin bütün inananların üstünde olduğunu açıkça itiraf ve teyit etmelerini istemelisin. Onları, (anthropomorphistleri-insanbiçimcileri- İ.K.) dinlemek kadar, mutlak yazgıya inanma durumundan da şiddetle korumalı, ancak tanrının birlik ve adaletine başkaldırmaktan da alıkoymalısın. İçinde gerçek müminlerin efendisi Ali'nin düşmanlarına destek veren, onlara ayrıcalıklar getiren hadislerin (Emevilerin uydurdukları hadisler kastediliyor. - İ.K.) nakledilmesi ve yayılmasına engel olunmalıdır...'' (D. et J. Sourdel, La Civilisation de l'İslam Classique, s. 171)

Sourdel'ler, tapınma ile ilgili olarak getirilen (örneğin namaz başlangıcında besmelenin yüksek sesle söylenmesi, cenaze namazında ``allahuekber''in beş kez yinelenmesi, abdest alma sırasında ayakkabların sığanmasının terkedilmesi gibi) değişiklikleri belirttikten sonra şu açıklamayı yapıyorlar:

``Bu dönemde Zeydi hareketi, `Ali ve Fatıma'dan gelen herhangi bir İmamı tanıma' ile tanımlanıyordu. İktidar olabilmek için silahlanıp başkaldıran kişi İmam Hasan kolundan gelmişse Hasancı, İmam Hüseyin kolundan gelmişse Hüseyinci denilmiştir. Hepsi de hem bilgi hem de inanç yönünden üstün ve yetkin kişilerdi. Hangi koldan olursa olsun Ali soyundan gelen, halef olabilirdi. Yeter ki inançlı, militan bir bilgin olsun. Yani İslam hukukunu yorumlayabilecek yetkin bir bilgin kadar, aynı zamanda bir savaş önderliği yapabilsin!'' (D. et J.Sourdel, agy, s.172)

I.IV.10. Tabaristan'da Zeydi Alevi Yönetimin Yükselişi

Hasan bin Zeyd, ertesi yıl vali Abdullah bin Tahir'in oğlu Süleyman'ın Daylam'da başlattığı bir saldırıda zorlandı. Fakat aynı yılın sonlarına doğru bütün Tabaristan'ın sahipliğini güvenceye almıştı. 867'den sonra Curcan'da egemenlik kurarken, diğer Ali soylu önderler - onun desteğiyle, geçici olarak - Rey (864-5, 867, 870 ve 872), Zancan, Kazvin (865-68) ve Kumis (873-79) kentleri üzerinde kontrol kurabildiler. Hasan, ancak iki olayda, 869'da Abbasi generali Müflih'in, 874'te de Yakub Şaffar'ın Tabaristan ve Ruyan'ı istilaları sırasında, kısa süreli Daylam'a kaçmaya zorlandı.

884'de Hasan bin Zeyd Amul'da öldüğü zaman, onun halefi olan kardeşi Muhammed Curcan'da idi. Bunu değerlendiren Abu'l Hasan Ahmed bin Muhammed (Hasan'ın kayınbiraderi) Tabaristan'da yönetimi on aylığına, Muhammed tarafından devrilinceye kadar, ele geçirdi. Muhammed bin Zeyd, Halife Mütevekkil (847-861) döneminde yıktırılmış olan Ali'nin ve Hüseyin'in türbelerini onartarak, her yerde Şiilerin büyük ilgisini topladı. Ayrıca kendi egemenlik alanı dışındaki Ali soylulara hediyeler gönderip, onları yanına çekmesini bildi. (W.Madelung, The Cambridge History of Iran, Vol.IV, s.206)

891-93 yıllarında Horasan'ın kontrolunu elinde bulunduran Rafi bin Harthama, Tabaristan'ı ele geçirip, Muhammed'in son sığınağı Gilan ve Daylam bölgelerinin içlerine dek sokuldu. Ancak Abbasi halifesinin, rakibi Amr bin Aws'ı Horasan valiliğine ataması üzerine, Muhammed bin Zeyd ile barış yapmak durumunda kaldı. Tabaristan'daki zararları karşıladığı gibi, Muhammed'e ittifak güvencesi de verdi. 896'da kısa bir süre için işgal ettiği Nişabur'da Muhammed bin Zeyd adına hutbe okuttu. Muhammed, 900 yılında Horasan'ı fethe çıktıysa da yenildi, Muhammed bin Harun Saraşi emrindeki Samani ordusu tarafından Curcan'da öldürüldü. Oğlu ve halefi olan Zeyd Buhara'ya götürüldü. Böylece Tabaristan'ın hakimi Saraşi oldu. (W.Madelung, agy, s.207)

Tabaristan, Samanoğlu İsmail'in yönetimine girince, bölgede Sünnilik restore edildi ve Zeydi rejiminin kurbanlarına cömertçe teselli bağışları yapıldı. Daylamlılar, Alicilerin yönetimini birkaç kere - ya onlara sığınak vererek ya da ellerinden çıkmış krallıklarını yeniden elde etmek için yardımda bulunarak - kurtardılar.

Bu dönemde Daylam toprakları, batıda Chalus ırmağından sahil boyunca Gavarud dolaylarına kadar, dağlık alanlarda da Safidrud vadisine kadar genişledi. Daylamlılar Elburz dağlarının güney yamaçları boyunca, tepeler zinciriyle Kazvin ovasından ayrılan Şarud havzasını işgal ettiler. Safidrud deltası civarındaki düz araziler ise Cilitler tarafından işgal edildi.

Daylamlılar ve Cilitler, Pers çoğunluğunca anlaşılamayan bir diyalekt konuşuyorlardı. Kabilelere bölünmüşlerdi. Siyasal otorite, kalıtım temeli üzerinden kabile şefleri tarafından kullanılırdı. Daylam krallarından bir hanedan, Justaniler olarak bilinmekteyse de, otoritelerinin kendi oymaklarının dışına ne kadar yayıldığı konusunda açık bilgi bulunmamaktadır.
Bu dönemde Daylam toprakları, batıda Chalus ırmağından sahil boyunca Gavarud dolaylarına kadar, dağlık alanlarda da Safidrud vadisine kadar genişledi. Daylamlılar Elburz dağlarının güney yamaçları boyunca, tepeler zinciriyle Kazvin ovasından ayrılan Şarud havzasını işgal ettiler. Safidrud deltası civarındaki düz araziler ise Cilitler tarafından işgal edildi.

