Ekonomik Kriz ve
Latin Amerika’daki Devrimci Yükseliş
Al Jazira TV'nin Venezuella
Devlet Başkanı Hugo Chavez ile bir röportajı
G-15 hareketini gündemin dışında tutmaya
çalışıyorlar
"Üçüncü Yol Yok. Tek Yol Sosyalizm"
Latin Amerika’da Köylü
Hareketleri
Latin Amerika’dan Türkiye’ye ‘Ulusal
Sol’
Latin Amerika Üzerine Bir
Değerlendirme
Venezüella'da Yoksulluk Parası
ve Militarizm!
Chavez Kuyrukçuluğu
Değişik görüşler açısından
okumaya değer, diye düşündüm(indymedia.org'dan alıntıdır)
Devrimin Yüzü: "Che"
Che Guevara
belgeseli(film)
Latin Amerika ve
sosyal-liberalizmin sonu
|
Latin
Amerika'da devrim |
Ekonomik Kriz ve Latin
Amerika’daki Devrimci Yükseliş
İçinden geçtiğimiz dönem, emperyalist-kapitalist sistemin yeni
bir ekonomik kriz evresine girdiğini gösteren verilerle doludur.
Öyle ki, burjuva iktisatçıları bile, kapitalist sistemin
1929’daki büyük bunalımdan beri görülen en derin resesyona
girdiğini söylüyorlar. Ekonomik kriz derinleştikçe, bu durum
kaçınılmaz olarak sınıf mücadelelerini ve siyasal
istikrarsızlığı körüklüyor. Bir yandan egemen sınıfların daha da
gericileşmesine yol açarken, diğer taraftan da yoksul emekçi ve
işçi kesimlerinin gittikçe artan oranda toplumsal muhalefete
katılmasına yol açıyor.
Bugünlerde Latin Amerika’da yaşanan süreç, bu açıdan tam da
yukarıda bahsettiğimiz türden sonuçların yaşandığı örneklerle
doludur.
Ekonomik canlanma ve yükseliş dönemlerinde bile bu ülkeler
yoksulluk, borç ve sefalet batağından kurtulamamışlardır.
Ekonomik büyüme, işçi ve emekçilerin yaşam standartlarına
yansımamakta, sosyal güvenlik harcamaları kısılmakta, işçilerin
çalışma koşullarında, saatlerinde ve ücretlerde sürekli gerileme
yaşanmaktadır.
Kapitalistler ne kadar görmezden gelmeye çalışsa da, Latin
Amerika’da kitleler gerçekten kâbus koşullarında bulunuyorlar.
Sonuçta da toplumsal kutuplaşma ve eşitsizlik artıyor, sınıf
mücadeleleri kızışıyor. Peru’da, Bolivya’da, Arjantin’de,
Ekvator’da, Venezuela’da, Kolombiya’da, Meksika’da, Brezilya’da
yaşananlar bu durumun sonucudurlar.
Krizin suçlusu kapitalizmdir!
Küresel ekonomik kriz, tüm sektörlere ve ülkelere neredeyse eş
zamanlı olarak yayılmaktadır. Arjantin’deki ve diğer Latin
Amerika ülkelerindeki krizin gerçek kaynağı da hiç kuşkusuz
dünya kapitalizminin içine girdiği bu ekonomik krizdir. Zira
kapitalist sistem tek tek ülkeler bazında veya ulusal ekonomiler
temelinde değil, bir bütün olarak algılanmalıdır.
Burjuva iktisatçıların ve ideologların iddialarının aksine;
gerek Latin Amerika ülkelerinde gerekse de Güneydoğu Asya’da
yaşanan ve oradan da Türkiye ve Polonya’ya, Rusya’ya sıçrayan
ekonomik krizin tek sorumlusu bu ülkeler değildir. Bu ülkelerde
yaşanan mali krizler, dünya kapitalizminin aşırı üretimden
kaynaklanan ekonomik kriziyle tam aynı şey olmamakla birlikte,
ondan bağımsız da değildir. Hatırlanacak olursa 90’lı yıllardan
bu yana tüm dünyayı bir salgın hastalık gibi saran bu finansal
krizler, aslında daha büyük bir dalganın öncü
sarsıntılarıydılar.
