Konuyla ilgili yazılar
Gülen bugüne nasıl geldi?
Gülen tarihi
Vaaz ve kasetleriyle
Bir vaaz örneğini
seyredebilirsiniz
Uzun vaadeli
Gülen ve CİA
Türkmenistan çıkartması
Nurettin Veren çatlağı
Gülen ve Nazlı Ilıcak'tan yanıt
Son kitaplarından biri acaba Gülen'in mi
Fethullah Gülen ve medya atağı
Eleştiri sınırlarını
aşıp kampanyaya çevirdiler
Takke Düştü
Kocamı Fethullahçılara
kaptırdım
New York sokakları('Kocamı
Fethullahçılara kaptırdım'a Fethullahçı yanıtı)
 |
Vaaz kasetleriyle gelen güç, bir kasetle sarsıldı
DEVLET ÇARKLARININ
ARASINDA İSLAMCILIK
RUŞEN ÇAKIR
NTV MAG Ekim 2000, Sayfa 62-65
Fethullah Gülen'in adını ilk kez 1985'te, yani bir gazeteci
olarak İslami hareketleri izlemeye başladığım tarihte
duydum. Ne bir resmi vardı, ne de adıyla imzaladığı bir kitap ya
da yazı. Etkileyici bir vaiz olduğu, vaaz kasetlerinin elden ele
dolaştığı, Nurcu ekolden yetiştiği, 1970 ortalarında kendi
grubunu kurduğu, faaliyetlerini İzmir merkezli yürüttüğü,
'Ağlayan çocuk' afişiyle ünlenen aylık Sızıntı dergisini
çıkarttığı, hatta burada 'Abdülfettah Şahin' müstearıyla
başyazılar yazdığı söyleniyordu. Avukatı Feti Ün aracılığıyla
basında hakkında çıkan hemen hemen her haber ve yorumu tekzip
ettiriyordu.
Giderek bir efsane halini alan Gülen hakkında birbirine zıt
kesimler, birbirine zıt görüşlere sahipti. Kimilerine göre o bir
numaralı Atatürk ve devlet düşmanıydı: 12 Mart 1971 darbesinden
sonra mahküm olup hapis yatmış, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra
da aranmaya başlanmıştı. Başta radikaller olmak üzere
İslamcıların önemli bir kısmı da Gülen hakkında hiç de iyi
şeyler düşünmüyordu. Onun "devletçi ve Amerikancı" olduğu
kanısındaydılar. 1977'de yurt çapında yayılan Yüksek İslam
Enstitüleri boykotunu İzmir'de "İslam'da boykot yoktur" diye
kırmıştı. 12 Eylül öncesi vaazlarında "Var mı Resulullah'ın
yürüyüş yaptığı, var mı slogan attığı" diye soran Gülen, 1980
Şubat ayındaki bir vaazında "Anarşist ve teröristleri devletin
askeri ve polisine bildirmeyenler Allah katında sorumludur"
demişti.
12 Eylül'ü de destekleyen Gülen, 1980'lerde yükselişe geçen
islami hareketle arasına mesafe koymaya hep özen gösterdi.
Örneğin 26 Şubat 1989'da İzmir Hisar Camii'nde sokaklara taşan
bir kalabalığa verdiği ve aynı anda otuzbeş camide birden
yayınlanan vaazda, gündemin en önemli maddesi olan türban
eylemlerine açıkça tavır aldı: "Çok yakın arkadaşlarımız
fotoğraflarıyla tespit ettiler. Sultanahmet'te olan hadisenin
arkasında da esas din düşmanları var. Sözde türban adına
yürüyorum diyenler, istihbarat örgütlerince derdest edilince, bu
başörtülü, mantolu veya çarşaflı kadınların çoğu erkek olarak
çıktı ortaya. Ve bunların çoğu bir kostüm dükkanından nasılsa
islami kıyafetler almış, kendini sokağa atmış açık saçık
kadınlar olduğu tebeyyün etti..."
Gözyaşları
içinde verdiği vaazlarla taraftarlarını 'büyüleyen'
Gülen, gücü büyüdükçe işadamlarından politikacılara
geniş bir kesimle tanıştı. 'Hocaefendi'ye saygı duyanlar
arasında Başbakan Ecevit de (yukarıda) bulunuyordu.