Justaniler Şahrud havzasında, vadinin bir kenarındaki Rudbar kentinde otururlardı. Bu hanedana ait bir kralın 860-61'lerde Alamut kalesini kurduğu söylenir. Justan hanedanının kökeni bilinmemektedir. Kaynaklara göre, bunlardan biri İmam Hasan'ın torunlarından Yahya bin Abdullah'a 792'de sığınma hakkı vermiştir. Bir başka kaynağa göre de Harun Reşid, 805'de Rey'i ziyareti sırasında Daylam kralı Marzuban bin Justan'ı kabul etmiş, onu hediyelerle uğurlamış. Yine Hasan bin Zeyd'in Kalar'a gelişi sırasında Justan'ın torunu, yani Marzuban oğlu Vahsudan, ilk önce onunla ittifak sözleşmesi yapmış, ama daha sonra desteğini çekmiştir. Halefi Hurşid de düşmanca davranışlara girmişse de, Alevi lider Hasan, onun Daylamlılar arasında nüfuzunu nötralize etmiş ve gerek kendisine, gerekse Muhammed bin Zeyd'e çok önemli hizmetlerde bulunmuş olan Justan bin Vahsudan'ı tahta geçirmiştir. (W.Madelung, agy, IV, s.208)

Cilitler'e gelince, dikkate değer olmayan bir kaynağa göre, bunlardan Şahanşahvand kabilesinden krallar tanınmaktadır ve Lahican'ın kuzeyinde Dakhil bölgesinde oturmaktaydılar. Ancak bunlarda krallık kalıtımsal değildi, klan içinde bir başkasına geçebilir ve hatta bir başka kabileden biri yönetimi getirilebilirdi. Cilitler'in ilk kralı olarak zikredilen, Tirdah (Harusindan'ın babası), Hasan ve Muhammed bin Zeyd'in çağdaşı olmalıdır.

Daylamlılar arasında Zeyd (Aleviliği) davası, bir diğer Ali evladı Nasır el Hak el-Hasan b.Ali el-Utruş tarafından ilerletildi. İmam Zeynelabidin'in oğlu (Zeyd'in kardeşi) Ömer'in torunlarından olan bu kişinin babasının amcası El Kasım oğlu Muhammed'den daha önce sözetmiştik. ( Bakınız: Bölüm I.IV.7) Daylamlıların kralı Justan bin Marzuban, Muhammed bin Zeyd'in öcünü alacağına ve Tabaristan'ı yeniden ele geçirmede kendisine yardım edeceğine söz vererek, Hasan bin Ali el-Utruş'u (Arapçada ``utruş'' sağır anlamına gelir) çağırdı.

Rey'e giden El-Utruş'la Marzuban'ın, birer yıl arayla (902-903) ortaklaşa düzenledikleri iki sefer de başarısızlıkla sonuçlandı. Daha sonra El-Utruş, Justan'dan ayrılıp, Elburz dağlarının kuzeyindeki Daylamlılar ve Cilitlere yöneldi. El-Utruş, iç kısımlarda yaşayan Daylamlıların çoğunu ve Safidrud'un doğusundaki Cilitleri Ehlibeyt İslamlığına (yani Zeydi Aleviliğine) çevirdi. Onu ``El Nasir li'l- hakk'' (Hakkın Yardımcısı) ünvanıyla kendilerine imam olarak kabul ettiler.

Onun bellettiği Zeydiliğin yasal ve inançsal öğretisi, daha önce El Kasım b. İbrahim'in (ö.860) Ruyan'da ve komşusu Daylam'da va'zettiği Zeydi öğretisinden bir dereceye kadar farklıydı. Bu farklılıklar, sonraları El Utruş'un kurduğu Nasiriyye ile Kasimiyye Zeydi öğretileri arasında bağnazca çelişkilere dönüştü.

El Kasım'ın torunu Yahya el Hadi ila'l-hakk'ın Yemen'de bir Zeydi devleti kurduğu 897'den sonra, uyuşmazlık zaten geniş içerik kazanmıştı. O ve halefleri, orada El Kasım'ın öğretisini geliştirdiler. Böylece Hazar çevresinde Kasimiyye öğretisi, Yemen Zeydi imamlarına liderlik ve rehberlik etmeye yöneldi. Bu arada El Hadi, Tabaristanlılar'dan, - çoğu Ruyan'dan - esaslı askeri yardım elde etmişti. (Bkz. W.Madelung, agy, IV, s. 209, Shahrastani, Kitab al Milal s.272, Not: 223, 278)

Bir çatışmada Justan'ı kendisine bağlılık yeminine zorlayan El-Utruş, 914 yılında Tabaristan üzerine bir sefere çıktı. Abu'l Abbas Suluk komutasındaki Samani ordusunu, Chalus'un batısında Burrud nehri üzerindeki Burdidah'ta bozguna uğrattı ve Amul'u işgal etti. Ertesi yıl yinebir Samani saldırısı karşısında Chalus'a çekilmeye zorlandıysa da, El-Utruş, kırk gün sonra onları püskürttü ve Tabaristan'ı geri zaptetti. Curcan'a da geçici olarak egemen oldu. Amul doğumlu Sünni tarihçi Tabari, ``halkın, yönetim ve adalet dağıtımı bakımından El Utruş'unki gibisini asla görmemiş olduğu''ndan söz ediyordu. (Tabari, Tarih-u' Rusul wa'l-Muluk (Peygamberler ve Ülkeler Tarihi, Vol.3, s.2292)

El-Utruş 917'de öldü. Ona bağlı Daylamlılar ve Cilitler, daha sonraki yüzyıllarda Amul'daki türbesini hac yeri yaptılar. Onun soyundan gelenlere, El-Nasır adının onuruna, hep sevgi ve saygı gösterdiler. El-Utruş, hayattayken, İmam Hasan soyundan ve ordularının komutanı olan Hasan bin El-Kasım'ı kendine halef tayin etmişti. Bu nedenle o ölünce oğlu Abu'l Hüseyin Ahmed, El-Hasan'ı Gilan'dan çağırıp, saltanatı kendi eliyle ona teslim etti. Ama bu tutum, tahtı zorla El Kasım'ın elinden alma niyetiyle Amul'dan harekete geçen kardeşi Abu'l Kasım Cafer tarafından şiddetle kınandı.

``El Dai ila'l Hakk (Hakka Çağıran)'' hükümdarlık sıfatını alan El- Hasan bin El-Kasım, Bavandi Şarvin'i ve Karini Şahriyar'ı daha fazla vergi vermeğe zorladı ve Curcan'ı fethetti. Tabaristan halkı onu, özellikle Daylamlı askerleri sıkı kontrol altında tutmasından ötürü çok sevmekteydi. Bir süre sonra Abu'l Hüseyin Ahmed, ``Dai''yi terkedip Gilan'daki kardeşi Cafer ile birleşti. 919'da Abu'l Kasım Cafer, Dai El-Hasan'ı yendi ve Amul'da yönetimi ele aldı. İki kardeş Curcan'ı işgal ettiler. Karini beyi Muhammed bin Şahriyar'a sığınan Dai, 7 ay sonra Gilan'dan topladığı bir orduyla Tabaristan'a döndü ve Ahmed'i Astarabad yakınında yendi. Ama kendisi ile anlaşarak Ahmed'e kendi adına Curcan'ı yönetme ayrıcalığını bağışladı.''