Sorun emperyalist-kapitalist sistemin kendisidir. Ekonomik
yükselişler ve çöküşler onun kendi içsel dinamiklerini oluşturan
evrelerdir. 1948-68 arasındaki dönem, kapitalizm için çok
istisnai bir evreydi. Dünya kapitalizminin bu “altın çağı”,
1970’lerden itibaren sona ermiştir.[1]
80’li yılların başına kadar süren ekonomik durgunluk döneminin
arkasından, 1987-88 yıllarına değin süren bir toparlanma
yaşandıysa da, takip eden yıllarda başlayan ekonomik krizler çok
daha şiddetli ve eşzamanlı olarak geldi. Özellikle Almanya ve
Japonya şiddetli bir ekonomik durgunluk dönemi geçirdiler. Bu
süreç 1990 sonrasında SSCB’nin çöküşüyle de birleşince,
emperyalist sistem açısından yeni bir düzenleme kaçınılmaz hale
geldi.
Bu düzenleme, 90’lı yıllardan itibaren tüm Latin Amerika
ülkelerinde IMF tavsiyesi olarak uygulanmaya başlayan “Yapısal
Uyum Programı”dır. Bu program, bir yandan bu ülkelerin dünya
pazarına daha fazla entegrasyonu ve diğer taraftan da sermayenin
merkezileşme ve tekelleşme eğiliminin sonucu olarak,
uluslararası mali sermayenin ülkeye girişinin önündeki ekonomik
ve siyasi engellerin aşılması anlamına gelir.
Bu dönemde, her ne kadar büyük bölümü hâlâ emperyalist ülkelerin
kendi aralarında gerçekleşse de, gelişmekte olan ülkelere
sermaye ihracı hızlandı. Bu durum, bilhassa ücretlerin daha
düşük olduğu, işçi sınıfının fazla örgütlü olmadığı ve devlet
teşviklerinin yüksek olduğu Latin Amerika ve benzeri ülkelere
yapılan dış yatırımları da körükledi. Çünkü, emperyalist
ülkelerde aşırı biriken sermaye el yakıyordu. Tüm sektörlerde
kâr oranlarının düşmesi, kaçışın ana sebebiydi.
OECD verilerine göre, 1982-90 yılları arasında, gelişmekte olan
ülkelere toplam 927 milyar dolar sermaye ihracı gerçekleşti.
Kuşkusuz bunun önemli bir bölümü “borç” olarak verilmişti. Aynı
yıllar arasında 1 trilyon 345 milyar dolarlık geri ödeme
yapıldı. Oysa bu yüksek ödemeye rağmen, bu ülkelerin borçları
%61 oranında artmıştı. 1992’de 1 trilyon 300 milyar dolara
ulaşmış olan borç tutarı, 2000 yılı sonunda 2 trilyon 100 milyar
doları bulmuştu ve borç karşılığı ödenen faiz tutarı ise 343
milyar dolardı.
Bu borçlanmalar dünya çapındaki resesyonla da birleşince, borç
almış olan ülkelerde büyük mali krizlere yol açtı. Ekonomiler
durma noktasına geldi. IMF ve Dünya Bankası devreye girerek; iç
tüketimin kısılması, bütçe açıklarının kapatılması, ücretlerin
düşürülmesi, sendikal hareketin ve toplumsal muhalefetin
kırılması, ihracatın ne pahasına olursa olsun arttırılması,
ekonominin liberalleştirilerek uluslararası sermayeye daha fazla
açılmasını içeren politikalar önerdiler.
Dünya Bankası’nın 1999’da kovulan baş iktisatçısı J. Stiglitz,
The Observer gazetesi muhabiri G. Palast’la yaptığı röportajda,
Dünya Bankası’nın özellikle yoksul ve az gelişmiş ülkelere
yönelik politikalarını şöyle ifade ediyordu; “birinci adım
olarak özelleştirme (ki bunun en önemli sebebi yerli muhalefet
odaklarını ve sermaye gruplarını susturmaktı), ikinci adım
sermaye piyasasının liberalizasyonu (yani kuralsızlaştırılması,
sermaye akışının önündeki ulusal engellerin kaldırılması, sıcak
para akışının sağlanması) ve sonucunda da faiz oranlarının
yükselmesi, üçüncü adım olarak da piyasaya dayanan fiyatlandırma
(gıda, su, tüpgaz vs. gibi temel tüketim maddelerine zam
yapılması), ki bunun sonucu da pek çok ülkede adına ‘IMF
isyanları’ denilen gösterilere neden olmuştur. Örneğin 2001
yılının Şubat ayında Bolivya’da su fiyatları yüzünden ve tüpgaz
fiyatlarının artışı yüzünden Ekvador’da patlak veren isyanlar
gibi... Ve son adım da IMF ile DÜNYA BANKASI’nın ‘yoksulluğu
azaltma stratejisi’ dedikleri, gerçekte serbest ticaretin
geliştirilmesi projesidir. Tabii serbestlik DTÖ kurallarına göre
belirlenir, amaç yeni pazarlar açmak ve ele geçirmektir.”[2]
1982’de Arjantin’de yaşanan mali krizden bu yana toplam 70
ülkede, IMF patentli 556 “Yapısal Uyum Programı” uygulandı. Amaç
ekonomik istikrarın sağlanması ve verilen borçların tahsiliydi.