Gülen ABD'ye gittiğinde yakın koruması için bir
başkomiser görevlendirildi. Gülen'in tedavisi uzayınca
başkomiserin masrafları cemaat tarafından karşılandı.
Koruma Başkomiser Ahmet Akgün'ün ABD'de kalışını uzatan
belgede İçişleri Bakanı Tantan'ın da imzası bulunuyor
(yanda). |
|
Kasım 1990'da çıkan "Ayet ve Slogan, Türkiye'de İslami
Oluşumlar" adlı kitabım için Gülen ve cemaatine
ulaşmak için epey uğraşmış, ama
tamamıyla kapalı bir yapıyla karşılaşmıştım. Bu nedenle Sızıntı
dergileri ile Gülen'in Abdülfettah Şahin imzasıyla yayınladığı
birkaç kitabı satır satır okudum ve "Fethullahçılar: Gözyaşı,
sabır, devlet ve millet" başlıklı bölümü kaleme aldım.
ADIM ADIM OLUŞAN BİR KARİZMA
Gülen, 10 Kasım 1938'de imam Ramiz Efendi'nin oğlu olarak
Bitlis, Ahlat'ta doğdu, ilk Kuran derslerini annesi Refia
Hanım'dan aldı. ilkokulu dışarıdan bitirdi. Gençlik yılları
Erzurum'da din eğitimiyle geçti. 18 yaşına basmadan Nurcu oldu.
Hemen ardından Erzurum'da Komünizmle Mücadele Derneği'nin
kurucuları arasında yer aldı. Askerlik öncesi ve sonrasında
Edirne'de dört yıl imamlık yaptı. 1966'da İzmir Kestanepazarı
Camii'ne atandı.
Vaazlarıyla iyice ünlenen Gülen, cezaevinden çıktıktan sonra
70'lerin ortasında 'Yeni Asya grubu' olarak bilinen Nurculuğun
ana gövdesinden kopup kendi cemaatini kurdu. Gücünü, ilhamını,
kendi formasyonunu Nurculuğa borçlu olmasına rağmen Said
Nursi'nin adını pek anmamaya özen gösterdi. Cemaat içinde
Nursi'den çok Gülen'in eserleri okunur oldu. Siyasetten uzak bir
'irşad ve tebliğ' faaliyeti yürütme iddiasındaydı. Bu amaçla
eğitime ağırlık verdi. Taraftarlarının, özellikle de cemaate
bağlı olarak açılan dersane ve kolejlerin yöneticileriyle
öğretmenlerinin eğitimini bizzat üstlendi. Kuşkucu bir karaktere
sahip olduğu için cemaat yayınları dışında gazete, kitap ve
derginin okunmasını yasaklamıştı.
GAZETE VE VAKIF ARACILIĞIYLA AÇILIM
Cemaat 1988'de Zaman gazetesini satın alarak kabuğunu kırma
sinyali verdi. Gazetenin ilk yıllarında ANAP
iktidarı ve Turgut Özal savunuculuğu dikkat çekiyordu. Nitekim
Gülen'in daha sonra gerçekleştireceği yurtdışındaki okullaşma
faaliyetinin önde gelen teşvikçi ve destekçilerinden biri Özal
olacaktı.
Ancak cemaatin gerçek manada dışa açılması Gazeteciler ve
Yazarlar Vakfı'nın kurulmasıyla oldu. Vakfın 29 Haziran 1994'te
Istanbul Dedeman Oteli'nde açılış toplantısı yapacağını ve
buraya Gülen'in de katılacağını öğrenince çok şaşırmış ve
heyecanlanmıştım. Nedense medyanın fazla ilgi göstermediği
toplantıya Gülen, Kasım Gülek'le birlikte geldi. Şarkıcı Cem
Karaca ile kucaklaşmasıysa toplantının en ilginç fotoğrafını
oluşturdu.