I.IV.11. Bölgede Alevi Yönetimin Ortadan Kaldırılması (921-931)

921 yılında, Dai El-Hasan bin El-Kasım'ın generali Layla bin Numan (``Numan'', Arapçada kan demektir. Layla'nın babasının asıl adı Şahdust idi - İ.K.), kral Tirdah'ın halefi olarak Cilitler'in başında bulunuyordu. Emel Esin'in ``Samani'lere karşı başkaldıran Alevilerin önderi'' dediği (Eren, "Les Dervis Heterodoxes Turcs d'Asie Centrale et le Peintre Surnomme `Siyah Kalem' '', Turcica, XVII-1985, s.9) Layla bin Numan, kısa sürede Damgan'ı, Samani başkenti Nişabur'u ve Merv'i fethetmişti. Sonradan bir Samani ordusu onun birliklerini yendi ve kendisini öldürdü. Yenilmiş ordu Curcan'a dönerken, bir grup Daylamlı ve Cilit, Dai El-Hasan bin El-Kasım'ı öldürmek için bir suikast düzenlemişti. Bunu haber alan Dai derhal Curcan'a geldi, aralarında Cilitler'in Layla b.Numan'dan sonra kral tanıdıkları Tirdah'ın oğlu Harusindan'ın da bulunduğu suikastçı yedi kişiyi öldürttü. Bu Cilitler ve Daylamlılar arasında büyük hoşnutsuzluğa yol açtı. (W.Madelung, agy, IV, s.210, İbn Fadlan, Voyage Chez les Bulgares de la Volga, 1983-Paris, s.9-10)

925 yılında Cafer ölünce Daylamlı önderler Ahmed'in oğlu Abu Ali Muhammed'i Amul'da tahta oturttular. Ali soylu yöneticiler arasındaki kavgalar, Daylamlı ve Cilit şefleri elinde gittikçe büyüdü. Bu şeflerden Makan bin Kaki ve Asfar bin Şiruya onları kendi mücadelelerinde kukla olarak kullandılar. Makan'ın ilk önerilerini yanıtlamayan Dai El-Hasan bin El-Kasım, sonradan Gilan'dan gelip onunla birleşti. Tabaristan'ın yönetimini eline aldı. 928 yılı içinde Makan'la birlikte geniş bir sefer düzenledi, Rey'i ve Kum'a kadar Jibal eyaletini fethetti.

Samani'lere bağlı olarak Curcan'ı yöneten Asfar, onların yokluğunu fırsat bilip Tabaristan'ı istila etmişti. Dai, Amul kale kapısında Asfar'la karşılaştı. Samanilerin hizmetindeki Mardevij bin Ziyar (Harusindan'ın yeğeni) tarafından ölümcül biçimde yaralandı. Mardevij böylece amcasının öcünü almış oluyordu. Daha sonra Asfar Makan'ı yendi ve Makan Daylam'a çekildi.

Zeydi inancı Daylamlılar ve Gilitler arasında hâlâ kuvvetliydi. Asfar'ın Amul'daki Daylamlı valisi, Abu Cafer el-Nasır'ı İmam koltuğuna oturttu. Ancak Asfar, çok koyu Sünni olan Samani efendisi Nasr bin Ahmed'in itirazı üzerine Abu Cafer'i tutuklayıp, diğer birkaç Ali soyluyla birlikte Buhara'ya sürgüne gönderdi. 930 yılında Makan bir kere daha Tabaristan, Curcan ve Nişabur'u fethetti. Bu arada, Tabaristan'da görevli bıraktığı kuzeni Hasan bin el-Firuzan başkaldırdı ve üvey kardeşi İsmail'i yeniden imam makamına geçirdi. Ama Abu Cafer'in annesi onu zehirletti. Buhara'da Nasr b.Ahmed'e karşı bir başkaldırı olunca Abu Cafer hapisten salındı, Asfar'a isyan edip Rey kentini ele geçirmiş olan Mardavij bin Ziyar'ın desteğini kazandı.

931 yılında Mardavij onu bir orduyla Tabaristan'ı Makan'dan geri almaya gönderdi, fakat bu ordu yenildi. Daha sonra Mardavij'in kardeşi ve halefi Vuşmgir onu Amul'a vali olarak yerleştirdi. Rey'in Buyidlerden Rükn ed-Devle tarafından 943'de alınmasından sonra Abu Cafer, siyasi bir otoritesi olmaksızın orada oturmaya geldi. Bu tarihten sonra Ali soylu Zeydi Alevilerin Tabaristan'da egemenliklerini yeniden elde etmeleri artık mümkün olmadı. El-Utruş'un soyundan gelenler, türbesinin bulunduğu Amul'da büyük nüfuz ve varlık sahibi olarak kaldılar ve gerek Buyid ve gerekse Ziyari'lerin bölgedeki hakimiyetleri altında bile kendi şehirlerinin defalarca valiliğini yaptılar. (W.Madelung, agy, IV, s.210- 212)
..........

[1] Son bilgilerden anlaşıldığına göre, Şahristani'nin anlattığı üzere, Kûfe'de yandaşlarıyla baş kaldıran Zeyd oğlu Hüseyin Züddema'nın torunu Yahya, Halife Mustain'in ilk yıllarında (862-863) yakalanıp öldürülmüştür. Babasını 861 yılı sonunda öldürterek halife olan Muntasır'ın, öbür kardeşi Mu'tazz'ı tutan Türk komutanlarına karşı kendini güvenceye almak için desteklediği Yahya'nın yandaşı olan bu Zeydi Alevileri olmalıdır. Başkaldırının nasıl başlayıp geliştiğine dair geniş bilgimiz yoktur. Ama Zeyd ve soyundan gelenlerin isyanları içinde, merkezi iktidarı ele geçirmeye ya da ona ortak olmaya en fazla yaklaşanı bu olsa gerektir.

[2] Memun'un Ali soyundan gelenlere yaklaşma siyaseti, Alici hareketleri kontrol altında tutmak ve giderek Şii muhalefeti yoketmekti. Muntasır ise, şahsını ve hilafeti güvenceye almak için onları yanında tutmak istiyordu. Zeydi Alevileri bu tarihsel fırsata kavuşamadılar. Ertesi yıl, Mustain'in atadığı, ama sonradan onu tahttan indirenlerle birlik olan Irak valisi Tahir'in torunu Muhammed tarafından ezildiler.

I.V Ehlibeyt İslamlığının Zeydiler Aracılığıyla Türklere Geçişi Ve Türkler Arasında Bugünkü Anlamda İlk Alevi Kavramı

...........