Bu da serbest piyasa ekonomisinin önündeki engellerin
kaldırılması yoluyla yapılacaktı.
Programın içeriği her yerde aynıydı; kamu ve sosyal harcamaların
kısılması, ücretlerin düşürülmesi, tarım ve sanayide
sübvansiyonların kaldırılarak iç fiyatların uluslararası düzeye
getirilmesi, iç pazarın dış rekabete açılması, sermaye
dolaşımının önündeki siyasal ve hukuksal engellerin
kaldırılması, tüm ekonomik kaynakların borç ödemeleri için döviz
kazanmaya yönlendirilmesi, emperyalist ülkelere yeni ticaret ve
yatırım olanaklarının sunulması.
Peki sonuçta ne oldu? Latin Amerika’da mutlak yoksulluk sınırı
altında yaşayanların sayısı 1980’lerin başında 130 milyondan,
1990’ların başında 180 milyona yükseldi, nüfusun en üst
%20’sinin zenginliği en yoksul %20’nin 20 katına çıktı. IMF’nin
“Yapısal Uyum Programı” nedeniyle 1980’li yıllar boyunca ülke
halklarının geliri ortalama %60 geriledi. Programın rahatça
uygulanabilmesi için defalarca olağanüstü hal ilân edildi,
binlerce sendikacı ve sosyalist tutuklandı, sürgüne gönderildi
veya devlet eliyle katledildi.
Kaynayan kazan: Latin Amerika
Meksika 1982’de IMF’nin Yapısal Uyum Programını uygulamaya
başlamıştı. Özelleştirme, liberalizasyon gibi politikaların
ardından 1988’de Salinas hükümeti kamu harcamalarını kıstı ve 20
milyar dolardan fazla tasarruf sağladı. Tasarrufun anlamı, on
binlerce kamu işçisinin işten atılması, işçi sınıfına yönelik
sosyal güvenlik harcamalarında kesintiler ve reel olarak
ücretlerin düşürülmesiydi. Ekonomik kriz sosyal krizle
sonuçlandı. İşsizlik resmi rakamlara göre %20’ye, gerçekte ise
%40’a ulaşıyordu, üstelik işsizlerin yarısı yoksulluk sınırının
altında yaşıyordu.
Aynı şekilde, Brezilya’da da halk 90’ların başından itibaren
uygulamaya konmuş olan kemer sıkma politikaları altında
inliyordu. 29 Eylül 1992’de 44 milyar dolar borç karşılığında
IMF’nin yeniden yapılanma programı kabul edildi. Faiz oranları
arttırıldı ve iç borçlanmaya gidildi. Sermaye akışı hızlandı.
300 kadar “milli” sermaye grubu muazzam kârlar elde etti.
1990’da başlatılan “Collor planı” ile IMF, bütçe açığının
kapatılması amacıyla 360 bin kamu çalışanının işten atılmasını
istemişti. Muhalefetin artması sonucu ancak 14 bin kişi işten
çıkartılabildi. Fakat aynı yıl ülke çapında 200 bin kişi işten
atıldı. Cari harcamaların %65’i borç ödemesine ayrıldığı halde
IMF daha fazlasını istiyordu.
Ardından yapılan hükümet değişikliğine (sosyal demokrat bir
hükümet işbaşına geldi) ve kamu harcamalarında %43’e varan
kesintilere rağmen –ki bu emeklilik sistemi başta olmak üzere,
sosyal programların tamamından vazgeçilmesi anlamını taşıyordu–
yine de ekonomi bir türlü düzelmedi. Emek göçü hızlandı, nerede
iş bulursa orada çalışan göçebe işçiler yığını oluştu (tıpkı
1930’ların Amerika’sında olduğu gibi), kırsal kesimden şehirlere
göç hızlandı. Şehirlerde yeni “kent yoksulları” ortaya çıktı.
Bunlar işçi sınıfının en alt kesimini oluşturan ve varoşlardaki
teneke mahallelerde yaşamaya mahkûm edilen yoksul insanlardı.
Kuşkusuz Meksika’daki ve Brezilya’daki krizler istisna değildi.