Gülen'in dışa açılma sürecinin bir sonraki aşaması Hürriyet'ten
Ertuğrul Özkök ve Sabah'tan Nuriye Akman'a ayrı ayrı verdiği
röportajların, Ocak 1995'te aynı gün yayınlanmaya başlaması
oldu. Burada özel hayatından okullara, Atatürk'ten laikliğe,
Diyanet'ten RP'ye, kadın haklarından başörtüsüne bir dizi konuda
görüşleri alındı. En önemlisi bunlar saygılı bir dille, örneğin
"Fethullah Gülen Hocaefendi anlatıyor" gibi başlıklarla,
çarpıtılmadan sunuldu.
Ve bir ay sonra, 11 Şubat 1995'te Gazeteciler ve Yazarlar
Vakfı'nın Istanbul Polat Rönesans Oteli'nde verdiği iftar yemeği
dışa açılmada son noktayı koydu. Çok sayıda gazeteci iftarın
onur konukları arasında yer alıyordu. Bütün bunlar tam da RP'nin
27 Mart 1994 yerel seçimlerinden zaferle çıkıp büyük bir
tırmanışa geçtiği ve kendinden olmayan kesimleri ürküttüğü bir
dönemde oluyordu. Gülen ve cemaati, açık veya örtük bir şekilde
"Onlar radikal, biz ılımlıyız" veya "Onlar devleti yıkmak, biz
güçlendirmek istiyoruz" diyordu.
Dönemin Başbakanı Tansu Çiller ve büyük medyanın önemli bir
bölümü başta olmak üzere islamcı olmayan
Bütün yaşananlardan sonra cemaat içinde ürkek de
olsa bir özeleştiri süreci yaşandığı gözleniyor.
Öncelikle pazarlıklarla devletten elde edilen
kazanımların tek bir kasetle ellerinden uçuvermesi
cemaatte tam bir şok yaratmış durumda.
|
birçok çevre de onları bağırlarına
bastı. Artık büyük medyada Gülen'i eleştiren haber ve yorumlar
yapmanın neredeyse imkansızlaşmaya başladığı bir döneme
girmiştik. Örneğin Milliyet'te "Fethullah Hoca ılımlı mı?"
başlıklı bir yazıda, bir gün öncesine kadar Gülen'i düşman gören
çevrelerin neden birdenbire ona sahip çıktıklarını
sorgulamıştım. Vakfın Ankara'daki iftarına giderken havaalanı
otobüsünde karşılaştığım cemaatin o dönem üst düzey
yöneticilerinden olan bir kişi, "Ne yani, ılımlı değil mi?" diye
üzerime yürümüştü.
OKULLARIN CAZİBESİ
Cemaatin yükselişinde birkaç önemli faktör daha vardı. Öncelikle
Gülen'in, kendisini laik gören birçoklarının yıllardır peşinde
olduğu "hem dindar/hem modern ulvi şahsiyet" şablonuna cuk
oturduğu sanıldı veya böyle bir imaj yaratıldı. Gülen'in
'ufku'nun genişliği, her soruya entelektüel dozu din adamı
ortalamasının üstünde cevaplar vermesi prim yaptı. Bunun
sonucunda iş, spor, medya, üniversite, siyaset çevrelerinden çok
kişi Gülen'le tanışmak, onunla sohbet etmek, onunla aynı
fotoğraf karesine girmek için sıraya girdi. Gülen'i bu şekilde
yüceltenlerin ezici bir çoğunluğunun Türkiye'nin bugüne kadar
yetiştirdiği diğer islami şahsiyetler hakkında pek bir şey
bilmediklerjni de hesaba katmak gerek.
Cemaatin dindar olmayan çevrelerde de yıldızının iyice
parlamasına neden olan hususların başında hiç kuşkusuz okullar
geliyordu. Her şeyden önce Gülen, Said Nursi'nin "Devir tarikat
devri değil, imanın yeniden ihdası devridir" sözüne sahip
çıkmıştı. Yani diğer cemaatler gibi zaten dindar olan kişilere
değil, dinden uzak olduğunu düşündüğü kişilere yönelmişti.