Hazar denizinin güneyinde Tabaristan'da, batı kesimlerinde Daylam'da kurulan Zeyd-Alevi devletinin doğuda Curcan'da ve Dihistan'a doğru nüfuzu artmış, Oğuzlarla da ilişkiye geçmişlerdi. Emel Esin, ``zaten kullanılmakta olan terime göre, `Alevi' merkezine dönüşen Tabaristan'daki devlet'' (Au Tabaristan un Etat qui devint un centre `Alawi', selon le term deja en usage) dediği bu Alevi devletinin egemenlik alanı içinde çok sayıda Türk bulunduğunu İbn ul-Athir'den (Esir) kaynaklanarak belirtmiştir. (Turcica, XVII, s.9, dpnt.7)

Yahya bin Zeyd'in 743'de ve Horasanlı Ebu Müslim'in 745-746'daki başkaldırılarında, çok sayıda Türk-Türkmen boyunun onların yanında yer aldığı bilinmektedir. Harun Reşid'in amansız takibine uğrayan Yahya bin Abdullah'ın (İmam Hasan'ın torunu) 790'da Horasan'dan Transoksian'a geçerek bir Türk hakanına sığındığı ve onun gizlice İslamlığı kabul ettiğini, daha önce söylemiştik. Karluk (Türkleri) Yabgu'sunun 780'lerde İslamlığı kabul ettiğini Yakubi adlı tarihçi bildirmektedir.

Tabari ve Yakubi tarihlerinde, Yahya bin Abdullah'ın bu bölgeyi dolaşmasından onbeş yıl sonra yükselen, Şii karakterde bir başkaldırıdan sözedilir. Rafi bin Layth adındaki kişi, 743 yılında Zeyd oğlu Yahya'nın isyanını bastıran Horasan valisi Nasr bin Sayyar'ın torunuydu. 806'da Semerkand'da karargah kuran Rafi, Yakubi'ye göre, ``Sas (Taşkend), Fergana, Hocanda, Usrusana, Saganiyan, Buhara, Harizm, Huttal sakinlerine birer çağrı yaptı''. Saslı Türk beylerinin kuvvetlerinden, ``Harluhiyya (Karluk) Türklerinden'', Tokuzguzlardan (Dokuz Oğuzlardan) ve Tibet'ten kuvvetler, çağrıya uyarak Semerkand'a geldiler ve Raif'e katıldılar. Raif'in ayaklanması 809'da bastırıldı ve İslam olmayan Türk birlikleri Semerkand'dan çekildiler. (Emel Esin, Turcica, XVII, s.10-11, Not:12)

I.V.1. Karahanlılar, Devletleşme Sürecinde Alevilikten Sünni İslama Geçtiler

Karahanlılar Devleti, Siri Derya'dan (Seyhun) Tiyenşan dağlarına uzanan bozkırlarda yaşayan Türk kabileleri federasyonundan çıkmıştır. Karahanlıların çekirdeğini Karluk boyunun ve ona bağlı Yağma, Tukhsi ve Çıgıl gibi halkların oluşturduğu görülür. Bununla birlikte son zamanlarda bazı İslam kaynakları bu hanedanı İlig Hanlar'a ve çeşitli konfederasyonlara bağlıyor. (W.Madelung, The Cambridge History of Iran, Vol. V, s.5, 6).

Bir Zeydi-Alevi hareketi olan Rafi başkaldırısında (807-809) yer almış Karluk Türkleri yöneticisinin 780'den sonra İslamı kabul etmiş olduğunu Yakubi'den öğreniyoruz. Sonra, İmam Hasan'ın torunlarından Yahya'nın onların arasında gizlendiğini ve Ehlibeyt İslamlığını yaydığını biliyoruz. Yine, Yahya'nın kuzenlerinden, Zeyd-Alevi devletinin kurucusu Hasan bin Zeyd'in torunu Zeyd bin Muhammed, 900 yılında Buhara'da yaşamaya zorlanmıştı. Onun orada inançlarını gizlice Türkler arasında yaymış olması olasıdır.

Bunların ışığında, ``Karluk Türklerinin Sünni olduklarını'' söylemek olası değildir. Durum böyle olunca ve Karahanlıların çekirdeğini de Karluklar oluşturduğuna göre, ``Türkler 10.yüzyılın ortalarında topluca İslam dinine geçtiler'' görüşünde niye ısrar ediliyor?

Gerçek o ki, onlar Ehlibeyt İslamlığından, Emevi-Abbasi İslamlığına (Sünniliğe) geçtiler.
Sünni tarihçilerden Prof.Dr. Erdoğan Merçil, Karahanlıların 960'larda ``toplu halde İslama geçtikleri''geleneksel öyküsünü kabul etmekle birlikte, hanedanın İslamlaşmasını 944-5 tarihine götürmektedir. Profesör Merçil'in bu olayı Satuk Buğra Han'ın Kadir Han Oğulcak'la (Harun Buğra Han da denir, amcasıdır) taht mücadelesine bağlaması doğrudur. Ancak arkasından Merçil, ``Satuk Buğra amcasına karşı taht mücadelesini kazandıktan sonra İslamiyeti resmen kabul etmiştir. Bu olay Batı Karahanlıların din durumunu değiştirdi. Satuk Buğra Müslüman ismi olarak Abdülkerim'i almıştı'' diye zorlama bir açıklama getirmektedir. (Prof.Dr. Erdoğan Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, Ankara-1991, s.19-20) Oysa aynı sayfada Merçil, Satuk Buğra Han'ın bu mücadelede - Karahanlıların amansız düşmanı olan ve başkent Taraz'ı ele geçirip devleti dağıtan - koyu Sünni Samanilerin yanında yer aldığını da yazmaktadır. Demek ki topluca Sünni İslama geçilmişti.

Satuk Buğra, prensliği sırasında, Taraz'ı işgal etmiş olan Samanilerden Ebu Nasr adlı bir prensle ilişki kurup onlara yaklaşmaya başladı. Zeydi Alevileriyle sürekli mücadele içinde, onları ortadan kaldırmak için bütün güçleriyle çalışan ve Abbasi halifesinin sadık bağlaşığı Sünni Samanilere destek verdi. Mensup olduğu Türk boylarından çoğunun Zeyd Alevisi olmasına rağmen, Satuk Buğra, Horasan Samanilerinin başkenti Nişabur'u ve daha bir çok kentleri ele geçirmiş olan Dai El Hasan'ın kumandanı Alevi Layla bin Numan'a karşı Samanilerin yanında savaştı (921). Böylece, saltanat için, Karahanlı devletinin halklarının ve inançlarının düşmanı olan Samani Nasr bin Ahmed ile işbirliği ederek, Sünni İslam dünyasını arkasına almış, Samanilerin ve dolayısıyla Abbasilerin güvenini kazanmış oluyordu.

Sünniliği benimseyen Satuk Buğra, iktidarı ele geçirdikten sonra Abdülkerim adını alarak Sünni İslamı kabul ettiğini resmen ilan etti. Hakkında yazılan, ya da yazdırdığı Tezkire-i Satuk Buğra Han adlı menakıbnamede, kendisine rüyasında peygamberin göründüğü ve ona, ``Müslümanlığı Ebu Nasr Saman'la görüşüp, ondan öğrenmesini söylediği'' yazılıdır. Sonra uzayıp kısalan kılıcıyla cihada başlamış ve ``Müslüman olmayı reddeden'' amcası Harun Buğra'yı öldürüp yerine geçmiş... (A.Yaşar Ocak, Kültür Tarihi Olarak Menakıbnameler, Ankara-1992, s.43-44)

Bu menakıbname, Sünni Satuk Buğra'nın kendi halkına ve o halkın inancına ihanetinin bir çeşit kılıfı ve kendini temizi çıkarmasıdır. Heterodoks İslamlığı ``sapıklık, zındıklık'' sayan ve kafirlikle eşdeğer gören Samani-Abbasi Sünniliğine saltanat çıkarı uğruna geçmiş olan Satuk Buğra Han'ın, adı geçen menakıbnamede ``kerametler gösteren bir veli'' hüviyetinde gösterilmesi, önceden Alevi inanç ve geleneklerini yaşadığını, o kökten geldiğini, yani dönekliğini gösterir.