Sanki gizli bir el tarafından planlanmışçasına, Brezilya ile
aynı yıllarda Peru’da da adına “Fuji Şoku” denilen bir mali kriz
dalgası ülkeyi bir silindir gibi ezerek geçti. 8 Ağustos 1990’da
başlayan şok sonucu, benzin fiyatları %2968 oranında ve ekmek
fiyatları %1150 oranında arttı. Başkan A. Fujimori,
hiper-enflasyonu yenmek amacıyla çalışmalara başladığında ise
enflasyon %2172 idi.
Yaşanan “şok”un toplumsal sonuçları yıkıcıydı; Peru’nun
kuzeyindeki bir tarım işçisinin aylığı 7,5 dolarken, başkent
Lima’da tüketici fiyatları ABD’nin en büyük metropollerinden
olan New York’tan daha yüksekti. Ücretlerdeki reel düşüş 1990
Ağustos ayı itibariyle %60, 1991’de ise %85 civarındaydı. Kamu
çalışanlarının gelirleri 1980’e göre %92 düşmüştü.[3]
Ekonomik krizin derinleşmesi uyuşturucu ticaretini canlandırdı.
Peru, %60 oranıyla kokain üretiminde birinci sıraya yükseldi.
Merkez Bankası, döviz ihtiyacının çoğunu bu kanaldan gelen
dolarlardan sağlıyordu. Oysa bu esnada Fujimori, “başarılı”
ekonomi politikalarından ötürü uluslararası finans çevrelerince
takdir ediliyordu.
Peru’nun yanı başındaki Bolivya’da da durum farklı değildi.
Bolivya da ana ihracat maddesi olarak kokaini kullanıyordu. 1985
Eylülünde, Victoria Paz hükümeti IMF programını uygulamaya
başladı. Kamu harcamaları kısıldı ve 50 bin kamu işçisi işten
atıldı. Ücret artışları donduruldu, gümrük tarifeleri indirildi.
Madenler kapatılarak 23 bin işçi işten çıkartıldı.
Hükümet bu ekonomik paketi açıkladıktan sonra işçiler 13 gün
boyunca genel greve gittiler. Olağanüstü hal ilân edildi,
sendikacılar tutuklandı ve sürüldü. İş güvencesi kaldırıldı ve
toplam 74 bin işçi daha işten çıkartıldı. %24.000 civarında
seyreden enflasyon kısmen düşürüldü.
Latin Amerika’nın en büyük üçüncü ekonomisi sayılan Arjantin’de
de durum aynıydı. Meksika’nın borç krizine düştüğü 1994 yılında,
Arjantin de moratoryum ilân etmişti. Böylece bütün kaynaklar dış
borçların ödenmesi önceliğine göre ayarlanıyordu. Büyüme
yavaşladı, istihdam azaldı, GSMH geriledi.
Krizin faturası 1990’da büyük bir toplumsal muhalefet dalgasını
arkasına alarak iktidara gelmiş olan Peronistlere çıkartıldı.
Böylece ‘99 seçimleri Peronistler için tam bir bozgun oldu.
Fakat iktidara gelen De la Rua’nın IMF anlaşması çerçevesinde
uyguladığı politikalar nedeniyle artan yoksulluk ve işsizlik
sonucu, aynı yıl mutlak yoksulluk sınırının altında yaşayan
insan sayısı 14 milyona, açlık sınırında yaşayanların sayısı 3
milyona ve işsizlerin sayısı da 2 milyona ulaşıyordu.[4]
Tüm bu “kemer sıkma” politikalarına rağmen, ekonomik göstergeler
yükselmeyince ve dış borçlar zamanında ödenemeyince uluslararası
kredi kuruluşları Arjantin’in notunu indirdi. Bunun üzerine 132
milyar dolarlık dış borcun ödenmesine ilişkin yeni planlar
yapıldı. Fakat plan sonucu, aynı kuruluşlar ülkenin risk puanını
astronomik seviyelere çıkarınca borsada önlenemez bir düşüş
başladı. Birkaç gün içinde bankalardan 1,3 milyar dolarlık
mevduat çekilmişti. Merkez bankası, yokuş aşağı inerken frenleri
patlamış bir arabaya benzeyen ekonomiyi kurtarmak için
bankalardan para çekilmesine dair kısıtlamalar getirdi. Amaç
ücretleri düşürmek ve uluslararası mali sermayeyi ülkeye
çekmekti.
Fakat Arjantin ne yaparsa yapsın IMF bir türlü tatmin olmuyordu.
5 Aralık 2001’de ülkeye borç ve kredi verilmesini durdurduğunu
açıkladı. Parasız kalan hükümet, Arjantin’in Kemal Derviş’i
sayılan Maliye Bakanı Cavallo’nun talimatıyla emeklilik
fonlarındaki paraya el koyduğunu, bunun yerine herkese hazine
bonosu vereceğini duyurdu. Cavallo herkesi patlak frenli arabaya
bindirmek istiyordu ve biletler de hazine bonoları olacaktı.