Onları kazanmak için de diğer cemaatlerle değil, 'laik' kesimle
rekabet içine girmişti. Bu rekabet esas olarak eğitim alanında
yaşandı. Said Nursi'nin "islam ile pozitif bilimleri
bağdaştırma" prensibinden hareketle cemaate bağlı üniversiteye
hazırlık dersaneleri ve özel liselerde Türkiye'nin eğitim
sistemine uygun, 'başarılı' öğrenciler yetiştirildi. Ancak bu
başarıların nasıl ve ne pahasına kazanıldığı sorgulanmadı.
Cemaat
eğitim faaliyetlerini ilk fırsatta yurtdışına taşıdı. Zaten
Gülen, daha önce sözünü ettiğimiz Hisar Camii'nde verdiği vaazda
en büyük hayalini şöyle tamamlamıştı: "Dünya sizin soluklarınıza
muhtaç. Dünya sizi bekliyorken küçük oyunlara gelmeyin. Siz
soluklarınızı Özbekistan'da, Türkmenistan'da, Mengüşistan'da,
senelerden beri insanı tebid edilen Kırım'da soluklayacaksınız.
Sizi bekliyorlar. Elinizde Kuran, elifbe cüzleri, bantlar, oraya
gidecek Hz. Muhammed'i anlatacaksınız. Büyük işler sizi
bekliyor."
Gülen, taraftarlarına, öncelikle halkın çoğu Müslüman olan eski
sosyalist ülkelerde, sonra da tüm dünyada okullar kurdurttu.
Yabancı dil ve fen bilimleri eğitiminin ön planda olduğu bu
okullarda dinsel yön hep geri planda kaldı veya tutuldu. Özal ve
Demirel cumhurbaşkanlıkları döneminde cemaatin bu faaliyetlerine
açık çek verdiler. Birçok başbakan, bakan ve üst düzey bürokrat
da aynı tutumu izledi. Ankara başlangıçta, İran ve Suudi
Arabistan'ın kendilerine özgü İslam yorumlarını sokmaya
çalıştığı Türk cumhuriyetlerine 'laiklik' ihraç etmek istemişti.
Bu stratejisinin kısa sürede iflasıyla devreye 'ılımlı' olduğu
düşünülen cemaatler, özellikle de Gülen sokulmuştu. Gülen'in
okulları uzun bir süre devlet katında 'içte tehlikeli, dışta
olumlu' olarak görüldü. Gülen cemaatinin bu eğitim hamlesi,
dışarıya açılmak isteyen iş çevrelerinin de dikkatini çekti.
Çünkü bulundukları ülkelerin seçkinlerinin çocuklarına eğitim
veren bu kolejler üzerinden ithalat ve ihracat bağlantıları
kurmak epey kolaydı. Sonuçta Nurculukla, İslamcılıkla, hatta
İslam'la alakası olmayan, Türkiye'nin dört bir tarafından irili
ufaklı girişimci Gülen'den "Hocaefendi" diye bahseder, cemaate
para yardımı yapar oldu.
OPUS DEİ BENZERLİĞİ
"Sezilmeden,
mevcudiyetinizi hissettirmeden çok ilerilere gitmek,
işte bu iki müessesede (adliyede ve mülkiyede) olduğu
gibi hayati, dinamik bir kısım müesseselerde de söz
konusudur. Ta ilerilere gitmek, böyle can damarları
içinde dolaşmak."
Fethullah Gülen kasetinden |
Gülen'in Türkiye'de yepyeni bir çığır
açtığı tartışma götürmez. Ama dünya için aynı şeyi söylemek
mümkün değil. Örneğin onun öyküsü İspanyol Josemaria
Escriva'nınkiyle (1902 -1975) epey benzerlikler taşıyor. Katolik
bir papaz olan Escriva, daha 26 yaşındayken, Tanrı'dan aldığını
söylediği bir ilham sonucu bir avuç yol arkadaşıyla birlikte
kendi cemaatini kurmuştu. Ona göre 'aziz' olmak için illa din
adamı olmak gerekmiyordu; insanlar gündelik hayatlarını,
mesleklerini aksatmadan da bu mertebeye ulaşabilirlerdi. Yani
önemli olan laiklerin dindarlaştırılmasıydı. Escriva'nın 'Opus
Dei' (Tanrı'nın Eseri) adlı tarikatı, Vatikan'ın da onayıyla
esas olarak eğitim alanında faaliyet gösteriyor. Cemaat önce
İspanya, ardından İspanyolca konuşulan Latin Amerika ülkelerinde
ve nihayet tüm dünyada okullar açmış durumda.