Ayrıca Yusuf Has Hacib'in, Tavraç Buğra Han'a 1069'da yazıp sunduğu, devlet yönetimine ilişkin Kutadgu Bilig (Kutlu Bilgi) adlı yapıtında, ``Aleviler birle katılmak ayur (Alevilerin birlikte katılmasını öğretir)'' başlığı altındaki bölüm, Karahanlılar devletinde, bu olaydan yüz yıl sonra bile Alevilerin hatırı sayılır varlığının ve saygınlığının kanıtıdır.

I.V.2. Arap Gezgini İbn Fadlan'ın Anlattıkları

Bu dönemlerde, yeni dini - İslamlığı - önder durumundaki hakanın, kağanın ya da yabgunun kabul etmesi, onların kişisel çıkarlarıyla birlikte, siyasi iktidarı sağlama alma ihtiyacına, yani yönetici sınıfın çıkarlarına bağlıydı. (Bazen de, seyrek olmakla birlikte, Müslüman olmuş bir Türk boyu önderi, bu dini terkedip eski dinine dönebilirdi. ``İsteyerek'' Sünnilikten Şiiliğe, Şafiilikten Hanefiliğe topluca geçmeler, iktidarın sürekliliğini kazandıracak ekonomik ve siyasal koşullar gereği; yönetici ve savaşçı üst sınıfın, karın tokluğuna çalışarak kendi yaşam gereksinimlerini ve silahlarını sağlayan alt sınıflara, üretici halk tabakasına ağır baskıları dolayısıyla sık görülen olaylardandı.

Değişik göçebe/yerleşik Türk boylarına konuk olup onları İslama çağıran Arap misyoner İbn Fadlan, üç yıl boyunca Aral gölünün ötelerine, Volga nehrinin kaynağına yakın yerlere kadar dolaşmış ve Türkler hakkında oldukça ilginç, özgün bilgi vermiştir. 921 yılında Layla bin Numan'ın öldürüldüğü çarpışmalardan az bir zaman sonra, halifenin adamı olduğu anlaşılmasın diye kervanın içinde kılık değiştirerek savaş alanlarını geçip Nişabur'a girmiş olan İbn Fadlan'ın, (921- 924) Hazar denizi kıyılarının doğusunu dolaşırken karşılaştığı ilginç bir olay vardır. Curcan bölgesinde (bu bölgenin Ehlibeyt soyundan gelenlerin sürgün yerlerinden olduğunu unutmayalım) karşılaştığı bir Türk (Oğuz) kabilesinin şeflerinden Genç İnal'ı İslam dinine girmeye razı eden İbn Fadlan aynı yere tekrar döndüğünde, onun İslamı terketmiş olduğuna tanık olur. Kabilesi ona ``eğer İslam dinine geçersen, bizim şefimiz olamazsın'' demiştir. (İbn Fadlan, agy, s.9, 10, 23-24)

Burada, Geç İnal'ın yeni kabul ettiği dini terketmesi, İbn Fadlan'ın ifade ettiği gibi ``toplumun istememesi''nden değildi. İnal'ı kendilerine kağan seçen, o toplumun diğer şefleriydi. İnal'ın Müslümanlığı, bu şeflerin, aileleri, yakınları ve savaşçılarıyla oluşturdukları üst sınıfın çıkarlarına ters gelmişti. Öztörelerle yönettikleri, çalışmak ve üretmek için yaşayan ve kendilerini yaşatan toplumda, ``mutlak tek tanrı iktidarı'', kendi iktidarlarını zayıflatıp, yoketmeye adaydı. Sünni İslamın getirdiği bir dizi yasak, bozkır yaşamına ve sürekli hareket halindeki konar-göçer yaşam koşullarına aykırı, engelleyici olan ``beş vakit abdest-namaz, bir ay oruç, hac'' kuralları, alt sınıfları başka arayışlara yönlendirecek ve statüko bozulacaktı. Böylelikle beylerin, kağanların sınıfsal çıkarları altüst olacaktı.

Ehlibeyt İslamlığı Alevilik ise kabile toplulukları, boylar arasında daha rahat kabul görmüş, yeni inancın kendi öztöre ve inançlarına yakınlığı, yaşam düzenlerine aykırı olmayışı onları Aleviliğe çekmiştir. Şeflerle alt sınıfların çıkar çelişkilerini dengede tutmuş ve onları birbirine yakınlaştırmıştır. Konfederasyonların barış içinde yaşamalarına yardımcı olmuştur. İbn Fadlan, İslam dinine geçmiş başka bir Türk topluluğundan sözederken şöyle diyor:

``Onların `allahtan başka tanrı yoktur, Muhammed onun elçisidir' dediğini duydum. Bu nedenle buralardan Müslümanların geçtiklerini anladım. Fakat bu söylediklerine (kelime-i tevhid) içtenlikle inanmıyorlardı. Eğer aralarından biri, bir adaletsizliğe kurban gitse ya da birinin başına kötü birşey gelse, kafasını göğe doğru kaldırıp `bir tengri' diye sesleniyor.'' (İbn Fadlan, agy, s.19)
Görüldüğü gibi, İbn Fadlan, Türklerdeki göktanrı inancı dolayısıyla, onların ``hemen tek tanrılı din olan İslamlığa (Sünniliğe) geçtikleri''ni söylemiyor. Tam tersine, onların Sünni İslamı pek benimsemediklerini ve kelime-i tevhidi, iş olsun gibilerden kullandıklarını vurguluyor. Bugün bile köylerde, İbn Fadlan'ın sözünü ettiği kötü durumlara düşmüş biri, kafasını göğe kaldırıp ellerini açarak ``tanrım birsin, teksin tanrım'' demektedir.

İbn Fadlan, Türkler arasında yılanlara, balıklara ve turna kuşlarına tapan topluluklar bulunduğunu anlatıyor. Anlattıklarının belki de en ilginci Volga ile Ural dağları arasında yaşayan Başkırtların komşularından, ``Türklerin en kötüleri'' diye nitelendirdiği topluluktaki yaygın inançtır. (İbn Fadlan, agy, s.31) Buradan da antik Grek ve Roma dönemleri Ege-Akdeniz dünyasında yaygın olan Priapos-Phallos kültü benzerinin eski Türkler arasında da yaşadığını öğrenmiş oluyoruz.