İşsizlik %18,3’e çıktı ve ülkenin en büyük sendikaları CGC ve
CGT genel grev çağrısı yaptılar.
Sonrası ise hepimizin bildiği “Arjantin Olayları”dır. Devlet
Başkanı De la Rua, yakıcı ekonomik krizin sonucu ayaklanan
öfkeli halkın protestoları nedeniyle istifa etti. Üç gün süren
gösterilerin sonunda geride 27 ölü ve 150’den fazla yaralı
kaldı.
Kuşkusuz burada da patlamanın sebebi, IMF’nin önerdiği “Yapısal
Uyum Programı”nın toplum üzerinde yarattığı derin tahribattır.
Arjantin halen devam eden derin bir politik ve sosyo-ekonomik
krizin içindedir. 2001 Aralık ayından bu yana ekonomi %15
küçülmüş ve işsizlik %24’lere dayanmıştır. Peso yılbaşından bu
yana %300 değer kaybetti. 14 ay içinde altıncı Maliye Bakanı R.
Lavagna işbaşı yaptı. İktidardaki Duhalde hükümeti de borçları
halen ödemiş değildir. Ne IMF ne de burjuvazi bir çözüm bulmuş
değil.
Öte yandan Arjantin’in yaşadıkları, Brezilya için de olasıdır.
Brezilya para birimi Real 2001 ortalarından bu yana büyük ölçüde
değer yitirdi; faiz oranları arttırıldı. Merkez Bankasının
önünde yıllık 74 milyar dolarlık ve toplam 305 milyar dolarlık
bir borç ödemesi duruyor. Hatta özel sektörünkiler de eklenirse
borç tutarı tam 640 milyar dolara, GSMH’nin %120’sine ulaşıyor.
Seçimlerden galip çıkan İşçi Partisinin (PT) başkanı Lula’yı
bekleyen durum budur.
Devrimci durum sürecek mi?
Yukarıda anlattığımız ekonomik çöküntü tablosu, tüm kıtaya
yayılan “sosyal patlamalar”la tamamlanmaktadır. Latin Amerika,
büyük yığınlar halindeki işçi, kent yoksulu, köylü ve yerli
kitlelerinin mücadeleleriyle sarsılıyor. Bu sarsıntı başta ABD
emperyalizmi olmak üzere, her bir Latin Amerika ülkesindeki
egemen sınıfları fazlasıyla korkutmaktadır. Dünya ekonomisinin
durumunun da pek hoş olmadığını göz önüne alırsak, ekonomik
krizin siyasal bir krize yol açması ve kıtayı sarması,
kapitalistlerin en son isteyecekleri şeydir. Bu yüzden,
özellikle Arjantin’deki, Kolombiya’daki ve Venezuela’daki
gelişmeler karşısında egemen sınıflar hızla önlemler almaya
çalışmaktadır.
Sarsılan hegemonyasını korumak derdiyle gittikçe saldırganlaşan
ABD emperyalizmi, kendisi için son derece önem arz eden bir
bölgede, ciddi petrol rezervlerine sahip üç ülke (Kolombiya,
Venezuela, Ekvador) üzerindeki nüfuzunu kaybetmemek için,
kendisine karşı çıkan tüm toplumsal hareketleri (gerillacı,
halkçı, köylü, sosyalist vb.) ezmeye çalışıyor.
ABD emperyalizmi, Kolombiya’da aşırı sağcı bir devlet başkanı
liderliğinde ve bizzat ordunun kontrolündeki paramiliter
güçlerin de yardımıyla tam bir devlet terörü estirmektedir.
Sadece 1998 yılında, İnsan Hakları Gözlemcileri tarafından
tespit edilen “fail-i meçhul” cinayetlerin sayısı 3800’dür.
1954’te Guatemala’da, 1964’te Brezilya’da ve 1980’lerde El
Salvador ve Nikaragua’da olduğu gibi, ABD emperyalizminin
bölgede devlet terörünü desteklemek yönünde uzun bir geçmişi
vardır. Kolombiya’da da FARC (Kolombiya Devrimci Silahlı
Güçleri) ve ELN’ye (Ulusal Özgürlük Ordusu) karşı, bizzat CIA
ajanları tarafından eğitilen bir kontr-gerilla gurubu
kurulmuştur.