Opus Dei çok sıkı hiyerarşik ve disiplinli örgütlenmesiyle
'Beyaz Masonluk'; karmaşık ve şaibeli mali yatırımları nedeniyle
'Aziz Mafya' gibi yaftalara maruz kalmış. Opus Dei'nin etkisi
İspanya ile sınırlı değil. Latin Amerika'da diktatör
danışmanları ve sağcı politikacılar arasında çok sayıda
tarikatçı kadro mevcut. Aynı şekilde Fransa, Belçika gibi
ülkelerde sağ hükümetlerde Opus Dei kökenli bakanlar olduğu
biliniyor. Opus Dei, başarısını üyeleri kadar 'işbirlikçilerine
de borçlu. Bunların Katolik, Hıristiyan, hatta inançlı olmaları
gerekmiyor; örgütün başarısını istemeleri ve mali yardımda
bulunmaları yeterli.
Aynı tür kişiler Gülen cemaatinde de karşımıza çıkıyor. Birtakım
politikacı, gazeteci, sanatçı, bilimadamı/kadını,
işadamı/kadını, kamuoyunda bilindikleri kimliklerini aynen
muhafaza ederek Gülen'i destekler oldular. Hatta içlerinden
bazıları cemaatin sözcüsü gibi görünebildi.
Örneğin Gülen'in ABD'ye tedavi için gitmesinden önce katıldığı
son etkinlik olan 'Ulusal Uzlaşma Ödülleri'nde dönemin
Cumhurbaşkanı Demirel'den plakçı Şahin Özer'e kadar çok sayıda
kişiye ödül dağıtılmıştı. 28 Şubat sürecinin bütün hızıyla
sürdüğü bir dönemde, 26 Aralık 1997 gecesi yapılan bu ödül
töreninde Nazlı llıcak şu konuşmayı yapmıştı: "Bazı mahfiller
Fethullah Gülen Hocaefendi'nin başını çektiği hizmet hakkında
incitici laflar üretmektedir. Cumhurbaşkanının teşrifini bu
çirkinliği, hatayı düzeltme gayreti olarak görüyorum,"
Samanyolu TV'den naklen yayınlanan gece için hazırlanan klipler
Atatürk'le başlayıp Atatürk'le bitiyordu; aralara bol miktarda
asker ve bayrak görüntüleri serpiştirilmişti. Ödül alıp
verenlerin büyük kısmı Atatürk'e atıfta bulundu, bu hassasiyet
kokteyl boyunca da sürdü. Öyle ki bilmeyenler, tesettürlü kadın
ve sakallı erkek bulmanın neredeyse imkansız olduğu bu
toplantıyı Atatürkçü bir kuruluşun düzenlediğini sanabilirdi.
Geceyi sonuna kadar izleyen ve Gülen'den şükran plaketi alan
Demirel de "Bu ödülü Türkiye'nin bölünmez bütünlüğüne, barış
içinde yaşamasına verilmiş sayıyorum" diyecekti.
ORDUYU İKNA EDEMEDİ
Gülen ve cemaati 28 Şubat sürecini atlatmak için, yukarıdaki
gecede olduğu gibi açık ve gizli olarak epey lobi yaptılar.
Örneğin Gülen, Kanal D'de 'Yalçın Doğan ile Güncel' programına
konuk oldu. Gülen, burada 28 Şubat'ı bütün uygulamalarıyla
savundu; Erbakan'ın istifasının Türkiye'nin yararına olacağını
Hz. Ömer'in yaşamından örneklerle anlattı. Gülen, daha sonra
ABD'nin Jersey City şehrinde bir grup Türk gazeteciye verdiği
röportajda Refah Partisi'nin oylarının 'yüzde 15'in bile altına'
düştüğünü tahmin ederek, RP'yi kapatmak yerine, hakkındaki dava
sürerken seçme gitmenin devlet açısından 'daha makul' olacağını
söyledi. Ancak bütün bu çabalar sonuç vermedi ve sıra Gülen ve
cemaatine geldi. ATV'de 18 Haziran 1999 günü yayınlanan kaset
büyük bir şok yarattı. İddiaya göre, yalnızca cemaat
yöneticilerinin izlemesi için hazırlanan kaset, devletin cemaat
içine sızdırdığı kişiler tarafından ele geçirilmişti. Kasetin
ATV'ye ulaştırılmasındaysa bir emekli orgeneralin adı geçiyordu.