I.V.3. Coğrafyacı Abu Dulaf'ın (941-942) Anlattıklarına Kulak Verelim

Hazar denizinin güneyinde ve doğusunda, İran'ın kuzeyinde, Ortaasya bozkır ve kentlerinde yaşayan çok sayıda Türk toplulukları Ortodoks ya da Heterodoks İslamlıkla karşılaştıklarında, çok çeşitli dinlere mensuptular. Budizm, Zerdüşt-Mazdek, Manikheizm, Nestorianizm-Hristiyanlık, Musevilik'ten tutunuz, Şamanizm, Çoktanrıcılık-Doğa güçlerine inanma, Fetişizme ve Animizm'e kadar geniş inanç yelpazesi altındaydılar. Bu yelpazenin tümüyle kalkması birkaç yüzyılı alan bir süreç içinde gerçekleşti. Yani, resmi Türk tarihlerinin yazdığı gibi ``Türkler 10.yüzyılda toplu halde İslam dinine'' girmediler.

Heterodoks İslamlık, Emevi ve Abbasi Orthodoks İslam yönetiminin ezeli muhalifi Ali soyundan gelenler ve yandaşları tarafından - mutasavvıflar da buna dahil - taşınmış, yerleşik ve göçebe Türk toplulukları arasında Ehlibeyt-Ali inancı, yani Alevilik olarak geniş kabul görmüştür. Bu yeni inançla karşılaştıklarında, hakan, kağan, yabgular başkanlığındaki Türk toplulukları federasyonlar halinde, öz-törelerle yaşıyorlardı.

Ortodoks İslam yayılmacılığında ise, bu toplulukların özyaşamlarıyla kesin olarak çelişen bu din, baskıcı ve ezici bir unsur olarak halklara dayatıldığından, Sünni İslam iki yüzyıl boyunca reddedilmiştir. Karahanlı (Hakani Türk) hanedanının 960'da Sünni İslama geçişi, federasyonlardan merkezi devlet oluşturma aşamasında, Abbasi Sünni İslam İmparatorluğunun desteğine erkini dayatma istemiyle, halk topluluklarını, konfederasyonun diğer üyelerini ezerek egemen güç olma istemiyle üstüste düşmekteydi. Böylece Sünni islam yönetici sınıfın, Karahanlı hanedanının dini oldu. 12. yüzyılın başlarında "İslamın kılıcı" unvanını alan, ``Büyük Selçuklular Devleti'' de aynı süreçlerden geçmişti.

Emel Esin, birçok konuya değindiği geniş makalesinde, Ortaasya Türk topluluklarının resim sanatı üzerinde durmakta ve önemli örneklemeler vermektedir. Bizi burada ilgilendiren ilk ``Alevi Türkler'' betimlemesidir.

Makalede, arkeolojik kazılarda ele geçirilen mezar heykelciklerinin ya da insan resimlerinin ve minyatürlerdeki figürlerin ortaya koyduğu tiplemeler, 10. yüzyıl Arap gezgini Abu Dulaf'ın bazı bölgelerde karşılaşıp, tasvir ettiği Alevi toplulukların giyim-kuşam ve görünümleriyle karşılaştırılmakta, diğer çağdaş Arap tarihçilerin verdikleri özgün bilgiler özetlenmektedir. Veriler, yalnız sözlük değil bugünkü anlamıyla ilk ``Alevi'' Türkler, kavram ve tanımlamalarıyla birlikte, bazı gerçekleri ilk kez su yüzüne çıkarmaktadır.

Yahya bin Zeyd'den (ö.743) başlayarak Ebu Müslim yandaşları, Abbasilerin siyah rengine karşı ``beyaz bayrak'' altında toplanarak ayaklanmış ve ``Beyaz giyimliler'' ya da ``Müslimiyye'' adıyla heterodoks İslam (Alevi) toplulukları olarak oldukça güçlenmişlerdir. Makdısi'ye göre, onun adlandırmasıyla bütün Transoksian'ı kapsayan ``Hayatila ülkesinde'' çok sayıda ``Beyaz giyimliler'' vardı. Hayatila'da şu eyaletler bulunmaktaydı: Buhara, Usrusana, Nasaf, Kes, Sas (Taşkent), Fergana (Uzkend), İspicab (Sayram), Ilak. Bütün bu bölgelerde Müslüman Türk halkları yaşıyor ve Türk hanedanlar tarafından yönetiliyorlardı. (Emel Esin, Turcica XVII, s.11-12, dpnt.12, 13, 14)

Afşin hanedanının Usrusana sarayındaki duvar resimleri, kesinlikle Manicheist betimlemeler değildir. Bunların dışında, Ahangaran ırmağı boyunca sıralanmış bulunan eski Oğuz kentlerinde gerçekleştirilen arkeolojik kazılarda ortaya çıkartılan, açılan çadır biçimindeki kubbeli ve kemiklikler (Ossuarium) ihtiva eden anıtsal mezarlar önemlidir. Bu çeşit ölü gömme bölgesel modelinin, Ortaasya'nın güneybatısındaki bölgelerde yaşayan Türklere özgü olduğu bugün açık biçimde kabul edilmektedir. Bu mezarlarda bulunmuş olan bir mezar heykelciği (M.E.Masson, Axsengeran, Taşkent-1953, res.20-21), özellikle bölgenin sakalsız fakat bıyık taşıyan insan tipinin örneğidir. Bu tipin Uygur çağındaki Mani dini rahibi tipleriyle hiçbir benzerlik yoktur. (karş. Bahaeddin Ögel, İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, 3.baskı, Ankara-1988, lev.35, 36, 37) Emel Esin'in kendi sözleriyle; ``Bu tip 10.yüzyılda Halife Ali'yi aşırı sevip sayan (Alevi) Türklerin betimlerini çağrıştırmaktadır. `Alevi' Türkler tanımlamasını ilk kez, 10.yüzyıl gezgini Abu Dulaf'ın kullandığı bilinir.'' (Emel Esin, Turcica XVII, s.12)

Abu Dulaf Misar bin Muhalhil, Samaniler devletinin (Samanoğulları) en güçlü hükümdarı Nasr bin Ahmed'in (914-943), saltanatının son yıllarında Çin'e elçilik göreviyle gönderdiği kişidir. Abu Dulaf'un bu seyahatının ayrıntılı raporu günümüze ulaşmıştır. Bu devlete altın çağını yaşatan Nasr bin Ahmed'in en büyük şansı Abu Abdullah el-Ceyhani gibi bir başvezire sahip bulunmasıydı. Ceyhani, yetkin bir yönetici olduğu kadar, tanınmış bir coğrafyacı ve bilgindi. 922'de seyahati sırasında İbn Fadlan'ı karşılayıp, çocuk yaştaki hükümdar Nasr bin Ahmed'in huzuruna çıkartan Ceyhani, (İbn Fadlan, agy, s.10-11) kuşkusuz, kendisi gibi bilgin ve coğrafyacı olan Abu Dulaf'ın gezilerini de hazırlamıştı.