Kolombiya’daki devrimci hareketin önderliğini yürüten FARC ve
ELN, sınıfsal olarak köylüler ve kent yoksullarına
dayanmaktadır. FARC ve ELN önderlerinin siyasi görüşlerinin
merkezinde, toprak reformu etrafında şekillenen sosyo-ekonomik
reformlar vardır. ABD destekli orduyla 35 yıldır mücadele eden
ve özellikle Amazon bölgesinde etkili olan FARC ve ELN, toprak
reformu ve köylü haklarını savunma konusunda bir takım başarılar
elde ettikçe ve askeri-paramiliter tahribat sonucu yerlerinden
olan köylülerin sayısı da arttıkça hareket gitgide büyümüştür.
Bugün Kolombiya’nın üçte biri FARC ve ELN gerillalarının
kontrolü altındadır.
Aşırı sağcı ve gerici hükümet, gerilla hareketini bahane ederek
ülkedeki her türlü ilerici, muhalif hareketi ve sendikal
örgütlülüğü ezmeye çalışmaktadır. Fakat, Kolombiyalı işçi ve
köylüler bu saldırıya 16 Eylülde gerçekleştirdikleri kitlesel
bir genel grevle karşılık verdiler. Hükümetin grevi yasadışı
ilân etmesine ve grev süresince 20 öğrencinin kaybedilmesine, 5
köylünün öldürülmesine, bazı köylerin içme suyu kaynaklarına
zehir karıştırılmasına rağmen grev sürdü ve bu eylem işçi ve
köylü kitleleri gerici hükümete karşı birleştirdi.
ABD emperyalizmi Venezuela’da da benzer şekilde, reformcu devlet
başkanı Chavez’e karşı darbe girişimi planlamıştır. Petrol
zengini olmasına rağmen %80’i yoksulluk içinde yaşayan ülkede,
Hugo Chavez 1998 ve 2000’de üst üste iki kez başkanlık
seçimlerini kazandı ve halkın yoksulluğunu azaltmak için
birtakım adımlar attı. Chavez’in yönetiminde toprak reformu
başlatıldı, yerli ve kadın haklarında gelişmeler sağlandı,
sağlık sigortası ve eğitim ücretsiz hale getirildi. Boş araziler
kamulaştırılarak köylülere dağıtıldı ve petrol şirketlerinin
özelleştirilmesi durduruldu.
Bunun üzerine, Bush yönetiminin de desteğiyle ülkede Chavez
karşıtı bir muhalefet oluşturuldu. Bu muhalefet, sağcı
oligarşiden, kiliseden, sağcı sendikalardan ve medyadan
oluşuyordu. Chavez’in buna yanıtı, Küba’ya petrol satmak ve
“Kolombiya Planı” çerçevesinde ülkesinin hava sahasından geçmesi
gereken Amerikan uçaklarına geçiş izni vermemekti. Ayrıca,
Bush’un “uluslararası terörizme karşı savaş” planını da
onaylamayarak bizzat Libya lideri Kaddafi’yle ve Saddam
Hüseyin’le görüşmeler yapıyordu.
ABD, Venezuela’yı politik ambargoyla tehdit ederken, IMF de yeni
bir hükümeti mali açıdan desteklemeye hazır olduğunu
açıklıyordu. Böylece ABD planı uygulamaya konuldu; siviller
kışkırtılarak Chavez aleyhtarı bir kampanya başlatılıyor ve ordu
“ülkeyi korumak” adına bir darbe tezgâhlıyordu.
Plan harfiyen işlemiş ve 11 Nisan 2002’de ordu yönetime el
koymuştu. Gerekçe olarak da, halkın Chavez rejiminden memnun
olmadığı için sokaklara dökülmüş olması gösteriliyordu. Örneğin
Chavez karşıtları, Venezuela Petrol Şirketinin merkez bürolarına
kitlesel yürüyüş düzenlemişti. Chavez taraftarlarıyla bu
kitlenin çatışması sonucu 10 kişi ölmüş ve 100 kişi
yaralanmıştı. Ardından Chavez gözaltına alınıyor ve darbeci
başkan Ulusal Meclisi ve Yargıtay’ı lağvediyordu. Politik bir
intikam saldırısı başlatılmış ve halk üzerindeki baskı
arttırılmıştı. Burjuvazinin bir kesimiyle kilise ve ordunun
oluşturduğu gerici ittifak yönetime el koyuyordu.
Kuşkusuz darbenin tezgâhlanmasındaki temel etken, Chavez
iktidarının ABD emperyalizminin çıkarlarına ters adımlar atmış
olmasıydı. Çünkü ABD emperyalizmi açısından bu bölge önemliydi
ve petrol ihtiyacının önemli bir kısmını buradan
karşılamaktaydı; Venezuela petrolü olmadan, Ortadoğu
maceralarına girişmesi zordu.