Gülen'in devlet içinde uzun vadeli kadrolaşma öğütlerini içeren
bu kaset üzerine büyük medya kendisini yeniden 'bir numaralı
rejim düşmanı' ilan ediverdi.
Gülen ise olayları 'ateist ve komünistlerin komplosu' olarak
göstermeye çalıştı. Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel, "Hukuka
aykırı hiçbir fiilin içinde değilim. Hiçbir illegal yapılanma,
örgütlenme içinde olmadığım DGM kararlarıyla sabittir" diyen
Gülen'le aynı fikirde değildi. Yüksel, Gülen hakkında, 'örgüt
kurduğu ve yönettiği' gerekçesiyle, 10 yıla kadar hapis
istemiyle dava açtı. Gülen'in 10 yıla kadar da kamu
hizmetlerinden men edilmesini talep etti.
Yüksel'in ayrıca, Gülen'e bağlı tüm şirket, okul ve kurumlarla,
buralarda çalışan yöneticileri de kapsayan bir dava açması
bekleniyor. Yüksel'in açacağı davanın, sanıkların
rnahkumiyetiyle sonuçlanması halinde, bu kuruluşların tamamının
kapatılacağı ve mallarına el konulacağı ifade ediliyor.
CEMAATE İÇ SORGULAMA
Gülen 22 Haziran 1999 akşamı, ABD'den Show TV'ye telefonla
bağlanarak Reha Muhtar'ın sorularını

İki yıldır ABD'de tedavi gören Gülen'in ne zaman
Türkiye'ye döneceği meçhul. Gülen'in vakıfları
aracılığıyla gerçekleştirdiği etkinliklere katılan
'seçkin konuklar' arasında farklı dinlerden insanlar da
yer aldı. Gülen'in bir araya geldiği isimler arasında
Patrik Barthelomeos da bulunuyordu (altta). |
yanıtlayıp, "devletin her şeyi
bildiğini, vicdanının rahat olduğunu, ancak maksadı aşan
ifadeleri" ola-bileceğini belirttikten sonra Türk medyasının
karşısına çıkmadı. New York Times'ın yazılı sorularını
yanıtlarken, kendisi hakkındaki suçlamaların "Devlet içindeki
ufak bir azınlığın işi" olduğunu söyledi. Fakat bu yayının
üzerinden daha bir hafta geçmeden Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu, adını
vererek Gülen'i hedef gösterdi ve onun hakkındaki gıyabi
tutuklama kararının iptal edilmesini bu cemaatin 'yargıya
sızması' olarak değerlendirdi.
Gülen. RP'nin 1994 ve 95 seçimlerindeki zaferlerinden ve buna
paralel olarak islamcılığın genel yükselişinden kaygı duyan
çevrelerle iyi ilişkiler geliştirmiş; "Arap ve Acem İslamına
karşı Türk İslamı" olarak tanımlanabilecek muğlak bir projeyi ve
kendi cemaatini onlara bir nevi panzehir olarak sunmuştu.
Bütün bu süreçte Gülen toplumdan ziyade devleti ve iktidar
sahibi seçkinleri muhatap aldı. 1995'ten itibaren devlet
içindeki iktidar savaşlarında Gülen'in adı hep anılır oldu.
Nitekim Savcı Yüksel, iddianamesinde Gülen'in orduya karşı
polisi çıkartmak istediği iddiasının altını ısrarla çizdi.
Değişik iktidar odaklarının desteğine sahip olduğu dönemlerde
bile "Takıyye mi yapıyor?" sorusu Gülen'in peşini hiç bırakmadı.