Abu Dulaf'ın yaptığı iki seyahatla ilgili yapıtı, iki coğrafya risalesi olarak tanınır. Ortaasya Türk kabileleri arasında, Çin ve Hindistan'da 941-943 yıllarında yaptığı gezileri anlatan birinci bölüm, Yakut'un (ö.1229) yapıtının bünyesi içindedir. (Mudjam al Buldan III, s.445-458) Abu Dulaf ikinci gezisini İran'ın kuzey ve batı bölgelerinde gerçekleştirmiştir. (The Cambridge History of İran Vol.IV, s.141- 143; V. Minorsky, Abu Dulaf Misar bin Muhalhil's Travels in Iran, Cairo-1955, s.14-15)

941-42 yılı içerisinde Çin'e doğru yola çıkmış olan Abu Dulaf, Tibet'e ulaşmadan önce, Bagraç'lar bölgesine gelmek için çeşitli Türk boylarının yaşadığı ülkelerden geçti. Keçe giyimli, sakalsız fakat bıçak vurulmamış pos bıyıklarıyla dikkati, çok iyi ata binen ve savaşçı olan bu Türkler (Bağraçlar), Yahya bin Zeyd'in bir oğlundan gelen bir Ali soylu tarafından yönetiliyorlardı.

Abu Dulaf onların, içinde şehit Zeyd bin Zeynelabidin için yakılmış ağıtların da yer aldığı, tevil edilmiş, Sünni İslama aykırı bir Kuran sakladıklarını, Arabların asıl kıralı olarak Zeyd'i tanıdıklarını ve tanrısallığın Ali'de cisimlendiğine-vücut bulduğuna inandıklarını yazmaktadır. Yine onun anlattıklarına göre bu ``Alevi Türkler'', Ali'nin indiği ve tekrar geri döndüğü gökyüzüne doğru avuçlarını açıp, bağırarak dua etmekteydiler. (Yakut, Mudjam al Buldan: III, Beyrut-1376, s.441-442.; Z.V.Togan, İbn Fadlans Reisebericht, Leipzig-1939, XXIV.)

Bu konuda Ebubekir Muhammed b. Cafer Narşaki'nin 943-948 yılları arasında yazdığı Buhara Tarihi'nde söyledikleri de büyük önem taşır. Abu Müslim ve özellikle Mukanna hareketleri ve Buhara yerel yönetiminin Abbasilere verdiği destek hakkında geniş bilgi veren Narşaki, kitabında Türkler'den de sözeder. Kitap hakkında yazılmış bir makaleden şunları okuyoruz:

"Narshaki'nin kitabından insan, Şii ve heretik (rafizi, sapkın) inançlı başkaldırı hareketlerine katılmaya eğilim gösteren aşağı sınıflara karşı, önce Şam'daki daha sonra Bağdad'daki İslam yönetimlerini (Emevi ve Abbasi Halifeleri kastediliyor-İ.K.) bölge aristokrasisinin desteklediğni öğrenebiliyor. Ayrıca her fırsatta Türkler, bölgesel yönetimlere muhalif olan göçebe Türkler arasına her ikisinin de sızdığı belirtilen bu sapkın isyancıların destekleyicileri olarak zikredilmektedir." (Richard N.Frye, "On The History of Bukhara by Narshaki", www.ukans.edu/)

Abu Dulaf'ta görüldüğü gibi, Ali, Türklerin Gök-Tengri'si ile birleştirilmiş bulunuyordu. Bugün bile inançlı Alevi yaşlılar arasında, gök gürültüsünün ``Ali'nin narası'' olduğunu söyleyenler vardır. Hatta, İrene Melikoff'un saptamalarına göre, her sabah duaya çıkıp güneşin doğuşunu izleyerek ``işte Ali doğuyor'' diye tanrısal coşkuyu yaşayan ve yaşatanlar bulunmaktadır. (İ.Melikoff, Uyur İdik Uyardılar, İstanbul-1993, s.124) Bazı araştırmacılar Karahanlıların hanedan sıfatı olan ``Buğra'' sözcüğünün ``Bağraç''tan çekilmiş olduğu, ve bunların önce Manicheist, hemen arkasından ``Şii inançlı Müslümanlar'' (Ehlibeyt İslamlığı, Zeydi Aleviliği denmek isteniyor - İ.K.) olabilecekleri sonucuna varıyorlar. Bunları söyleyen Togan, J.Marquart, M.F.Grenard gibi yazarlara karşı, Emel Esin'in de görüşlerini paylaştığı bazıları ise, burada uzun açıklamaya gerekli görmediğimiz, Karahanlılar'ın Sünni olduğu gibi, hiç de tutarlı olmayan bazı ``kanıtlarla'' karşı çıkmaktadırlar.

Biz Karahanlılara ilişkin görüşlerimizi; başta konfederasyon halindeyken çoğunluk Zeydi-Alevilerinden oluştuğu halde, merkezi devlet aşamasında yönetici hanedanın resmen Sünni İslama geçtiğini, ama hatırı sayılır nüfusun hâlâ Alevi olduğunu, yukarıda ayrıntılı olarak anlattık. Burada sadece Minorsky'nin Abu Dulaf Misar bin Muhalhil's Travels in Iran adlı yapıtta kullandığı ``Bağraç, Kaşgarlı Yağmalar, Hakanı Türkleri olmalıdır'' sözüne dikkat çekelim. Bağraç'larla Yağma Türkleri aynı ise, Karahanlılar Devleti'nin kuruluşuna en büyük katkısı olan bir federasyonun hiçbir zaman Sünni olmadığının bir kanıtını daha görmüş bulunuyoruz. Bu, ``Buğra'' sözcüğünün, ``Bağraç''tan çekilmiş olduğunu da kanıtlamış oluyor.

Demek ki Hakaniler, yani Karahanlı hanedanı, Satuk Buğra Han ile birlikte toptan Sünni İslama geçmişti. Zaten 840'larda Karahanlı konfederasyonunun kuruluşuna katkısı olan Karluk Yabgusu da Alevi inançlıdır. Abu Dulaf'ın Bağraç Alevi Türklerinin başında bulunduğunu söylediği, Yahya bin Zeyd'in soyundan gelen Ali evladının adını bilmiyoruz. 17.yüzyılda yazılmış Veli Baba Menakıbnamesi'nde, Yahya bin Zeyd'in soyunun yürümediği ileri sürülmektedir. (Kaynak, 1994, sayı 4, s.69) Abu Dulaf'ın sözünü ettiği tarih, Yahya'nın öldürülmesinin 2 yüzyıl sonrasını göstermektedir. Demek ki Yahya'nın soyu yürümüştür. Abu Dulaf'ın sözünü ettiği Bağraç kralı, Yahya'nın olasıyla 5. kuşaktan torunuydu.

I.V.4. Alevi Kavramının 19.Yüzyıldan İtibaren Kullanılmaya Başlandığı İddiası da Nedir?