Fakat 11 Nisan askeri darbesinin ardından, halk 13 Nisanda
sokaklara dökülerek Chavez’i tekrar iktidara getirdi. Kitle
hareketi durulmadı ve 29 Haziranda 1,5 milyon işçi başkent
Caracas sokaklarında yürüyerek, gericiliğe karşı savaşmaya hazır
olduğunu gösterdi.
Görülüyor ki Venezuela’da kitleler, giriştiği bazı reformlar
nedeniyle destekledikleri Chavez’i kurtarmak için ayağa
kalkmıştır. Onlar henüz iktidarı almak için yeterince hazırlıklı
olmasalar da bu açıkça devrimci bir durumdur. Yaratılmakta olan
mahalle, köylü, öğrenci ve işçi meclislerinin ulusal
koordinasyonunu sağlamaya çalışan “Devrimci Halk Meclisi” (APR)
bu açıdan önemlidir.
Zaten 2000’de Bolivya’da, 2000-2001’de Ekvador’da, 2001’de
Arjantin’de ve 2002’de Venezuela’da, neredeyse Latin Amerika’nın
tamamında ortaya çıkan hareketlerin ortak özelliği de, bu
kendiliğinden oluşan “Halk Meclisleri”dir. Bunun en çarpıcı
örneği Arjantin’dir. Arjantin’de Aralık 2001’de yaşanan üç
günlük ayaklanma esnasında bu “halk meclisleri” kendiliklerinden
kuruldular. Çünkü egemen sınıf ciddi bir yönetememe krizine
girmişti ve halk bir şekilde yaşamını devam ettirmek zorundaydı.
Bunu fabrikalarda kurulan işyeri komiteleri izlemeye başladı.
Binlerce fabrika ve işyeri halen işçilerce işgal altında
tutuluyor. Devletin engellemesine karşın, halkın da desteğiyle
işgaller sürüyor. Fakat çoğu durumda işçiler, fabrikayı veya
işletmeyi, işverene az miktarda bir kira ödemek suretiyle
işletiyorlar.
Benzer şekilde bu meclislerde örgütlenen insanlar, Bolivya’da su
idaresinin özelleştirilmesini durdurdular, madenciler bir
özelleştirmeyi engellediler. Peru’da özelleştirmelere karşı
grevler yapıldı, Paraguay’da köylüler yine özelleştirmelere
karşı direnişler yaptılar, ardından işçiler genel grev
tehdidiyle özelleştirmeleri durdurdular. Uruguay’da da IMF
karşıtı bir genel grev düzenlendi. Arjantin’de işler daha da
ilerledi ve 17 Şubatta bir “Ulusal İşçi Meclisi” toplandı. Bu
oluşum, tüm Latin Amerika’da işçilerin ve kitlelerin toplumsal
hareketinin ulaştığı en üst noktaydı.
Bugün neredeyse tüm Latin Amerika ülkelerinde, Lenin’in
tanımladığı gibi bir devrimci durum söz konusudur. Fakat ne
yazık ki, Arjantin’de dahil olmak üzere henüz hiçbir Latin
Amerika ülkesinde işçi sınıfı bağımsız siyasal örgütlülüğünü
oluşturabilmiş değildir. Sınıfın toplumsal harekete aktif olarak
katılan kesimleri tarım işçileri ve işsiz işçilerdir. Sendikalar
henüz ciddi anlamda bir katılım göstermemektedir. Bunun sebebi
çok açıktır; sendikalı işçiler Arjantin’de Peronistlerin,
Venezuela’da Chavez’in ve Kolombiya’da da gerilla hareketlerinin
etkisi altındadır. Varolan sosyalist veya komünist partiler ise
işçi hareketine gerçekten devrimci tarzda önderlik edecek
nitelikte değillerdir.
Latin Amerika ülkelerinde, iniş ve çıkışlarıyla, devrimci durum
halen devam etmektedir. Çünkü bu devrimci durumu yaratan nesnel
koşullar değişmiş değildir. Gelişmeler bölgede mevcut toplumsal
muhalefetin gittikçe anti-kapitalist bir nitelik kazanmasına
olanak sağlıyor. Arjantin’i Venezuela takip etti, Kolombiya’da
gerilla savaşı bütün hızıyla sürüyor ve şimdi de Brezilya’da
İşçi Partisi (PT) lideri Lula seçimleri kazandı.
Fakat Brezilya’da seçimleri kazanmış olan Lula, daha seçim
öncesinde eskisi gibi radikal olmadığını ve IMF programını
uygulamaya devam edeceğini peşinen açıkladı. Oysa halk onu,
uluslararası sermayenin çıkarlarını koruması için değil,
yoksulluğa ve işsizliğe çare bulması için seçti ve eğer kısa
sürede somut birtakım gelişmeler olmazsa, büyük bir hayal
kırıklığı yaşanacaktır.