Basın mensuplarına yurtdışındaki okullar gezdirildi; cemaatinin
yayın organlarında dışarıdan isimlere de yazı yazdırıldı,
program yaptırıldı; ödüller dağıtıldı. Şık otellerdeki
toplantılarda değişik dinlerin temsilcileri bir araya getirildi
ve nihayet Gülen, Papa'yı ziyaret edip görüştü.
Gülen devlet katında belki herkesi bir şekilde ikna etti; ordu
hariç. Çünkü 1986'da yapılan bir operasyonla cemaatin askeri
liselere sızmış olduğunu ortaya çıkaran askerler bu cemaate'
yönelik kuşkularını hep korudu. Devletin değişik kademeleri, bu
cemaatin kadroları ve imkanlarının değişik yer ve zamanlarda
kullanılmasına göz yummuş olsalar da bu cemaat yanlılarını
ordudan ayıklamayı hiç aksatmadılar. Ayet ve Slogan'da Gülen
cemaati ile ilgili bölümü şöyle bitirmiştim: "Kadrolarını devlet
hizmetine koşmayı yeğleyen (en azından şimdilik) bu cemaat aynı
zamanda çok geniş mali olanaklara da sahip. İleride bir gün,
kendine güveni geldiğinde, cemaatin siyasi iktidara talip olmak
isteyebileceği 'teorik' olarak varsayılabilir. Ancak kuru
ajitasyonla, spekülatif argümanlarla, kişi kültüne koyu bir
bağlılıkla yetiştirilen bu 'kadrolar'la nereye kadar
yürünebileceği şüpheli."
Bütün yaşananlardan sonra cemaat içinde ürkek de olsa bir
özeleştiri süreci yaşandığı gözleniyor. Öncelikle pazarlıklarla
devletten elde edilen kazanımların tek bir kasetle ellerinden
uçuvermesi cemaatte tam bir şok yaratmış durumda. Devletle iyi
geçinmek adına taviz verilen İslami/Nurcu çizgiye geri dönülmesi
talebi alttan alta seslendiriliyor. Ayrıca, sonradan edinmiş
oldukları 'stratejik dostların' önemli bir kısmının kaset
kriziyle birlikte -tabii ki Ecevit hariç- kendilerinden
uzaklaşmasının, buna karşılık 28 Şubat'ta kurban edilmesine ses
çıkartmadıkları. hatta onayladıkları RP'lilerin kendilerine
sahip çıkmasının cemaat üyeleri arasında ciddi bir vicdan azabı
ve kırılma yarattığı da biliniyor. Gülen ve cemaatinin
serüvenini belki de en iyi ordudan atılma bir Nakşibendi subayın
sözleri özetliyor: "Biz kışlada namazımızı açıkta kılıyorduk.
Fethullah Hoca cemaatindekiler ise gizli. Sonunda hepimizi
attılar."
Gülen, Reha Muhtar'la iki saat süren söyleşide ABD'den dönüp
dönmeyeceğinin sorulması üzerine "Ölürsem Türkiye'de ölürüm. En
büyük sıkıntım şu anda Türkiye'de olmamak. Hatta bu mevzuda,
yapacağım bazı görüşmeler nedeniyle Türkiye'de olmamın daha
yararlı olacağını düşünüyorum. Geleceğim. Devlet idam verirse
verecek. Ahireti bin can ile arzu eden insanım. Öyle bir şey
olursa, bayram sevinci gibi bağrıma basar rabbime yürürüm"
demişti.
Gülen'in yurda dönüp kendini savunması her geçen gün daha da
kaçınılmaz bir hal alıyor. Birçok hastalık nedeniyle tedavisi
süren Gülen'in bünyesinin uzun bir yolculuğu kaldırıp
kaldırmayacağı şüpheli. Ama onun toplumun nabzını tutmak yerine,
yine kendisi ve cemaati hakkında devlet içindeki tartışmaların
seyrini gözlediği ve uygun zamanı kolladığı söylenebilir.
 |
Fethullah Gülen'in
sonradan edindiği 'stratejik dostlarının' önemli bir
kısmı
-tabii ki Ecevit hariç- kaset kriziyle ve açılan davayla
birlikte kendisinden uzaklaştı.. |
..............
Kaynak: Haberbilgi.com (şubat2001) |
|