Açıklamalarımızda görüldüğü üzere, hep gizlenmiş ya da kasten ``atlanmış'' tarihsel olaylar, siyasal ilişkiler ve arkeoloji biliminin, sanatın ışığında ortaya çıkarılmış tiplemeler, heterodoks İslamlık ya da Ehlibeyt İslamlığı (yani, Emevi ve Abbasi hanedanlarının iktidarlarını koruma kılıfı olarak geliştirdikleri Sünni İslamlık değil) olarak Aleviliğin, Türkler arasında çok daha önce yayıldığını göstermektedir.

Ancak, günümüzdeki anlamıyla ilk ``Alevi'' tanımlamasını, 941-42'de Türkler arasında yaptığı gezilerden sonra Abu Dulaf'ın kullandığı anlaşılıyor. Arapçada ``Alawi'' biçiminde okunması hiçbir farklılık getirmiyor. Son olarak, İrene Melikoff hocanın, ``Alevi'' deyimi üzerindeki görüşlerine değinmek istiyoruz. ``Kızılbaş Problemi'' başlığıyla yazdığı makalesinde, Melikoff, şöyle yazıyor:

``Günümüzde en çok kullanılan Alevi deyimini, yalnız incelediğimiz olgu açısından değil, hiç bir tarihsel gerçeğe uymadığı için, kesinlikle bu makaleye ad koymak istemedik. Tarihsel görüş açısından Alevi, `soyu Ali'den gelen' demektir ve İran'da da kullanıldığı zaman bu anlaşılır. Örf dışı ve aykırı bir İslam mezhebi olarak Türkiye'de ortaya çıkışı ise ancak 19.yüzyıla doğrudur.'' (İ. Melikoff, ``Le Probleme Kızılbaş'', Turcica VI-1975, s.49; Uyur İdik Uyardılar, İstanbul-1993, s.53)

Melikoff, her fırsatta da, ``Alevi sözcüğünün tarihsel açıdan yanlış bir deyim olduğunu'' vurguluyor. Biz buna kesinlikle katılmıyoruz. Bir koca saygıdeğer yaşam verip, yaptığı çok sayıda araştırmalar ve verdiği konferanslarda kullanmak durumunda kaldığı ``Alevi'' deyiminin yerine bir başkasını, üretip ya da keşfedip koyamamışsa sayın hocamız, bu o sözün gerçekten tarihe malolmuşluğundandır. Alevi sözcüğünün orijinal anlamı ``Ali soyundan gelen'' olmakla birlikte, 940'lı yıllardan, yani Abu Dulaf'tan beri sözcüğün kavramlaşıp kazandığı bugünkü anlam ve içeriğe, ``tarihsel yanlışlık'' damgası vurulamaz. Yoksa, Yusuf Has Hacib'in kaleme alıp, Karahanlı hükümdarı Tavgaç Buğra Han'a 1069'da sunduğu Kutadgubilig (Kutlu Bilgi) adlı yapıtta yer alan``Aleviler birle katılmaku ayur (Alevilerin de birlikte katılmasını öğretir)'' bölümünün sonradan eklenmiş olduğu mu düşünülüyor?

Dilbilim bakımından da, bir dilden başka dile geçmiş bazı sözcüklerin, geçtiği dilin yapısallığına uyum sağlayacağı gibi, anlam değişikliğine de uğrayabileceği, bilinmeyen birşey değil. O zaman, Alevi sözcüğünün, Türkiye'de ancak 19.yüzyıla doğru heterodoks anlamda ortaya çıktığı, ne demek oluyor? Anadolu halkının dilinde yüzyıllardan beri SÜNNİ sözcüğünün kavram ve içerik olarak karşıtı ALEVİ deyimidir, hiçbir zaman Şİİ olmamıştır. Suçlayıcı, aşağılayıcı terim olarak kullanılmış KIZILBAŞ'ın karşıtı da YEZİT'tir.

Doğrudur, ``bu zümrenin mahkum edildiği Osmanlı belgelerinde sadece `Kızılbaş, Rafızi (sapık, sapmış) ve Mülhid (dinsiz, dini terketmiş)' deyimleri kullanılmaktadır. Bir kez bile olsun, Alevi deyimine rastlanmaz''. (İ.Melikoff, Turcica VI, s.51; Uyur İken Uyardılar, s.55) Ama bu bir Osmanlı hilesidir. Peygamberin kızı Fatıma'dan yürüyen ``Ali soyundan gelen ve Ali yandaşı'' anlamlarını taşıyan ``Alevi'' kutsal sözcüğünü (Nomina Sacra) kullanarak, Orthodoks İslamlığını, Sünni tebasını öfkelendirmeyi Osmanlı hiç ister mi? Kötülenen, suçlanan ve küfredilen asi bir zümre hakkında hangi devlet siyaseti, saygı duyulan ve onurlandırıcı bir deyim kullanır?

Hem sonra, Şah İsmail'in divanında onurla ve bir erişilmezlik makamı yerine kullandığı ``Kızılbaş'' kavramıyla, Osmanlı siyasetininki birbiriyle kesinlikle kıyaslanamaz. Şah İsmail Kızılbaşı şöyle tanımlıyordu: Yüregi dağ olmayınca bağrı kanlı lal'ı tek Hiç kimin hakkı yohtur Kızılbaş olmaya, (ANLAMI: Yüreği dağ, bağrı kızıl yakut gibi kan olmadan, Kızılbaş olmak hiç kimsenin haddi değildir)

Akla mantığa sığmayan karalama ve suçlamalarla Kızılbaşlığı suç- cürüm sayan Osmanlı fermanlarında kullanılmayan Alevi deyimini, Alevi-Bektaşi ozanları şiirlerinde göğsünü gere gere kullanmışlardır. Ne demek ``19.yüzyıla doğru `Alevi' denmeye başlanmıştır?'' 17.yüzyılın ortalarında kaleme alınmış Veli Baba Menakıbnamesi'nde Arapça ``Aleviyyün (Aleviler)'' denilmiyor mu? O bir yana, işte 16.yüzyıldan Pir Sultan Abdal:

Ezelden divane etti aşk beni
Hüseyni'yim Alevi'yim ne dersin
Niçin dahledersin tarık düşmanı
Hüseyni'yim Alevi'yim ne dersin

İmam-i Ali'dir aynı bekadır
Pir elinden zehir içsem şifadır
Yardımcımız Muhammed Mustafa'dır
Hüseyni'yim Alevi'yim ne dersin
(…)
İmam Rıza'nın ben envarıyım
Şah-ı Kerbela'da doğan Ali'yim
Münkirin yezidin Azrail'iyim
Hüseyni'yim Alevi'yim ne dersin
(...)
Pir Sultan'ım çağrır Hint'te Yemen'de
Dolaştırsam seni Sahib zamanda
İradet getirdim ikrar imanda
Hüseyni'yim Alevi'yim ne dersin

--------------------

Kaynak: t-k-p.org/alevilik

yanan_odun
Valid XHTML 1.0 Transitional  Valid CSS!
Bu site bir uzumbaba.com yapımıdır Başlangıç
tarihi 2004.
Uzumbaba Anasayfa