Lula, yoksul emekçi halk ile IMF arasında sıkışmış durumdadır.
Bir yandan 260 milyar dolarlık dış borcun ödenmesi ve bir yandan
da yoksulluk sınırı altındaki 50 milyon insanın doyurulması
mümkün değildir. Bu gerilim, önümüzdeki süreçte kaçınılmaz
olarak Brezilya’daki sınıf mücadelesini kızıştıracak ve yine
kaçınılmaz olarak burjuvazinin çok korktuğu türden “sosyal
patlama”lara giden yolu açacaktır.
Bu durumda en yakıcı sorun, işçi sınıfına ve devrime önderlik
edecek bir partinin varlığıdır. Böyle bir önderliğin olmadığı
durumda, devrimci dalga ne denli yükselirse yükselsin, sonuçta
geri çekilmeler ve yenilgiler kaçınılmaz olur.
Sonuç
Kapitalizmin bütün tarihi, yükselme ve çöküş evreleriyle
doludur. Ekonomik krizler kapitalizmin doğası gereğidirler ve
kapitalizm ortadan kaldırılmadıkça yok olmaları mümkün değildir.
Bu krizlerin kapitalizmi kendiliğinden sona erdireceği ise asla
düşünülmemelidir.
Her seferinde daha derin ve büyük krizlerle sonuçlanan iktisadi
çevrimler, yine her seferinde toplumu daha büyük yıkımlara
götürür. Fakat kapitalizmin yarattığı bu sefalet koşulları, asla
bir toplumsal devrimin başlaması için tek başına yeterli
olmamıştır. Ekonomik koşullar ile devrim arasındaki ilişki çok
basit bir mesele değildir. Derin ekonomik krizlerin burjuva
düzene son verecek devrimlere dönüşebilmesi için, düzenin
içinden çıkamadığı bir siyasal krize, devrimci bir duruma
sürüklenmiş olması gerekir. Tepedekiler artık eskisi gibi
yönetemezken, alttakiler de eskisi gibi yönetilmeye isyan etmeli
ve bunu olağan dönemlerde görülmedik bir toplumsal hoşnutsuzluk
ve hareketlilikle ortaya koymuş olmalıdırlar. Fakat bu da
yetmez. Devrimci durumun başarılı bir devrimle sonuçlanabilmesi
için, düzene karşı ayağa kalkan işçi ve emekçi kitlelere,
gerçekten tutulması gereken yolu gösterecek bir devrimci
önderlik şarttır.
Bugün tüm Latin Amerika, İkinci Emperyalist Savaştan bu yana en
derin ekonomik krizin pençesindedir. Tüm kıtada istikrarlı tek
bir rejim yoktur. İşçi, köylü ve öğrenci kitleler ayaktadır.
Fakat henüz işçi sınıfı harekete önderlik etmeye hazır
olmadığından, onca ayaklanmaya rağmen kalıcı hiçbir sonuç elde
edilememiştir. Bu yüzden bugün komünistler açısından önemli
olan, Latin Amerika ülkelerindeki devrimci durumu burjuva
iktidarlara son verecek devrimlere dönüştürebilmektir. Bunun
için işçi sınıfının örgütlülüğüne dayanan devrimci bir önderlik
ve kitlelere yol gösterecek devrimci bir program gerekiyor.
Latin Amerika’daki devrimci yükseliş bize bir kez daha
göstermiştir ki, emperyalist-kapitalist sistemin dayattığı
yoksulluğun, sefaletin, işsizliğin önlenebilmesinin tek yolu
devrimci temelde mücadele etmektir. İşçi sınıfı dünyanın her
yerinde, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete dayanan
kapitalist sistemi ortadan kaldırmadıkça, sömürüden ve
baskılardan kurtulmak mümkün değildir. Aynı şekilde, toplumun
diğer ezilen kesimlerinin kurtuluşu da işçi sınıfının zaferine
bağlıdır. Şurası çok açık ki, Amerikan emperyalizminin arka
bahçesinde gerçekleşecek muzaffer bir devrim, kısa sürede tüm
kıtayı saracaktır. Daha da önemlisi, dünyanın hemen her yerinde
devrimci mücadeleyi yükseltecek bir enternasyonalist önderliğin
olması durumunda, Latin Amerika’dan yayılacak devrim ateşi dünya
devriminin yangınını tutuşturacaktır.
Tuncay Alp
15 Kasım 2002
Kaynak:
marksist.tutum/DUN/LatinAmerika.htm |
|